DOLAR

33,9008$% 0.03

EURO

37,6352% -0.04

STERLİN

44,6724£% -0.16

GRAM ALTIN

2.809,88%0,81

ONS

2.577,74%0,76

BİST100

9.685,49%1,73

İkindi Vakti a 16:38
İstanbul AÇIK 27°
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyonkarahisar
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkâri
  • Hatay
  • Isparta
  • Mersin
  • istanbul
  • izmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kahramanmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce
a
Serkan Ocak

Serkan Ocak

13 Ekim 2020 Salı

Sana dün bir kabanadan baktım aziz Güllük

Sana dün bir kabanadan baktım aziz Güllük
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Bodrum’a gidenler bilir. Milas’tan sonra denizi ilk gördüğünüz nokta Güllük Körfezi. Burayı geçerken kafanızı denize doğru çevirdiğinizde çirkin bir manzarayla karşılaşırsınız. Bir zamanlar yanan ormanlık alana yapılan devasa üç büyük otel. Bu yazıda oradaki otellerden bahsedeceğim. Ancak bu kez dışarıdan değil içeriden bildiriyorum… 

Sanırım uzun yıllardır yaz aylarında bu kadar çok denize girdiğimi hatırlamıyorum. Lanet pandeminin belki de güzel etkilerinden biri de bu oldu. Plazalardan uzaklaşıp evlere hapsolunca her fırsatta soluğu ailece denizde aldık. Yaza doyamadık, son deniz tatilini de geçen hafta sonu yaptık. Üstelik ‘asla gitmem’ dediğim bir yerde… Bodrum Güvercinlik’teki Titanic Otel’de. Bir kez daha anladım, asla asla demeyeceksin!

Şöyle bir arşivleri kurcaladım önce. Güllük Koyu’nda yer alan Pina Yarımadası ile ilgili ilk haberlerimi 2008’de yapmışım. Önce ne olmuştu onu hatırlatmakla başlayayım. 

Yarımada’da MNG Holding tarafından bir inşaat başlatıldı. Turizme tahsis adıyla yarımada uzun dönemli kiralanmıştı ancak dolgu için herhangi bir izin bulunmuyordu. Tüm Türkiye’nin gözleri önünde Bodrum’un hemen girişindeki bu güzelim yarımadada günlerce bir dolgu çalışması yapıldı. Haberler yazıldı, cezalar kesildi, kaymakam, valilik yapılan çalışmanın aleyhinde görüşler açıkladı, dönemin kültür ve turizm bakanı bile buradaki inşaatı durduramadı.

Ezcümle, bugün Pina Yarımadası’nda çamların yerine görsel zevkten uzak, çok katlı devasa bir otel var. Bodrum dönüşü Milas Devlet Hastanesi’ni gördüm. İnanın, Pina Yarımadası’ndaki otelden çok daha güzel. 

Yarımadadaki otel durdurulamadığı gibi, yanına iki dev otel daha yapıldı. Neyse ki onların mimarisi yarımadaya yapılan ‘La Blanche’ kadar kötü değildi.

Şu yangın olayını da bilmeyenler için kısaca özetleyelim. Konuya vakıf olmayanlar, Güvercinlik’teki ormanlık alan yandıktan sonra oraya devasa oteller yapıldığı sanıyor. Ancak bu yanlış bir bilgi. Çünkü oradaki yangın çıkmadan çok önce bölge turizm tahsis adı altında yatırımcılara açılmıştı. Yani atı alan çoktan Üsküdar’ı geçmişti. 

Tüm bu olayları Radikal gazetesinde çalıştığım dönemlerde haberleştirmiştim. Aşama aşama gelişmeleri takip edip, Bodrum’a bile gitmiştim. 

Radikal’den sonra Hürriyet’de Seyahat Eki’nin yayın yönetmeni olarak gazeteciliğe devam ettim. O dönem birçok yerden davet gelirdi. Titanic Otel de onlardan biriydi. Hiç gitmedim. Gitmek de istemedim. Ancak aklımda hep nasıl bir yer yaptılar acaba diye merak da yok değildi.

