34,8755$% 0.01
36,8432€% 0.54
44,6368£% 0.32
3.049,91%0,14
2.718,41%0,06
10.103,35%0,45
14 Temmuz 2021 Çarşamba
Kar, kış, kıyamet: Abdülkadir Tamer'den bir öykü
Kaleminin gücüyle ayakta kalan babam: Burhan Arpad
... Ve Zonguldak
Yer altında Romanlar ve Gebenler
"Göğü kucaklayıp getirdim sana, kokla açılırsın"
İçimdeki cinayet (Altıncı Bölüm-FİNAL)
Kimse dile getirmez ama aslında çizgi romanın ortaya çıkışı plastik sanatlarda, özellikle de resimde bir “devrimdir”. Çizgi roman, yanılsamadan ibaret olan ideal imgelerin hüküm sürdüğü dini, seçkinci, kısacası ikonik çağın sonudur.
Geçen yazımda aktardığım üzere Hogarth büyük bir değişikliğe gitmiş, çağının kıta Avrupası ressamlarının bazıları gibi ikonları ve asilleri çizmeyi bırakarak sıradan halkı çizmeye başlamıştı. Özünde bu hareket halk başkaldırısının genele nasıl yayıldığının büyük bir kanıtıydı. Artık sanatın başka bir müşteri kitlesi doğmuş ve onlar binlerce yıl yok sayılmışlıklarının acısını çıkarmak üzere emin adımlarla ilerliyordu. Haliyle bu başkaldırı resmin imgelerine de yansıyacaktı.
Farklı kültürleri bir yana bırakarak Avrupa özelinden ilerleyerek açıklamaya çabalayayım… Antik Yunan’dan itibaren plastik sanatlara egemen olan anatomi formu ideal ve mükemmel olana odaklanmıştı, bilirsiniz. Roma ve sonrasında Avrupa’ya yayılan bu anlayış yüzlerce yıl hüküm sürmüştü. İdeal vücut formları ve kutsal, ulvi bedenler basitçe söylersek estetiğin başlıca ölçütü kabul edilmişti.
Önce karikatür, ardından çizgi roman sanatlarının öncülleri işte bu ölçütleri yıkarak “devrim” yapmışlardı. Halkın başrol oynadığı yeni sanat dallarında artık ikonik, tanrısal, kutsal bedenler gitmiş, yerini Tanrı’nın yarattığı insanların kırışık, eciş bücüş, yağlı, sarkık, yer yer orantısız gerçekliği almıştı.
Üstelik bu defa ilkel dönem sanatçılarının o düzey yeteneklerinden ve teknik bilgilerinden doğan anatomik deformasyonlar bu defa büyük bir ustalık ve yetkinlikle bilinçli olarak aktarılıyordu. Sonradan ikonik çizgi roman karakterleri ortaya çıkmış olsa da çizgi roman çizgi roman sanatı halkın imgesel temsilciliğini ortalama 170 yıl sürdürmüşlerdir.
Bu aynı zamanda daha sonra sıkça ele alacağım “özdeşleme” (empati) kavramının çizgi romanın odağına nasıl yerleştiğini açıklamam için başlangıç oluşturmaktadır.
Thomas Rowlandson (13 Temmuz 1756 – 21 Nisan 1827) derece yetenekli bir İngiliz karikatüristtir. Ve belki de konuşma balonlarının öncüllerini kullanan mucidi olarak görülebilir. Ancak erotik çizgilerinden dolayı olsa gerek eserleri hak ettiği değeri görmedikleri gibi adı çizgi roman okurları arasında çok da bilinmemektedir.
Yeteneği genç yaşta fark edilen, Rowlandson, Paris’e giderek bir ressamın asistanlığını yapmış, kendini geliştirmiştir. Daha sonra memleketine döndüğünde akademide eğitim almasının ardından karikatüre yönelmiştir. Doktor bir dostunun talebi üzerine muayene ve tıbbi operasyonları çizerek bir dönemin kaydını tutmuştur.
Rowlandson’un çizgi roman tarihinde üç yönden önemli olduğunu düşünüyorum:
Çizgi roman… Çizgi roman bir yanıyla sırtını insanlık tarihinin ilk destanlarına, dini ve toplumsal kahramanlarına dayarken diğer yanını halk gülmecesine dayamış onun bir anlamda modern temsilcisi olmuştur. Bu yazıyla ilk çizgi roman örneklerine giriş yapıyor olacağız. Haydi rastgele.
