34,9739$% 0.16
36,7420€% 0.28
44,1241£% -0.32
2.974,72%-1,04
2.647,78%-1,18
10.125,46%0,66
28 Temmuz 2023 Cuma
Kar, kış, kıyamet: Abdülkadir Tamer'den bir öykü
Kaleminin gücüyle ayakta kalan babam: Burhan Arpad
... Ve Zonguldak
Yer altında Romanlar ve Gebenler
"Göğü kucaklayıp getirdim sana, kokla açılırsın"
İçimdeki cinayet (Altıncı Bölüm-FİNAL)
Bu dünyadan Serdar Gilkal geçti. Karikatür dünyamızda kendine özgü mizah diliyle tiryakilik yaratmış bir dahiydi Serdar… 29 Ağustos 2012'de yitirdiğimiz dostumuzu yakın arkadaşı Sait Oktay'ın kaleminden yeniden hatırlıyoruz.
Ben: İyi günler Serdar Bey, bu röportaj için bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Serdar: Hahahaha, benle röportaj ha, Serdar Bey ha? Hahahaha…
Ben: N'aapayım oğlum, öyle yazdım olmadı, böyle yazdım olmadı, bari senle röportaj yazısı şeklinde bir şeyler hazırlayayım dedim.
Serdar: İyi madem, n'aapalım dediğin gibi olsun. Biliyorsun, eskiden olsa böyle bir şeyi hayatta kabul etmezdim.
Ben: Evet etmezdin. Neyse bu giriş yazısını fazla uzatmadan sorularıma geçeyim. Bize kısaca öz geçmişinizi anlatır mısınız Serdar Bey?
Serdar: Oğlum çok saçma lan, içimden hep gülme geliyor. Peki peki söyleyeyim; 1963 Bursa doğumluyum. Bursa’da Setbaşı’na doğru olan yerde geçti çocukluğum. Hani sana göstermiştim; Ünlü Cadde'nin devamında eski Bursa evlerinden birindeydi evimiz, dar sokaklarda top oynardık. Sonra azcık büyüyünce okula gönderdiler. Bilirsin okulları hiç sevmezdim. Babamın memuriyeti nedeniyle birkaç farklı şehirde okul hayatım geçti. Şimdi senin aklında sadece Çumra kalmıştır. Orası da var tabii ama daha başka yerleri de dolaştık. Babam emekli olunca, Gemlik’e mi, Mudanya’ya mı yerleşsek diye düşünürken tercih Mudanya oldu. 1980’de lise ikide Mudanya lisesine kaydoldum ve başka bir hıyar yokmuş gibi gelip senin yanına oturdum.
Ben: Ayıp oluyo ama… Yok lan yok, de aklına ne gelirse. Şimdi ben de, beğendiğimiz kızlara kod adı takardık ya hani, onu diyecektim.
Serdar: Sahi ya, birine “İks”, başka birine “Dünya”, yine başka birine “Kıymalı Makarna” derdik, başkası durumu çakmasın diye.
Ben: Hahaha… Hiçbir kıza yüz vermiyorsun diye kızlar da sana “Lord” diye isim takmışlardı. Dersleri pek takmayıp, deli gibi karikatür çizme derdindeydik. Hele sen…
Serdar: Sorma, bir hafta içinde, beşer karikatürden üç-dört posta karikatür yollardım. Bak çok iyi de top oynardım. Maç yaparken bana Cruyff’un lakabı ile Sarı Fare diye seslenirlerdi. Biliyor musun, karikatüre harcadığım enerjiyi futbola harcasaydım anlı şanlı futbolcu olur, transferde voliyi vururdum.
Ben: Aman efendim, önce vole vuracan, sonra voliyi değil mi?
Serdar: Gaaaaa… Kötü espri no, beş bin sekiz yüz on üç… Sen sus ben anlatayım, kötü espri ile bölme.
Ben: Tamam tamam, sen devam et.