Bu son yaz tatili fikri eşime aitti. Sezon sonu indirimli otellerin kısa bir listesini yapmış, en mantıklı Titanic Deluxe Bodrum Hotel olduğuna karar vermişti. Ben de böylece merakımı gidermiş olacaktım. İyi yaptım kötü mü yaptım bilemem ama izlenimlerimi Ters Dergi okurlarına aktarmak istedim.

Otel yatay mimariye sahip, 400 odalı, 80 bin metrekarelik devası bir yapı. Son derece lüks bir tesis. Özellikle yemeklerine şapka çıkarmak gerekiyor. Son yıllarda gittiğim en iyi mutfağa sahip otellerden biriydi. Oteldeki şezlongların tamamı kabana şeklinde. Kabanalar ücretsiz ancak otelin sonundaki özel alandaki dev kabanaların günlüğü 40 avrodan başlıyor.

Ancak konumu ve denizi için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Güllük Körfezi zaten kapalı bir koy. Kendini temizleyemiyor. Bir de üzerine buradaki üç otelin Maldivler tarzı beyaz kum getirip sahile dökmesi sonucu sahildeki deniz suyu iyiden iyiye bulanıklaşmış durumda. Suda dururken ayaklarınız zar zor görünüyor. Yani görüş mesafesi taş çatlasa üç metreydi. Normalde Bodrum’da 20-30 metrelere kadar görüş vardır. 

Üstelik sahildeki kum her yıl fırtınalardan dolayı denize kaçtığı için her yıl buradaki kumları yeniliyorlar. Her yeni kum deniz suyunun biraz daha bulanıklaşması anlamına geliyor.

Bir ara deniz kenarından yandaki otellere yürümek istedim. Normalde Kıyı Kanunu gereği kimse deniz kenarını kullanmaya engel olamaz. Titanic Otel ile yanındaki Lujo Otel sınırına geldiğimde denizin kapatıldığını gördüm. Çiçek dikilen dev saksılar iki otelin sınırını oluşturuyordu. Otelin iki güvenlik görevlisi de bu alanda nöbetteydi. 

Elimi kolumu sallaya sallaya deniz kenarından sınıra doğru yürüdüm. Denizden yandaki otelin alanına geçtim. İki güvenlik de hemen kalkarak geçemeyeceğimi söyledi. Israrcı oldum. Kıyı Kanunu’ndan bahsettim. Bu kez bana pandemi nedeniyle yasak olduğunu söylediler. Böyle bir düzenlemenin de olmadığını anlattım. Genel müdürlerini aramalarını çünkü yan tarafa mutlaka gitmek istediğimi söyledim. Benim ısrarcı, ‘gıcık’ bir müşteri olduğumu anlamış olacaklar ki, şöyle bir çözüm ürettiler: Bir güvenlik görevlisi bizi takip edecekti. 

Deniz kenarından Pina Yarımadası’ndaki otelin sınırına kadar yürüdüm. Ancak aynı zorluklarla karşılaşmamak için geri dönmeye karar verdim.

Kaldığım otelin tam karşısında Bodrum’a giden karayolu vardı. Her yıl oradan en az bir kere geçen, buradaki otelleri görür ve hayıflanırdım. Şimdi ise karşı tarafa bakıyorum. Yolun üzeri devasa çam ormanlarıyla kaplı. Bir zamanlar balkonundan baktığım otelin bulunduğu yer gibi. Körfezin bir tarafı yoğun bir otel yapılaşması ile kaplı, diğer tarafı hala bakirliğini koruyan ormanlarla… 

Elbette ülkeye yeni yatırımlar yapılsın, turistlerin geleceği tesisler inşaa edilsin. Ancak mutlaka bir plan çerçevesinde. Bodrum bugün doğası ve denizi ile güzel. Ormanı kesip, denizi doldurursan geriye ne kalır? 

Bodrum çoktan ekolojik sınırlarını doldurdu. Sadece bu üç otelle değil, aslında yıllar önce doldurmuştu. Ancak güçlü olan yapacağını yapıyor, devletten, halktan istediğini koparıyor. 

Yatırımcıların bence burada bir kabahati yok. A firması, X şirketi hiç fark etmez. O ormanın kesilmesine göz yumanlar, denizin kaçak doldurulduğunu görüp buna ‘yalandan’ dur diyenlerde en büyük günah.