Geçen hafta bir öğretmen arkadaşımla konuşurken Nasreddin Hoca’nın modern çizgi film yorumlarına eleştiri geldi. Konuştuk. Ona Nasreddin Hoca fıkralarının kaç ömürde yaşanmış olabileceğini sordum. Sonra da erotik ve pornografik fıkralardan haberdar olup olmadığını… Sonra da halkın bunları hangi kitaptan okuduğunu…
Birçok insan destanları, mitolojik/dini hikâyeleri, fıkraları, bilmeceleri, atasözlerini tarihte görevli birilerinin yazdığını veya yaşadığını sanıyor. Yanlış. Bunların hepsini hangi görevde olursa olsun halk yığınları yaratmıştır. Zaman içinde de bize kadar ulaşmıştır.
Çizgi roman sanatçısı, plastik sanatları, edebiyatı, dramatik sanatları kaynaştırarak ortaya yeni bir sanat dalı ortaya çıkarırken diğer sanat dallarının çalkantılı odak şaşmalarına inat halkın yaşantısını aktaran önemli bir temsilci olmayı başarmıştır. Hem de bu defa halkın günlük yaşantısını, beklentilerini, kaygılarını ve mizahını unutulmayacak şekilde ön planda tutarak.
Kaynaklara göre William Hogarth (10 Kasım 1697 – 26 Ekim 1764, İngiltere) son derece yetenekli bir çizer-ressamdır. Ancak en büyük talihsizliği İngiliz olmasıdır. Kendi devrinde İngiliz ressamlara itibar edilmemesi birçokları gibi gözden yitip gitmesine neden olabilecekmiş.
Ama o inatçı ve ufku geniş bir sanatçıymış. Dönemin bazı İtalyan sanatçılarının yanı sıra gündelik hayattan sahneleri mizahi bir yorumla resmeden Hollandalı ressam Jan Steen’i örnek alarak kendi tarzını oluşturmuştur.
Böylece de “müşterisi” seçkin zümreden çok halk yığınları oluvermiştir. Hem de kendi tanrılardan, dinden, asaletten ırak kanlı canlı hikâyeleriyle.
Gerçi, Hogarth, halka iyi davranışları örnek göstermek için çizmiştir ve yine de ahlak ve din kıskacına yakalanmış gibidir ama olsun, çığır açmış ve kalıplaşmış formu büyük oranda yıkmıştır.
1731 yılında çizdiği “A Harlot’s Progress” (6 kare) ile 1735 yılında çizdiği “A Rake’s Progress” (8 kare) izleyiciye akıcı bir hikâye anlatmaktadır. O zamanlar “çizgi roman” kavramı veya benzeri bulunmadığından Hogarth eserlerini “tiyatrovari bir anlatım” olarak nitelemiştir.
Her iki çizgi roman örneğinde de ressam akıcı bir hikâye anlatmakla birlikte her kareye resim edasıyla yaklaşmış, dekorundan kostümlere, mimiklerden jestlere kadar canlı ve gerçekçi sahneler canlandırmıştır. Her kare akan hikâyenin bir bölümünden aktarıcı bir işlev üstlenirken estetik kaygılarla donatılmıştır. Ancak daha da önemlisi her iki hikâye de günahtan uzak durulması gerektiğini öğütlerken dehşetle mizahı bir arada yansıtmıştır.
“A Harlot’s Progress” parayı bulup zenginleşen ancak sorumsuzca harcamalardan dolayı yoksullaşarak ölen bir sokak kadınını anlatırken, “A Rake’s Progress” berduşun birinin sonu akıl hastanesinde biten acı dolu hayatını anlatmaktadır. Ve her iki çizgi roman örneğinde de o dönem İngiltere’sinin sokakları, yapıları, yemek alışkanlıkları, gündelik yaşamı, kıyafetleri, kısacası kültürü gösterilirken mizahi / karikatürize anatomilere dayanan desenler ön planda tutulmuştur.