Serdar: Okul sırasında otururken ben hep kovboylu, kızılderili şeyler çiziyordum. Zaten çocukluktan beri çizdiğim pek çok kovboy hikayeleri vardı… Hatırlıyor musun, önceleri divit uçla çizmeye çalışırdık, sonra bir mimar, rapido kalem ile çizin diye tavsiyede bulunmuştu. İyi niyetli ama yanlış bir tavsiye olduğunu geç öğrendik. Yine aynı okulda olan ama fen sınıfında olan Levent (Elpen) de bize katılmıştı. Üçümüz birlikte okulda duvar mizah gazetesi hazırlardık. Bak unutmadan söyleyeyim, o kadar yer dolaşmıştım ama o sınıf arkadaşlığı gibi arkadaşlık hiçbir yerde görmedim. Bunu şimdi değil, o zamanlar da söylerdim. Lisede sana periyodik cetveldeki elementleri nasıl ezberletmiştim ama…
Ben: Evet, toprak alkali metaller grubu olsun, gazlar grubu olsun hala aklımda. Arada bir ortamlarda söyleyip sayende havamı atıyorum. Peki, liseden sonrasından biraz bahsetsen…
Serdar: Liseden sonra Levent ile birlikte Bursa Hakimiyet gazetesine gittik. Bize “Genç Çizerler“ başlığı ile sayfa verdiler. Bu sayfada Yılmaz Aslantürk’ün, Ufuk Uyanık’ın, Levent Gerçek’in, Erhan Atılgan’ın da çizgileri yayınlandı. Sonra Yılmaz, Levent, sen, ben aynı gazetede Çuvaldız mizah sayfasını uzun süre hazırladık. Derken efendim, Çuvaldız sayfası mizah dergisine dönüştü. 12 sayı kadar dergi olarak çıktı. Ancak dış güçler Çuvaldız’ın tekrar sayfa olarak çıkmasını istedi, öyle de oldu. Yılmaz ile ben bir taraftan da gazetede muhabirliğe başlamıştık. Levent sayfa sekreterliğini seçmişti. Daha sonra 1987’de Yılmaz ile birlikte Olay gazetesinde Gülmece Bilmece diye dergi hazırladık. Yılmaz okulu bitirip askere gidince, onun yerine sen geldin.
Ben: He biliyom… O dergi de epey bir zaman çıktı. Ben de ayrılınca, sen tek başına Bursa’da kalıp sayfalar hazırladın.
Serdar: Siz Yılmaz ile İstanbul’daydınız. Ben de vatani vazifemi kazasız belasız yapıp bitirince, arada sırada sizin yanınıza uğramaya başlamıştım.
Ben: Dur yahu, biraz askerlikten bahset. Senin gibi birinin askerlik yapması pek olacak iş değil.
Serdar: Hahahaha… Yaptık işte kazasız belasız, karıştırma. Bir kere Bulgar casusu diye ihbar edilmiştim. Malum 1988’de Bulgaristan ile aramızda gerginlik vardı. Casus olarak ihbar edilmeme sebep ise, cep radyosundan klasik müzik dinliyor olmamdı.
Ben: Hahahaha… Alem adamsın vesselam. Senin klasik müzik sevgin malum. Peki askerlik sonrası?
Serdar: Dergilere gidip çalışmalarımı gösterdim. Pişmiş Kelle’nin ilk yıllarıydı, Engin Ergönültaş’a da işlerimi gösterdim. Bursa’da hazırladığımız dergide çizdiğim, “Lanetliler”den örnekleri de kendisine göstermek üzere yanımda getirmiştim. Onları hiç kurşun kalemsiz, doğrudan mürekkep ile çizdiğim için sen, “Bunları gösterme” demiştin. Seni dinlemeyip onları gösterince Engin abi, “Hah işte böyle şeyler” yap demişti. Böylece Lanetliler Pişmiş Kelle’de tam sayfaya yakın yayınlanmaya başladı. O köşede yıllarca içimi döktüm durdum.
Ben: Ve de Pişmiş Kelle okuru senin yaptıklarını çok sevdi. Bu tarafta hala namın yürüyo oğlum.