O otele giderek bir günah da ben mi işledim bilmiyorum. Kendi prensiplerimi mi çiğnedim emin değilim. Tıpkı Üçüncü Boğaz Köprüsü’nü, Kuzey Marmara Otoyolu’nu ya da Üçüncü Havalimanı’nı kullandığım zamanlardaki hislere kapıldım. Şimdi ben de suça ortak oldum mu?

Devamını Oku

Ne olacak bu finduklarin hali?

Ne olacak bu finduklarin hali?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Bu yıl memleketim Ordu’ya fındık toplamaya gittim. Sanırım en son fındık bahçesine ilkokulda girmiştim, onda da sürekli oyun oynuyordum. Bu kez taktım sepeti belime, o ocak* senin bu ocak benim tam bir hafta fındık topladım. Bir Karadenizli için küçük bir şey olabilir ama benim için büyük bir başlangıç oldu. Fındığı yıllarca bir çerez olarak görürdüm ancak artık fındığa dair bakış açım kökten değişti. 

Fındık bahçemiz babamın doğup büyüdüğü Güngentepe ilçesinin Ağızlar Mahallesi’nde bulunuyor. Rakım neredeyse 1.000 metre. Yıllar önce bu yükseklikteki fındıkların rekolteleri bir yıl iyi bir yıl kötü olurdu. Ancak artık iklim değişikliği nedeniyle fındık her yıl daha da kötüye gidiyor. Son yıllarda hiç öncekinden daha iyi bir yıl geçtiğini duymadım. . 

Köyde iklim değişikliğinin izlerini sürmek için George Monbiot okumaya ya da Ömer Madra dinlemeye gerek yok. Kime sorsanız yıllar içindeki değişimi anlatıyor. Nisanda yağan karlar, kuruyan dereler, tişörtle gezilen aralık ayları… Örnekler saymakla bitmiyor. 

Tabii köylü için en önemlisi fındığı ilgilendiren kısımlar: Yani tam fındık meyvesinin filizlenme aşamasındaki don olayları… Bizim köyde işte hayat tam da burada düğümleniyor. Nisan ayında yaşanacak bir don fındığı yakıyor! Tüm yılı sevimsiz hale getiriyor. Ve artık neredeyse her nisan böyle bir durum yaşanıyor. 

İşler tüm yıla yayılıyor 

Fındık işinin zahmetli olduğunu bilirdim ancak bizzat meseleye el atınca söylenenlerin ne kadar da az kaldığını fark ettim. 

Bir kere olay fındığın daldan toplanmasının çok ötesinde… Tüm yıla yayılan bir işler silsilesi var. Gübreleme, ışkın denilen yeni sürgünlerin temizlenmesi, kartlaşmış fındık dallarının kesilmesi, bahçenin otlarının vurulması…

Sonra da fındığın toplanması… En önemli bölüm de burası. Akrabası, çoluğu çocuğu olanlar kendi fındığını topluyor. Olmayanlar ise yevmiyecilerle topluyor. Günlüğü bu yıl 150 TL idi. 

Üstelik artık yevmiyeci de çok fazla olmadığından araya hatırı sayılır kişiler sokup amele bulmak gerekiyor. 

Annem babamla birlikte bir hafta fındık topladıktan sonra bir yıl öncesinden sözünü aldığımız dayıbaşı* bize 12 günübirlik işçi getirdi. Dayıbaşının çift yevmiyesini hesaba katınca toplam 2100 TL bir günlük fındık toplama için ücret ödendi. 

Fazla hesaba kitaba girmeden sadede geliyorum. Tarihinde en fazla 1700 kilo fındığın çıktığı bahçemizde bu yıl 400 kilo fındık oldu. Fındığın kilosuna tüccarlar 22 TL veriyor. 

Bu yıl fındık satışından 8.800 TL para kazandık. 2100 lira işçi masrafını çıkınca geriye 6.700 lira kalıyor. Bununla da tüm yıl bahçeleme (otların temizlenmesi vs), gübreleme vs gibi tüm işleri yapmanız gerekiyor. Özetle kazanılan tüm para masrafa gidiyor. 