William Hogarth, İngiltere’de son derece popüler bir ressamdı. Bunun sebeplerinden biri de ilk çizgi roman çalışmasını büyük tablosuna bakarak tekrar küçülterek kalıba çizmesi, baskıya hazırlaması, basması ve pazarda halka satmayı akıl etmesidir. Gündelik hayatı ve halk mizahını düzenli olarak hem çizgi roman prototiplerine hem de karikatürize ettiği eserlerine yansıtmasıyla ressam “tarihi hicveden ressam” (comic history painter) olarak adlandırılmıştır.
Kaldı ki bu yeni tür “kitap” kapış kapış satılırken çizgi roman da baskıyla buluşarak asıl anlatım mecrasına kavuşmuş olur.
İşte bu an çizgi roman tarihinde “bir devrin başladığı yerdir”.
Görsel kaynak – https://www.lambiek.net/artists/h/hogarth_william.htm
Güreli, Talat, Türkiye’de Çizgi Romanlar, Sanat Dünyamız, çizgi roman: çiz, roman, s. 42, YKY, İstanbul, 1997.
Halk güldürüsüyle çizgi roman arasındaki ilişkiyi sorgulamaya devam ediyoruz… Diyemiyorum, çünkü hâlâ çizgi roman aşamasına gelemedik. Ve bilin bakalım ne oldu? Evet, gene gelemiyoruz. Halk güldürüsünü biraz daha açmak istiyorum ki daha sonra çizgi roman konuşmaya başladığımızda örnekler rahat anlaşılabilsin.
Anadolu mitolojisinin eşsiz hikayelerindendir “Midas’ın Eşek Kulakları” (daha çok Yunan gibi algılanır aslen Frig’dir). Herkes biliyordur ucundan kıyısından.
Efenim, Midas adında bir kral varmış ve bir gün ülkesinde ciddi bir tanrısal kriz yaşanmış. Tanrı Apollo çaldığı lirden akan nağmelerin en üstün sanat formu olduğunu iddia ederken Tanrı Pan çaldığı kavalın daha üstün olduğunu söylüyormuş. Olay bu ya, bu ikili yarışmaya ve bu yarışma için de bir hakem aranmaya başlamışlar. Aklı başında hiçbir ölümlü ve hatta iki tanrı arasındaki itişe kapılmak istemeyen hiç bir tanrı buna yanaşmamış. Tabii Midas hariç. İşte tanrılar sırayla çıkıp çalmış huzurunda. Apollo’dan ilahi ve eşsiz bir ezgi dinlemiş Midas. Pan’dan ise son derece oynak, eğlenceli ve kaba sayılabilecek bir oyun havası. Midas kararını vermiş ve Pan’ın oyun havasını seçmiş. Bundan hoşlanmayan Apollo “zarif ve estetik” bir müziği anlayamayan kulakları lanetleyerek eşek kulaklarına dönüştürmüş.
Hah, işte, diyorum ya, çizgi roman tam da bu eşek kulaklarının sahiplerinin binlerce yıl sonraki torunlarının sanatı olarak ortaya çıkıyor. Kaba, sıradan, halk yığınlarının yansıması ve gülmecesi yaya yaya gelişiyor, genişliyor. Ama ona örnekleriyle geleceğiz. Şimdi biraz daha geriye gidelim. Hatta günümüzde köylerimizi gezelim belirli günler, inanın halk gülmecesinin en ilkel formlarını zamanda yolculuk eder gibi izleyebileceksiniz.
Anadolu’da binlerce yıl önce oynanan/sergilenen ve daha sonra antik Yunan tiyatrosunun oluşmasına ilham veren hasat festivali oyunlarına uzanıyoruz burada. Her sene baharda Anadolu köylüleri tanrılara şükranlarını sunmak için törenler yapıyor, sokaklara yayılıyor, çalgılar çalıyor, danslar ediyor, edepsiz tiyatro oyunları sergiliyor ve abartılı kahkahalarla ovaları inletiyorlardı. Bu törenlerde bereketi simgelemek üzere köy sokaklarında dev bir “fallus” (erkeklik organı) taşırlardı; son yıllarda Japonya’da ortaya çıkarak bir festivale dönüşen, örneğin. Böylece gök babadan gelen yağmurun toprak anayı döllemesine vurgu yapılırdı. Ve görüleceği üzere modern dünyanın ilginç ahlak anlayışına göre de hayli terbiyesizceydi.