Serdar: Yok be unutmuşlardır… Yine de unutmayan varsa sağolsunlar… Pişmiş Kelle kapandıktan sonra başka dergilerde de Lanetliler’i çizmeye devam ettim. O dergilerin içinde, Kırmızı Alarm bana Kelle’den sonra en sıcak, en samimi gelen dergi olmuştu… En son biliyorsun, Bursa’da yine Olay gazetesinde sen, ben, Zeki (Bulut), Kemal Tipioğlu ile dört yıl sürecek Lodos mizah sayfasını hazırlamıştık… Söylemeden edemeyeceğim; hiçbir zaman gazetelerde olsun dergilerde olsun, sosyal güvenceli yapmadılar beni.
Ben: Lodos sayfasının tanıtım reklamı olarak havada uçuyormuş gibi fotoğrafımız vardı. Onu burada kullanmamızı ister misin? Sen fotoğrafının yayınlanmasını istemezdin de…
Serdar: Sanki yine istemem desem fotoğrafı koymayacakmışsın gibi soruyorsun. Yayınlayın anasını satayım, hepsini yayınlayın. Gözüm karardı artık.
Ben: Peki son olarak, nasıl rahatın iyi mi orada?
Serdar: Üf, hem de nasıl… Siz derdinize yanın. Hahahaha şaka lan şaka… Pek çok sevdiğim insan zaten bu taraftaydı, devamlı da gelmeye devam ediyorlar. Yalnız değilim yani. Hala sizin o tarafta olan sevdiğim insanlar var tabii. Onlar beni merak etmesin. Kendilerine iyi baksınlar. Elbet bir gün kavuşacağız.
İç ses: Oğlum lan… Behzat, Yılmaz ile ilgili anılarını yazsana deyip duruyor, epey zaman da oldu. Behzat'a yazıcam, yazıcam deyip duruyorum ama yazmıyorum.
Dış ses: Biliyorum, yazmayışına asıl sebep, bilgisayarının olmaması değil… Adam ters, bir patavatsızlık yaparım diye tırsıyorsun.
İç ses: Hahaaa! Adam ters, Ters Dergi de ters… Burdan yürüyüp yazıyı kotarırım. (Kotarmak, Tekin Aral abi bu lafı çok kullanırdı, bak rahmet istedi.)
Dış ses: Rahmet olsun. Hadi anlatmaya başla. Hem bu yazış yöntemini Faruken Bayraktare yapmıştı, şimdiden söyleyeyim de sonra laf olmasın.
İç ses: Doğru valla şimdi aklıma geldi, evet yapmıştı. Ben öyle dümdüz yazmaya geçiyorum, sen aradan çekil.
Dış ses: Tamam.
Şimdi biz bu Yılmaz'la 82'de mi, 83'de mi ne, Bursa Hakimiyet gazetesinde karşılaştık. Gazetede karikatür çiziyorduk. Karşılaştık diyorum ama o benim gazeteye gitmediğim bir zamanda gelmiş, önce Serdar Gilkal ile tanışmışlar. Ben sonradan tanıştım. Serdar ile bizim evler Mudanya'da olduğundan Serdar hemen gelip bana Yılmaz'dan bahsetmişti. Üçümüzün de lise bitmiş, karikatür çizme hevesi bizi bir araya getirmişti. Yaşıttık; hatta ben ondan sadece bir gün büyüktüm. Bunu Kadıköy'deki aynı evde kalırken öğrenmiştim. Evde kalmaya başladığı ilk zamanlarda aynı gün doğumluyuz diye söylemişti. Meğer evde kalabilmek için, sempatiklik olsun diye dümenden öyle demiş. Bir gün bu, az zaman değil tabii…
Yukarıda "üçümüz" dedim ama Leven Elpen ile Levent Gerçek de hazırladığımız sayfada karikatür çiziyordu. İki Levent'in de çok güzel çizgisi vardı. Gerçek olan Levent bizimle çok kalmadı, başka gazeteye geçti. Yılmaz gazetede düzenli maaş almaya geçmediğimiz zamanlarda, sırtına "tabela yazılır" yazısı asarak Bursa'daki iş yerlerini dolaşır, ekmek çıkarmaya çalışırmış. Bir gün Levent Gerçek'in babasının iş yerine de uğramış. Adamcağız Yılmaz'ın bu çabasını çok taktir etmiş ve akşam evde Levent'e güzel bir fırça kayarak, isim vermeden Yılmaz'ı övmüş. Levent tabii o tabelacı çocuğa illet olmuş. Sonradan Yılmaz ile Levent beraber reklam ajansı kurduklarında Yılmaz'ın o tabelacı çocuk olduğunu öğrenmiş. Muş, miş diye yazıyorum, çünkü bunları Levent anlattı.