Aslında yapılacak iş değil. Emeğinin hiçbir zaman karşılığını alamıyorsun. Bahçeyi toplamasan köylü ayıplıyor, toplasan yorgunluğuna değmiyor. İki ucu… 

Köyde bir laf var: Fındık dalda kalmaz. Evet öyle oldu, bu yıl da dalda kalmadı. Ancak nasıl kalmadığına bu yıl bizzat tanık oldum. 

Fındık bitimine doğru köylülerin birbirine sorduğu soruyu ilk başlarda anlamamıştım: “Fındığı kurtardın mı?” 

Sonradan anladım… Fındığın bitmesi meğer bir kurtuluşmuş. Bu yıl Ocak ailesi olarak kurtulduk. Darısı seneye… 

***

*Ocak, fındık dallarının olduğu her bir öbeğe verilen isim.
*Dayıbaşı, ameleleri organize eden kişiye verilen isim. 

Devamını Oku

Saros’tan ıslak ıslak bildiriyorum…

Saros’tan ıslak ıslak bildiriyorum…
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Hem cam gibi tertemiz bir deniz, hem yemyeşil bir doğa, hem sıcaktan bunaltmayan bir hava, üstelik bir de bedava tatil arıyorsanız size nokta atışı adres veriyorum, lütfen not ediniz. Tabii ki her güzelliğin olduğu gibi bu tatilin de bir bedeli var…

Pandemi kısıtlamalarının ardından halen otelli bir tatil yapmadım. Kendimi doğanın kollarına bırakmaya devam ediyorum. 

Önceki hafta ailemle Saros’a gitmeye karar verdik. “Daha önce gitmediğimiz bir yeri tercih edelim” dedik. Birkaç blog ve sosyal medya araştırmasından sonra Gökçetepe Tabiat Parkı’ndaki kamp alanına gitmeye karar verdik. İnsanların otel yerine kamp alanlarına gitmeyi tercih ettiğini bildiğimden erken davranayım dedim. Cumartesi sabahı daha gün ağarmadan İstanbul’dan yola koyulduk. Dokuz yaşında kızım Zeynep Mira, eşim Özlem’e Saros’un yolunu tuttuk. 

Bir gün öncesinde kamp yerini ne kadar aradıysak da telefonlara bakan olmadı. Cumartesi sabahı 7’de açtığımız telefona bir mesaj aldık. ‘Kamp kuralları için … Watsapp numarasını mesaj atınız.’ Mesajı attık, otomatik bir yanıt geldi. Israrla aramalarımızın ardından sonunda biri açtı ve saat kaçta orada olacağımızı sordu. “9’a doğru” deyince, “O zamana kadar dolar burası” cevabını aldık. Alanın 3 kilometrelik sahili var. Nasıl dolacağını aklım kesmedi bir türlü. 9.30’da Gökçetepe’ye vardık. Arabalar kapıda sıra olmuştu. Hakikaten almıyorlardı. Kendimize ıssız başka bir yerler bakındık. 3 kilometrelik sahili ormanlık alanı dışarıdan gördüğümde çadırların neredeyse tel örgülerden taştığını gördüğümde şaşırdım. Binlerce çadır vardı. Meğer cumadan herkes alana konuşlanmış. 

Bir ben, bir de benim gibi sonradan gelenler kaldı dışarıda. Gökçetepe’nin birkaç kilometre ötesinde kendimizi nispeten daha ıssız ancak yine etrafımızda çadırlar olan bir yer bulduk. Navigasyonlarda aramayınız çünkü gözükmüyor. Gözünüz deniz kıyısında olsun, arabaları gördüğünüz yerlere bakın. Yolu bozuk diye yılmayın, ısrarcı olun, belki arabanın altını bir iki kez toprağa sürtebilirsiniz ancak buna değecek inanın bana! 

Sonunda cennet bir mekana vardık. Etrafımıdaki çadırların çoğu da bizim gibi tabiat parkına giremeyip açıkta kalanlardı. 

Ancak o kadar kalabalıkla birlikte olmaktan ve binlerce kişinin kullandığı duşu tuvaleti kullanmaktansa yeni bulduğumuz alan daha cazip geldi. 