Günümüzde azalmış olmakla birlikte bu törenlerde sergilenen oyunların birçok özel günde halen sergilendiğini hatırlatayım. Yıllar önce izlediklerimden bir tanesini aktarayım daha iyi anlarsınız: Köy meydanına toplanan bütün köy oyun izlemeye hazırlanır. Çoban rolü oynayan bir erkek köy meydanına çıkar ve çok yorgun olduğunu söyler. Sırt üstü uzanarak uykuya dalar. Uyku sırasında irice bir dal parçasını alıp kasıklarının arasında tutarak dikleştirir. Uykusunda erekte olmuştur. Bu sırada ormana yemiş toplamaya gelen kadın kılığındaki iki erkekten biri başının ağrıdığını bahane ederek oturmaya karar verir ve nasıl oluyorsa koca ormanda erekte olan penisin üzerine oturur. Başının ağrısı geçiverir. Sonra diğerinin de başı ağrıyıverir. Böylece sırayla ve defalarca iyileşmek gayesiyle oturup kalkarlar. Sonunda baş ağrıları geçer, çoban da rahatlatıcı bir rüyadan uyanarak mutlu mesut köy meydanını terk eder.
Bu oyunlar daha sonra Aristoteles’in “Poetika”sında sadece kısa cümlelerle andığı bir form olarak geçer. Metinler yazılmamıştır, tam olarak ne oynandığı bilinmemektedir. Ama neyse ki bu gülmeceli oyunlar Roma Tiyatrosunda “Commedia dell’arte”nin bir parçası olarak kayda alınmıştır. Köylerde maskelerle sergilenen oyunlar sahnede sergilenen muziplikler, edepsizlikler, zıpırlıklar olarak hayat bulurlar. Osurmak, geğirmek, işemek, sıçmak cinsel şakaların yanında önemli bir yer tutar.
Ortaçağda ortaya çıkan “Fars” türü tiyatro oyunları da bir bakıma bu akımın parçası gibidir.
18. yüzyılla birlikte hayatın sunduğu nimetlerden faydalanma hakkını savunan halk aynı zamanda eserlerde kendi yaşamını da görmek ister. Ve tabii gülmecesini de.
Çizgi romanın ortaya çıktığı topraklar elbette Anadolu’dan çok uzaktır ama ilkel çağlardan bu yana insanoğlunun izlediği yol/yöntem çok da farklı olmamıştır. Ve halk yığınları seçkin zümrelerce tıpkı Midas gibi aşağılanırken köy seyirlik oyunlarında rol alan ve izleyenler gibi de “biz varız” demekten hiç vazgeçmemiştir.
Çizgi roman sanatı işte bütün bu anlattıklarımın yansıması olarak ortaya çıkacaktır.
Artık örneklere geçebilir miyiz? Geçeriz, kesin geçeriz. Zemin sağlamlaştı, inşaata başlayalım.
Çünkü sanırım ana konumuz olan “Halk gülmecesiyle çizgi romanın ilişkisini” daha rahat anlatabilmem için atomlara kadar uzanmam gerekiyor.
Ne demiştim? Matbaanın icadı kendisine aristokrat, burjuva veya kilise hamisi bulamayan yetenekli onlarca çizere olanak tanımış oldu. Siyah-beyaz desenler de kabul görmeye başladı. Ayrıca “karikatür” sanatının yükselmesiyle birlikte kaba ve saldırgan bir çizgi anlayışı ortaya çıktı. Ek olarak da binlerce yılda oluşan elit sanat zümreleri aniden popülerleşen ve geniş kitleler tarafından kabul gören çizgi romanı bir türlü anlamlandıramadılar, evcilleştiremediler, üzerinde egemenlik kuramayarak “tu kaka” demeyi tercih ettiler.
Bir de “kalite” arayışı altında gerek çizgi roman camiası dışından, gerekse dünyayı ve sanatı kendi beğeni alanından ibaret gören her kesim çizgi roman okur kitlesi tarafından bu sanat saldırı altında kaldı.
İşte karikatüre karikatür denilen dönem bu 1700’lü yıllardır bilindiği üzere. Basitçe neydi karikatür hatırlayalım: Abartılı anatomik çizimlerle aktarılan gülmece/alay/iğneleme/eleştiri gayeli çizim sanatı.