Bursa'da gazete eki olarak Çuvaldız adlı mizah dergisi çıkarıyorduk. Yılmaz derginin logosunu gayet güzel hazırlamıştı. Yalnız üniversiteyi okumaya İstanbul'a gittiği için ancak hafta sonları dergi için çalışabiliyordu. İstanbul'dan gelirken de Erim Bayrı'dan, Aptülkadir Elçioğlu'ndan karikatürler getiriyordu. Biz de isimlerini o zamanlar Gırgır'ın arka sayfasından bildiğimiz bu insanlarla gıyaben de olsa, Yılmaz sayesinde arkadaş olmuştuk. Gecikmeli olarak ikisi ile sonradan tanıştım. Erim ile yakın arkadaş oldum. Aptül ile zaten Gırgır'da beraber çalıştık. Erim anlatmıştı; okula ilk başladığında derse geç gelmiş, derse geç geldiğinden başka yanında kağıt kalemi de yokmuş. Haliyle yanına oturduğu Yılmaz'dan önce kağıt, sonra kalem istemiş. Yılmaz bu durur mu, yapıştırmış cevabı; “Aaa iyi yere dükkan açtık.” Erim “Eyvah nereye düştüm ben böyle”diyerek korkmuş Yılmaz'dan. Tabii sonradan Yılmaz'ın samimiyet nişanesi olarak böyle konuştuğunu idrak etmiş. Dedik ya başta, adam ters diye, samimiyeti bile ters…
Yılmaz ile Serdar Gikal gazetede benden fazla görüşüyorlardı. Kendi dünyalarında nasıl ortak bir atmosfer oluşturdularsa, çok saçma ama çok güzel kelime oyunları yapıyorlardı. Hatta bilinmedik bir dilde ortak şiir yazıyorlar, ben dahil diğer insanların garip bakışlarına maruz kalıyorlardı. Mesela şiirlerinden şöyle bir mısra hatırlıyorum; Etim hörkerken, timinin hipleri… Meali “Çoban ateşin başında oturuyor” gibi bir şeydi. Serdar Gilkal'a da rahmetler olsun…
Bursa'daki günlerimizden birinde Yılmaz bizi İstanbul'a götürmek için program yaptı. Mudanya'dan Bursa'ya gitmekte bile zorlanan benim için bu olmayacak bir şeydi ama gitmek de istiyordum. Ayarlanan gün, Yalova-Kartal-Kadıköy aktarmalı olarak İstanbul'a gittik. Yalnız bana çok garip gelen bir durum vardı: Yalova'da otobüsten inince vapura koşturuyor, vapurdan inince dolmuşa koşturuyorduk. Amaç bir an önce bineceğimiz vasıtada yer kapmaktı. E diğer insanların canı yok mu, yükü olanlara, koşamayanlara yazık değil mi? Meğer bu koşturma, diğerlerini ekarte etme, şehirde yaşayabilmek için gerekli bir şeymiş. Bir çeşit şehir geleneği yani. Yumurtaya önce varmak için koşturan spermler gibi işte… Sonradan Yol filmini seyrettiğimde de böyle minübüse koşturma sahnelerini görmüştüm. Filmin o koşturma sahneleri Mudanya'da çekilmişti ama normalde Mudanya'da kimse koşturmazdı. Araç dolduysa bir sonrakini beklerdik. Neyse, Yılmaz sayesinde İstanbul'un yolunu öğrendim ya, artık kendi kendime ara sıra İstanbul'a gidebiliyordum.