Pandemi karaborsası 

Aklımdaki en büyük soru ise bu kadar insanın nasıl çadır ve diğer kamp malzemeleri bulduğuydu. Kısa bir internet araştırması yaptım. Biz Türk toplumunu kampçılığa, outdoor’a alıştıran Decathlon’daki çadırların büyük kısmı tükenmişti. Büyük aile çadırlarını ikinci el her türlü eşyanın satıldığı Letgo’ya baktım. Normalde ikinci el çok daha uygun olması gerekirken aynen şu ifadelerin yer aldığı ilanlara rastladım: “Decathlon’da 690 TL olan çadır 850 TL. Çünkü stokta yok.” Gözlerime inanamadım. Sıfırından daha pahalı. Tam bir karaborsa… 

Şu sıralara otomotiv sektöründe ne yaşanıyorsa outdoor sektöründe de o yaşanıyor. İkinci el sıfırdan pahalı çünkü sıfır ürün yok. 

Bir outdoor düşkünü olarak bu duruma ağlamam mı gerekiyor, gülmem mi bilemedim.

Artık bu konuda da yeni normalimizin olması gerekiyor. Demek ki doğa tutkunu, izole tatil arayışında olanların sayısı fazla. Ancak düzenli kamp yerleri çok az. Yerel idarelerin ya da merkezi hükümetin bu konuda da yeni adımlar atması, insanları doğaya yönlendirmesi ancak bunu yaparken de gerekli altyapıyı yapması gerekiyor. Her yeri millet bahçesine çevirmeden! 

Dağlar taşlar çöp 

En büyük sorunlarımızdan biri de çöp. Saros'da deniz pırıl pırıl, cam gibi. Dalları denize değecek çamların görüntüsü ise inanılmaz. Hava sıcak ama sürekli esen rüzgârla bunaldığınız bir an olmuyor. Deniz suyu sıcaklığı ise ideal. 

Böylesi cenneti andıran bir bölgenin çöp yığınlarıyla dolu olduğunu görmek yüreğimi sızlattı. Burada kendimizden başka kızacak kimse yok aslında. Kilolarca yiyecekleri taşıyıp çöplerini ağaçların dibine, denizin kıyısına bırakmanın günahı bir başkasında olamaz. 

Her bir koya çöp tenekeleri konamaz. Bu işin kuralı alıp o çöpü geri götürmek. 

Kızım Mira ile birlikte deniz kıyısından topladığımız iki büyük boy poşeti tam 20 kilometre arabada taşıdık. Herkes doğada olmayı seviyor ama kimse korumuyor. Kendinden sonrasını düşünmüyor. 

Aman ormancı canım ormancı 

Saros’a kamp yapmaya gitmeden hemen önce Gelibolu’da çıkan orman yangını son dakika haberi olarak veriliyordu. Bunun da etkisiyle olacak ki tüm hafta sonu neredeyse saat başı orman ekipleri koy koy dolaşıp ateş ve mangal yakılmaması konusunda uyarılarda bulundu. Neyse ki benim yanımda kamp ocağım vardı. Ateş yakmayı zaten düşünmüyordum. Ancak mesai saatinin bitimine doğru ormancıların son devriyesinin ardından birden her yerde mangallar yanmaya başladı. Gece de pek çok çadırcının kamp ateşi koyları aydınlatıyordu. Sonradan anladım ki ormancının devriyeleri mesai saatleri içinde oluyormuş, mesai sonrası kimsenin gelip gittiği yoktu. Aklınızda bulunsun ateş ya da mangal yakmak isterseniz mesainin bitmesini bekleyin! 

   Benim yemek planım ise başkaydı. Yanımda zıpkınım, oltam takım taklavat tamamdı. Önce deniz kestanelerine yeltendim ancak balıklar daha cazip geldi. Bir tavalık birkaç karagöz vurdum. Bir de adının konradan kupez olduğunu öğrendiğim bir balıkla tanıştım. Hepsini kamp ocağımla pişirdim. Konaklamanın ardından akşam yemeğini de bedavaya getirdim. Daha ne olsun… İşte pandemide aradığım tatilin en güzeli!