Kimleri her zaman olduğu gibi konuyu taş devrine kadar götürüyor kimileri hemen Da Vinci’ye bağlayarak sınır çiziyor. Ancak görüşüm o ki üretim amacıyla yaygın kabul ve gelişim olmadıkça bir sanat formu sanat formu olarak tanımlanamaz. Bu nedenle tesadüf eseri kısıtlı alanlarla sınırlı kalmış olan atılımları bu çatı altında nitelemek bana uygun gelmiyor. Yani bana göre 1700’lerdeki sanatçılar onları görmemiş veya etkilenmemişse, örnek almamışsa işlevleri “ormanda ağaç düşse ve kimse duymasa o ağaç düşmüş müdür?” sorusu kadardır.
1700’ler. Magna Carta’nın imzasının ardından Amerika kıtasına göçen geniş kitleler Avrupa’daki krallık ve kilise egemenliğinden bağımsız bir toplumsal oluşuma gidiyorlar. Bu arada şehirler kalabalıklaşıyor. Avrupa halkı (özellikle Fransa) Amerika’daki gelişmeleri örnek almaya başlıyor. Devrimin ayak sesleri tüm Avrupa’da yankılanıyor. Sıradan halk kitleleri artık egemen sistemin söz sahibi olmaya doğru evriliyor. Çoğu eğitimsiz olmakla birlikte belli bir hak talebinde bulunan ve alım gücüne erişen insanlar olarak varlıklarını duyurmaya başlıyor. Üstelik bu kitle sanattan da yararlanmak istiyor.
İşte bu gelişmeler yarattığı enerji sanatçıların gözünü sıradan halka kitlelerine çevirmelerine neden oluyor. Resim sanatında sokak çizilmeye başlanıyor. Şenlikler, düğünler, eğlenceler, merasimler, toplantılar, köyler, tarlalar, eğlenceler…
İşte karikatür sanatı tam da bu halk kitlelerinin sesi olarak hayat buluyor benim gördüğüm. Alaycı ve saldırgan halk gülmecesi o yıllara kadar sadece belli bir zümrenin anlayışına göre eser ortaya koymuş ressamların mitoloji, din, asiller, burjuva duvarlarını yıkarak ortaya atılmış ve “ben buradayım” demiştir. Matbaa aracılığıyla da alışılmış tuval sınırlamasının dışına taşarak her yöne dağılan bir sanat olarak görünür olmuştur. Üstelik de geniş halk kitleleri tarafından okunanları/bakılanları kendinden parçalar görüldükçe daha da sevilir olmuş.
1700’ler yeni bir alıcı kitlesi bulan resim sanatında büyük değişimler yaşandığı bir dönemdir. Karikatürle (o dönem için) ardılı sayılabilecek çizgi roman tam da bu gelişmeler ışığında ortaya çıkan yeni sanat formlarıdır. İlk başlarda resim-karikatür-çizgi roman ayrımı net yapılamasa da zaman ilerledikçe dönemin özgür ve eleştirel düşünce düsturu yavaş yavaş yapılara işleyerek onları farklılaştırmış ve sanatsal yapılarına kavuşmalarını sağlamıştır.
Muhtemelen bir sonraki yazıda artık rahat rahat örneklere geçebileceğiz… Umuyorum…
Aklımdakileri derledikçe iş uzuyor farkındayım ama sanırım konu sonunda çizgi romana ulaştığında… Buralarda olursunuz değil mi?
Olun lütfen.
Görsel: Ürdün'de antik Roma kenti Capitolias şehrinde çizgi romanı andıran duvar resmi.
Ne demiştim ilk yazımda: Seçkin zümre çizgi romana hazırlıksız yakalandı. Kuralları bu zümre koyamadı, ölçütlerini belirleyemedi, önce eğitimli seçkin ve zengin bir kesimin sanatı olarak tüketmedi, halk kendi sanatını yaratıp sahip çıktı.
İşte bu yazımda önce biraz bu seçkinleri anlatmaya çalışacağım.