Yılmaz'ın okula girdiği ilk sene Adnan Lavkan bunların bir dersine girmiş. Yılmaz anlatmıştı, "Bir şey yapın" demiş adam, "Bir şey yapın size ait olsun… Aspirin gibi, Red Kit gibi marka olsun…" Yılmaz adamdan çok etkilenmiş, "Kocaman parmakları vardı, masaya iki elinin parmaklarını birbirine kenetleyip, gözünü bize dikerek konuştu. Benim hayalimdeki tek şey onun dediğini gerçekleştirebilmek" demişti Yılmaz.
Yılmaz MSÜ'de okurken pandomim ile de ilgilenmeye başlamıştı. Bursa'dayken de Bursa Devlet Tiyatrosu'nda çalıştığını biliyordum. Bursa'daki tiyatro çevresinden arkadaşı olan Erkan Can, Fatih Ürek bizim açtığımız karikatür sergisine gelmişler, anı defterine bir şeyler yazmışlardı. Elimde belgeler var, belgesiz konuşmam efendim. Aha aşağılara bir yere iliştirdim o yazıları. Neyse pandomim diyorduk… Yılmaz pandomimci arkadaşları ile o zamanlar Cenk Koray'ın sunduğu Tele Pazar programına çıkıyor, haliyle sözsüz olarak bir mesleği canlandırıyorlardı. Program, seyircilerden “Şimdi bu pandomimci hangi mesleği canlandırdı.” sorusuna cevap yollamaları üzerineydi. Yılmaz izleyicilerden gelen mektupları, bize aklında kaldığı kadarıyla anlatırdı. Mesela bir tanesi şöyle; ” O mandobincinin yaptığı, Sümerbank tezgahtarı taklidi.”
Benim de İstanbul'a gelip okumaya başladığım zamanlarda Kadıköy'ün göbeğinde ev bulmuştum. Yılmaz da evde kalmaya başladı. Yılmaz'ı ev sahibiyle tanıştırmaya gitmiştik. Ev sahibimiz çok ilginç, koltuğa değil de, koltuğun kolçağına tüner gibi oturan bir amcaydı. Hani Otisabi'deki Nejat Amca tipi var ya, tam o… Yılmaz o aralar askerken gelmiş, kendine yeni bir şekil vermek için abartılı favori bırakmıştı. Ev sahibimiz Yılmaz'ı görür görmez bağırarak, “Ar yu Meksikeyn, yuhahahaha” deyiverdi. Tabii biz de onun kahkahasını bastıracak kadar kahkahayı patlatıverdik. Yılmaz'ın titizliği sayesinde ev pırıl pırıl oluvermişti. Bir defasında eve hırsız girdi. Hırsız evden sadece Yılmaz'ın kocaman teybini alıp gitmişti. Oysa içeriki odada, o ara bizimle kalan kalan karikatürcü Kemal Can'ın çok pahalı fotoğraf makinesi vardı. Belki hırsız kanaatkardı, belki acelesi vardı bilmiyorum, sadece Yılmaz'ın teybini alıp gitmişti işte… Şunu da ilave edeyim, hırsız biraz da benim dalgınlığım yüzünden eve girmişti. Bu yüzden Yılmaz'a bir teyp borcum var. Gerçi şimdi ucuzlamıştır, alıveririm.