Devamını Oku

Dağlar seni zirve zirve gezerim

Dağlar seni zirve zirve gezerim
0

BEĞENDİM

ABONE OL

   Bundan tam üç yıl birkaç dağsever arkadaşla Aladağlar’a gitmeye karar verdik. Aladağlar’ın daha hangi şehirde olduğunu bile bilmiyordum. Meğer Niğde’deymiş. “İyi” dedim, görmediğim şehirlerden birini daha görecektim… 

   Hayatımda dağcılık faaliyeti yapmamış ben, olayı iyi bilen ekip arkadaşlarımla birlikte 2 Ocak’ta Aladağlar Milli Parkı’na gittik. Fantezi o ya, yılın ilk kış faaliyetini yapacaktık. 

   Biz Türkler’in içindeki bu fantezi aşkı batsın. Sen güzel güzel önce yazın bir çık o zirvelere, çıkabilirsen bir de kışın denersin. 

   Ezcümle hayatımdaki dağcılık faaliyeti en ‘hardcore’ haliyle başladı. 

   Evdeki hesap dağa uymadı 

   Niğde’nin Çamardı ilçesine vardık. Çukurbağ Köyü’ne konuşlanıp yürüyüşe başladık. İlk saatler her şey çok güzeldi. Ayak bileğimize gelen karla kartopu yapıp atıyorduk birbirimize. Ancak yukarılara çıktıkça işler değişti. Önce dizimizi sonra göğsümüze kadar geldi kar. Normalde 8 saatte çıkılıp inilen Emler Zirvesi’nin yarısına bile varamadan geri döndük. 

   Dağcılıkla ilgili öğrendiğim ilk cümle şu oldu ve çok sevdim: “Dağ yerinde duruyor. Olmuyorsa zorlama, yine gel ve dene…”

   Sonraki yıl yine gittik. ‘Bu sefer fantezi yapmayalım, karlar daha başlamadan gidelim’ ama yine bir kış faaliyeti olsun dedik. Yazdan yeni çıkmış Niğde’de coşkulu bir yürüyüşe başladık. Hava o kadar sıcaktı ki kalın montlarımızı, eldivenlerimizi katıra verip tişörtle yürümeye başladık. 

   Yine yukarılara çıktıkça işler değişti. Önce polarları giydik, sona kat kat tişörtleri, artık sırt çantamızda ne varsa üzerimize geçirdik… Sonra da giden katırların ardından ağıt yaktık: “Vermez olaydık montları…” 

   Kamp yerine bile varamadık

   Önce soğuk, ardından kar yağmaya başladı. Hay böyle şansa… Normalde zirveye çıkmadan önce kamp atacağımız yere bile gelmeden ilk bulduğumuz düzlüğe çadırları kurduk. Aşağıda 20 derecelerde olan hava sıcaklığı yukarıda sıfır dereceye düştü. Yukarısı dediğimde 3 bin metrenin üzeri… Emler Zirvesi yolundaki meşhur Çelik Buyduran (donduran) ana kampına bile varamadık. 

   Gece boyunca kar yağışı devam etti. Bir ara çadırdan gelen hışırtılara uyandık. Meğer ekip lideri çadırlarımızın üzerindeki karı temizliyormuş. O temizliği yapmasa üzerimize yağan kardan boğulacaktık neredeyse. 

   Zor geçen gecenin ardından sabah çadırdan kafamızı uzattık. Sanki başka bir dünyada gibiydik. Bir gün önce güneşli günde güle oynaya başlayan yolculuk başka bir dünyaya evrilmişti. Her yer sisti. Yanımızdaki çadırı bile göremiyorduk. En az 1 metre kar… 

   Değil Emler Zirvesi’ne tırmanmak, geri dönüş yolunu zor bulduk. Yine bir hayal kırıklığı…

   3. zirve denemesi

   Bu kez aklımız başımıza geldi. Temmuz’un ikinci haftası çıkmaya karar verdik. Yani geçen hafta yine aynı yerdeydik. Kar yağmama garantili bir havada Niğde’ye vardık. Hedef aynı: Emler Zirvesi. 

   Bu kez de olmuyorsa artık tamamen vazgeçecektik bu sevdadan. 

   Çukurbağ Köyü’ndeki Ahmet Üçer’in pansiyonunda güzel bir sabaha uyandık. Ağır eşyaları katırlara yükleyip yola koyulduk. 6 saat sonra bu kez Çelik Buyduran Ana Kampı’na vardık. Çadırları kurduk. Gece tedirgin uyuduk ama bir sürpriz olmadı. Sabah günlük güneşlik bir güne uyandık. Zirve yoluna girdik. Üç saat sonra üç yıldır çıkamadığımız Emler Zirvesi’ne nihayet ulaştık. 3723 metrede neredeyse bir saat kaldık. Uzun uzun manzarayı seyrettik. Normal dağcılar için küçük ama bizim için büyük bir faaliyetti. Üç yıllık hasret sona erdi. 