Efenim, ne zaman bir çizgi roman okumayanı çıkıp çizgi romanı yerse temel dayanağı “kalitesiz” olduğu iddiası olur. Hep de öyle olmuştur. “Kaliteli kitap” okunması tavsiye edilir okurlara. Edebiyata yönlendirilmeye çalışılır kişiler. Bu en temel çizgi roman karşıtı tavrıdır. Çokça da rastlarız belki de memlekete çizgi roman girdiğinden beri. Burada seçkinlerin ana kriteri “kalitedir” ve sınırları tam çizilmeyen ama hamasetle savunulan bu dayanak ciddi şekilde arızalıdır.
Bu seçkinlere sorsanız hiç çizgi roman okumamıştır veya şöyle bir bakmıştır ama ondaki göz kimsede yok, bakar bakmaz anlamıştır ne mal olduğunu.
Bir de çizgi roman okuru olup seçkin olanları vardır.
Bu tür oldukça ilginç beş gruba ayrılır. Birinci grup “öznel” bir bakış açısıyla kısaca şöyle der: “Ben sevmiyorsam kötüdür!” O kişiler yüksek bir beğeni duygusuna sahiptir ve sözleri adeta yasa olduğundan “kalite” ölçütü burada o kişinin bir tarafının keyfidir. Ha, kimse umursamaz ve kafa şişirmelerine nezaketen katlanılır o kadar. Zararsız gevezelerdir bunlar.
İkinci grup “ekol”cülerdir. İşte, kaç ekol var, dört. Japon manga, ABD comics, Fransız-Belçika Bandee Dessine, İtalyan fumetti. Burada, ülkemiz çizgi romanının altın çağını görmüş olanlar daha çok bandee dessine’yle fumetti’yi okudukları için ve o günden bu yana yaşça büyük oldukları için diğer ekolleri rahatlıkla aşağılayabilirler. Çünkü onlar “kalite”li çizgi romanları okumuş ve dehşetengiz bir estetik seviyeye ulaşmışlardır. Diğer ekollerin okunmasına gerek yoktur.
Bununla birlikte yine ekolcülerin bir başka kolu daha vardır. Bu koldakiler çizgi roman dışındaki sanat dallarını da takip eder belli bir karşılaştırma yapma gereği duyarlar. Buna ek olarak da aydın ve elit insanlardır. Haliyle kalitesiz ABD tüketim endüstrisi comicsini küçümserken lakayt ve abuk mangaları yok sayarlar. Onlar için varsa yoksa bandee dessineedir. Bir de ne çizdiklerinin büyük oranda önemi yok, Türk çizgi romanlarını takip etmeye çalışırlar adam seçerek.
Dördüncü grup “herkes herkese karşı” grubudur. Tüm ekol takipçileri diğerlerini kalitesiz bulup gerçek kaliteli çizgi romanın kendi okudukları olduğunu iddiasındadırlar.
Ve yeni türeyen beşinci grup: Grafik romancılar. “Grafik roman, çizgi roman değildir” gibi abuk bir tezle ortaya çıkan bu grup çizgi romanın ne olduğunu bilmeden yazılı resim takibi yapan ilginç bir gruptur. Nezih ve elit bir kesimdirler. Kalite ölçütleri diğerlerinde olduğu gibi kendi sevdikleriyle sınırlıdır.
Yani demem o ki; çizgi roman belki de ilk ortaya çıktığından bu yana şu ya da bu gerekçeyle sürekli olarak kalitesiz görülmüş.
Yazı dizisi ilerledikçe bunların diğer gerekçelerini ve örneklerini ve kısmen haklı oldukları yanları da göreceğiz. Ancak her karşı çıkış ve eleştiri bazı örneklerle doğrulanırken birçok örnekle çürütülmekte olacaktır.
Bununla birlikte asıl konumuz halk gülmecesi… Şöyle bir ip ucu vereyim: Köy seyirlik oyunları, Nasrettin Hoca, Karagöz-Hacivat, Meddah, Nejat Uygur, İnek Şaban, Aydemir Akbaş, Dario Fo, Recep İvedik, vs. …
Kimine göre kaba, cahilce, edepsizce ve ahlaksızca… İzlenmemeliler, okunmamalılar, yok sayılmalılar. Buna karşın bunlar bir o kadar popüler, komik ve eğlencelidirler.
İşte çizgi roman tam da bu ince çizgide beliriyor. Tepki görüyor. Zaman içinde de çeşitli değişimlerle mizahın her türünü bağrında barındırıyor.
Konuşacağız, hepsini konuşacağız.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.