Gırgır'ın el değiştirmesi durumunun olduğu günlerde bizim ev karargâh gibi olmuştu. Sürekli buluşmalar, toplantılar yapılıyordu. Bir akşam yine toplantı yapılacağı haberi geldi. Eve gelenlere ikramda bulunalım diye Yılmaz güzel güzel yemekler yapmış, tatlı olarak da şekerpare hazırlamıştı. Yemek yenmedi, hemen mevzuya geçildi, yeni dergi tartışmaları başladı. Ortam nasıl olduysa birden gerildi. Herkes sinirli, patlamaya hazır… Yükselen ses tonları, imalı laflar, daha önce yaşanılmış olaylar… Yılmaz şekerpareleri herkese ikram etti, her alan alırken teşekkür etti, yenildi… Yani tartışmaya kısa bir mola verilmiş oldu. Sonra tekrar hararetli tartışmalar kaldığı yerden devam etti, öfkeli sesler tekrar yükseldi. Servet Gürbüz tartışmaları dinlerken, dişinin arasına kaçmış şekerparedeki fındık parçacığını kah ağzını büzerek, kah tırnağı ile çıkarmaya çalıştı.
Hıbır'cıların ayrılması ile Gırgır'a o dönem çok fazla gelip giden olmuştu. Bu dönemde Yılmaz da Gırgır'a geldi. Esprileri çıkmaya başladı. Sabahlama gecelerinde eğlenceli bir hava oluşturuyordu. Ağzı ile fotoğraf makinesinin sesini birebir çıkartıyor, biz de sanki o gerçekten fotoğraf çekiyormuş gibi ona poz veriyorduk. Gırgır el değiştirince Yılmaz, Avni Dergisi kadrosu içinde yer almıştı.
"Çıkmaya devam eden Gırgır ile bir bağımız yoktur" ilanında onun da adı vardı. Sonra o Pişmiş Kelle dergisini tercih etti. Derginin sayfa sekreterliği ile birlikte, arada kısa kelime oyunu esprilerden oluşan yazılar yazıyordu. Yazdıklarına vinyet olarak da kendini çiziyordu. Yazdıklarından aklımda kalanlar; Japon Prensi Kamişasu yürüdü mü, Taşimasu ile değirmen dönmez, seksman yağı, çamsa kızı çoban armağanı gibi o dönem çok tutulan şeylerdi. Yine o dönem çok popüler olan Dustin Hoffman'ın oynadığı Yağmur Adam filmi vizyondaydı. Film otistik birini anlatıyordu. Yılmaz'ın belki otistiklik derecesinde değilse de kelimelerle oynama, şarkı sözlerini tersten söyleyebilme marifeti vardı. Yılmaz'ın o filmdeki karaktere tip olarak benzerliğinden dolayı Engin Ergönültaş ona Otis diye hitap ediyordu. Çok temiz, tertipli, düzenli biri olduğunu vurgulamak için de Yılmaz'a ithafen otitis şeklinde nidası da olmuş idi. Derken efendim Otisabi karakteri oluşuverdi. Başımdan Geçti Bunlar başlığı altında, öğrenci evlerinde geçen hikâyeleri anlatmaya başladı. Elbette o hikayelerin oluşmasında Engin Ergönültaş'ın yönlendirmesi olmuştu. Tabii bu kadar yıldır Otisabi hikayeleri üretmesi başlıbaşına marifet. Bir keresinde bana, hikâyeyi bitirdiğim anda konusunu unutuyorum demişti. Bence bu kadar yıldır hikâyeleri sürdürmesi bu sayede mümkün oluyor.
Oğlumun doğduğu zamanlardı; Yılmaz, bizi ziyarete geldi. Mudanya'yı görünce, “Tabii buraları bırakıp gelir mi Sait Oktay İstanbul'a?" demişti. Sonradan o daha iyisini yapıp Datça'ya yerleşti. Ben henüz kendisini ziyarete gidemedim. Ziyaretine giden arkadaşlar, “Oğlum, Yılmaz pamuk gibi olmuş, o eski Yılmaz'dan eser kalmamış. Kedi besliyor lan.” diyorlar.
Yukarıda dedim ya, Kemal Can da bizde kalıyordu diye; hah beni Kemal ile Yılmaz tanıştırmıştı. Onun sayesinde Kemal Can'ı da tanıdım. Kemal bizi ailesiyle kaldığı evine yemeğe götürürdü. Kemal'in ailesi bu davetleri Kemal'in tüm arkadaşları için yaparmış. Böylesine sevecen, çok güzel insanlar… Yılmaz'a olan teyp borcumdan başka, beni onlarla tanıştırdığı için de teşekkür borcum var. Anaa! Borç listesi kabarıyor, yazıyı bitireyim en iyisi…
İyi günler size…
Behzat Taş: Alooo, Saidooo ne var, ne yok? İyice boşladın Ters Dergi'yi.