   Aslında zirveler bahane. Dağcılıkla uğraşmak, dağlara gitmek, doğayla başbaşa olmak inanılmaz keyifli. Özellikle biz şehirlerde her gün stres yüklenen beyaz yakalılar için tam bir inziva yeri. Keyifsiz gibi anlattığım o kar dolu maceraların hepsi burnumda tutuyor. Bu dağların her mevsimi ayrı güzel. Önemli olan tedbiri elden bırakmamak ve mutlaka bilen birilerinin peşine takılmak. Yoksa dağların şakası yok. 

   Pandemi yoğunluğu 

   Sahi ‘inziva’ demişken hemen bahsedeyim. Her yıl gittiğim Aladağlar bu kez hınca hınç doluydu. Özellikle bizim gibi ekspedisyon için değil de sadece gezmeye gelenler oldukça fazlaydı. Bizim bulunduğumuz yerin birkaç km ötesindeki Emli Vadisi’ndeki kamp alanında boş yer yoktu. İşin profesyonellerine sordum. ‘Pandemi etkisi’ dediler. Pandemi nedeniyle insanlar artık oteller yerine daha izole yerlere gitmeyi seçiyor. 

   Aladağlar’dan gelir gelmez Saroz’a kamp yapmaya gittim. Oradaki durum da farksızdı… Düzenli kamp alanı Gökçetepe Tabiat Parkı’nı görünce gözlerime inanamadım. Binlerce çadırcı gelmişti. Girişten ‘sosyol mesafe’ nedeniyle daha fazla insanı içeri alamayacaklarını söylediler. Zaten içeridekileri görünce benim de giresim gelmedi. Saroz’da başka yerler aramaya başladım. Yine harika bir yer keşfettim. Arayan buluyor sonuçta… Onu da anlatacağım ama Saroz da haftaya kalsın… 

   Mizahla kalın, hoşçakalın… 

Devamını Oku

Pandemi tatili diye buna derim!

Pandemi tatili diye buna derim!
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Bu yıl tatil planları konusunda kafalar karışık. Nereye gideceğiz, nasıl gideceğiz, az kalabalık yeri nereden bulacağız, karavan mı kiralasak, Ege’de küçük bir kasabada pansiyonda mı kalsak, yoksa Airbnb’den ev mi baksak? Soruların bini bir para… Şu sıra kafam rahat çünkü kendime bu soruların hiçbirini sormuyorum. Cevabını buldum, hem hesaplı hem de fiyakalı. Nasıl mı? Buyurunuz… 

Benim doğup büyüdüğüm memleketim Zonguldak’ın Kdz Ereğli ilçesi. Hani pandemi yasakları zamanı adını ‘Artı Zonguldak’ diye sıkça duyduğumuz yer. Üniversiteye kadar burada yaşadım. Şimdi o yıllara bakıyorum hiç yaşamamışım gibi. Artık her gittiğimde yeni ve güzel bir yerini keşfediyorum. Yaşamamış değil de bakmamış, bakmasını bilememiş diyelim. 

Son yıllarda böyle bir yerini keşfettim memleketimin. Merkeze 10 kilometre uzaktaki Köseağzı adı verilen koydaki kayalıklar. Karadeniz’in bu kısmında koylara ağız adı veriliyor. Her bir dere denize kavuşunca ağız yapıyor ve bu nedenle de hep bir yerin ağzı şeklinde isimler alıyor. Bir rivayete göre buranın adı Dombay (manda) Kayalıkları. Zamanında mandalar buraya inermiş (Üç tarafı denizle, bir tarafı uçurum sayılabilecek bir yamaçla çevrili kayalıklara hangi mandanın inebildiği ise yıllardır kafamda soru işareti) . O yüzden bu ismi almış. 

Tatilimin bir kısmını burada arkadaşlarımla geçirmeye karar verdim. Bu kez eski yüzme takımından arkadaşlarım Emrah Yapıcı ve Korhan Günaydın var yanımda. Artık profesyonel kampçı sayılıyoruz. Yanımızda piliç çevirme aletinden cezvele, patlamış mısır, pavurya bacağı kıracağına kadar envai alet edevat var. Meşe odunu bile aldık, denizin kıyıya vurduğu odunları beğenmezsek diye. Çadırları, tulumu, şişme yatağı, sandalyeyi, masayı, gölgeliği söylemiyorum bile… 

Üç patlağa üç parmak 

Yüzerek 15, botla 20 dakika kadar sürüyor. Tabi bu eski yüzücü biz sporcular için. Bazıları için yarım saatin üzerinde… Yükümüz fazla olduğu için şişme botla gidiyoruz. Botun kürekleri yok. Yüksek beygirli bir motoru da yok elbette. Ayağımıza taktığımız paletlerle tek beygir gidiyoruz. 

Şişme botu sadece buraya gitmek için kullanıyoruz. O yüzden yılda bir iki defa ancak açıp kullanıyoruz. Ancak nereden oluyorsa sürekli yeni delikler çıkıyor. Tam her şey hazır yola çıkacağız. Üç delik çıktı bu kez. Yama da almamıştık yanımıza. Kol bandıyla bantladık botu. Suyun yapışkanı bu kadar çabuk bozduğunu yola çıktıktan 5 dakika sonra anladık. Sonraki 15 dakika boyunca her birimiz bir deliğe parmak basarak ilerledik. Neyse ki delik sadece üç taneydi ve biz de üç kişiydik. 

Su almadan sağ salim kayalıklara varmayı başardık. Eşyaları bir bir kamp yerine taşıdık. Buradaki denizden 5-6 metreyi bulan kayalıkların tam ortası kum kaplı. Büyük ihtimalle kışın dev dalgaların getirdiği kumlardı bunlar. Çadır için biçilmiş kaftan. Çadırları kurup iki günlük kampımıza başladık. 

Bugüne kadar 70’ten fazla ülkeye gittim. Maldivler’de köpekbalıklarını seyrettim. Karayipler’de sörf yaptım. Kuzey Denizi’nde balina safarisine çıktım, Maimi sahillerinde yüzdüm. İnanın burada bulduğum huzuru hiçbir yerde bulamıyorum. “Abartma lan!” dediğinizi duyar gibiyim. Ancak sebebini ben bile tam olarak bilmiyorum. Kimsenin buraya gelmemesinden kaynaklı bir yalnızlık hissi mi? Şehirden uzaklaşmak mı? Acıktığımda denizden midye, pavurya çıkarıp ya da balık vurup yiyebilme ihtimali mi? Gün batımındaki güneşin gökyüzünü tablo gibi boyaması mı? Ya da gece Samanyolu’nu görebilmem mi? Sanırım hepsinden azar azar… 

Hele gün boyu ısınan kayalıkların sıcak yüzeyine gece  sırtımı dayayıp denizin sesini dinleyerek içimdeki Can Yücel’in Karadeniz versiyonu ortaya çıkınca değmeyin keyfime… Sabah çadırın fermuarını açıp 5 metreden suya atlamanın bende tarifi yok zaten. En güzeli ne biliyor musunuz? İnternet yok, telefonsa sadece kayalığın en ucuna geçtiğinizde biraz beklerseniz geliyor. O da sizi merak edenlere “Bizi yiyiz” demek için yetiyor. Sonra yine sinyal yok. 

Maske yok. Sosyal mesafe yok. Yeni normal hiç yok. Bu kayalıklarda hep eskisi gibi. Yanında sevdiğin dostun, eşin, arkadaşın… Muhabbet sıcak ve uzun. Bu kayalıklardaki iki gün bir haftaya eşdeğer. Denizden çıkan midyeler, pavuryalar, balıklar açık büfe gibi. Üstelik ne resort’ler kadar pahalı, ne de koronavirüs riski var. 

İlla böyle bir tatil için Dombay Kayalıkları’na Kdz. Ereğli’ye gitmeye gerek yok. Aradığınız yer kimi zaman hemen yanı başınızda olabiliyor. Yeter ki bakmasını bilin! 

Devamını Oku

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.