Ben: Eyvah yakalandık yine. Ya ne bileyim ya, olmuyor işte.
Behzat: Faruk Bayraktar ile anıların yok mu, onunla ilgili yazsana.
Ben: Olmaz mı, sürüyle var… Ama en güzellerinin hepsini Kemal Aratan, “Bir Gece Daha” hikayelerinde anlattı. O sabahlama hikayelerinde eni konu çizgi roman tipi gibi olmuştu.
Behzat: Vardır, vardır sende yine bir şeyler.
Ben: İlk olarak Gırgır’ın arka sayfasından onun ismini ve çizgilerini biliyordum. Sonra bir gün MSÜ’nün kütüphanesinin duvarında çizgisine rastladım. Elindeki odunu arkasına saklamış bir adam, susun işareti yapıyordu. Kütüphane ya orası, sessizlik istiyordu haliyle. Sonra Pasin-Benice çizgi film stüdyosunda karşılaştık. Çok sonra öğrenmiştim, TRT’de seksenlerde yayınlanan Uykudan Önce programının jeneriğini o yapmış. Belki hatırlarsın, hani o çocuklara uyumadan önce masal anlatılan program… Jenerikte bir çocuk uçan halı üzerinde gidiyordu, onu Faruk yapmış, en fazla 18-19 yaşlarındayken…
Behzat: Ne acayip adam ya.
Ben: Öğrenciyken Yılmaz Aslantürk gibi o da pandomim ile ilgileniyormuş. Benim Gırgır’da çalıştığım sıralarda Faruklar, Gırgır’ın bir üst katında Gölge Adam gazetesinin eki olarak Horoz diye dergi hazırlıyorlardı. Arada sırada aşağı iner, pandomim yaparak bizi güldürürdü. Aaa bak, o günlerden kalma Behiç Pekli, Faruklu bir anı aklıma geldi… Behiç Pek meşhur kılık değiştirmelerini yapmış, üst kata onlara bulaşmaya çıkmıştı. Üst kata çıkarken merdiven kenarında plastikten bir palmiye ağacı dururdu. Behiç Pek değiştirdiği kılık gereği taklit yaptığı kişi olarak konuşuyor:
“Bu ağaç ne burda? Kesecem bu ağacı…”
“Aman abi o Ertuğrul Akbay’ın ağacı, kesersen kızar.”
“Haaa o ağacın gölgesi mi bu şimdi?”
Gölge Adam Ertuğrul Akbay, Gırgır’ı hesapta satın almış gibi olunca, Faruk da onun kadrosunda kalmıştı. O zamanlar kendisine düşman gibi nefretle baktığımı hatırlıyorum. Çok sonradan, o zamanlar kendisine öyle baktığımı söylemiş, durumun tuhaflığına gülmüştük.
Behzat: Ee başka?
Ben: Başkası… Beraber çizgi film işinde çalıştığımız zamanlar var. Elindeki çizgi film planlarını yaparken masa altına bir ocak koyup, kendi kendine cezvede bir şeyler kaynattığını hatırlıyorum. Kimseye de bir şey demeden masa altına eğilip kalkıp bir şeyler yapıyor, sonra "cosss" diye bir ses geliyor, Faruk kendi kendine kıs kıs gülüyordu. Ne yapıyor diye baktım ki, meğer cezvede kurşun eritip, erittiği kurşunu başka kaptaki soğuk suya döküp soyut heykelcikler oluşturuyormuş. Gülmesi de o heykelcikleri insan, hayvan figürlerine benzetmesindenmiş.
Behzat: Aaa, ona benzer bir şeyi dergide Behiç Pek de yapıyordu. Yalnız o kurşun eritmiyordu da, kurşun yerine sürpriz yumurtalardan çıkan sarı muhafaza kutucuğunu kullanıyordu. Elektrikli ocak üzerinde metal kaşık içine koyduğu sarı plastiği eritir, ekseriyetle çıkan dede görüntülerine gülerdi.
Ben: Aynı kafadalar işte… Bilirsin belki, Faruk’un bir marifeti de istediği sayıda yellenebilmesiydi. Hatta çalıştığımız odadaki arkadaşlara sorar, kaç tane olsun diye, söylenen rakam kadar gaz çıkartabilirdi. Sekiz mi dedi karşıdaki arkadaş, sekiz kere "traaaz traaz" diye o sesi duyardık. Çalıştığımız çizgi film şirketi Şişli civarındaydı, öğle paydoslarında Şişli-Osmanbey arasında turlardık. Bu turlamalardan birinde o zamanlar çok ünlü olan bir manken kıza denk gelmiştik. Yolda yürüyen erkekler manken kızı canlı gördükleri için gözlerini ondan alamıyor, çoğu laf atıyordu. Faruk, “Bakın naapıcam şimdi.” deyip manken kıza yakın yürümeye başladı, sonra laf atan herifin birinin yanına yaklaşıp, herkesin duyacağı şekilde “traaz traaz” diye o sesi çıkardı. Adam allak bullak olmuş, manken kız, civardakiler ve biz gülmeye başlamıştık.
Behzat: Hahaha! Evet yapardı öyle şeyler.
Ben: 1994 yılında bir ara Faruk’la Oky Kemancı Bar’da DJ’lik yapıyordu. Oradaki işleri sabaha karşı bitiyordu. Benim o zamanlar kaldığım ev İstiklal Caddesi civarında olduğu için bir gece sabaha karşı bende kalmak istediler. İkisini alıp, eve gidiş kestirme olsun diye karanlık pasajlardan, bodrum katlarından falan geçirip eve getirdim. Zifiri karanlık onları epey ürkütmüştü. Başka bir sabaha karşı yine bana gelmek istemişler, ama benim geçtiğim yerlerden geçmeye korktukları için yolu şaşırmışlar, sonra bir otele gidip orada kalmışlar. Bunlar oteldeki aynalardan da işkillenmişler. Aynanın arkasında kamera olduğunu düşünen Faruk, aynaya karşı en olmadık hareketleri yapmış.
Behzat: Hahaha, valla yaptığı hareketleri tahmin ediyorum.
Ben: Bi de şey var, Faruk ve şimdi radyo sunuculuğu yapan bir arkadaşı Mudanya’ya bana gelmişti. Bizim eski evde babamın kuzine sobada pişirdiği tepsi kebabından yemiştik. Faruk o eski evi de, kebabı da çok sevmişti. Kebabın ismini de aramızda bekar uydurması diye değiştirmiştik.
Behzat: Tamam işte, yaz bunları.
Ben: Peki yazarım, ne kadar süre var?
Oğoooo alemin kralı geliyooo, geliyooo, geliyyooğo… Evet sayın seyirciler bu haftanın anı kişisi Behiç Pek. Bu giriş tezahüratı az, duyamıyorum, efendiiim, lütfen daha yüksek…
Behiç Pek’in dergi sabahlamalarında, bizi eğlendirmek için yaptığı kılık değiştirmeleri belki duymuşsunuzdur. Peki dergi katındaki elektrik şalterini indirip, ortalık mum ışığıyla hafiften aydınlandığında, yüzünü nemli peçetelerle kapatıp, cüzzamlı görüntüsüyle bizi korkutmasını? Çorabının topuk kısmına pişmiş elma koyup, maket bıçağıyla onu deşerek yüreğimizi ağzımıza getirmesini? Yanmayan sigara ucuna (süt şişesi kapağında olan) kırmızı varağı takıp, yanıyormuş gibi gözüken sigarayı kolumuza bastırmaya kalktığında, bizim “yapmaa” diye bağırmamıza gülmesini?
Ben görmedim bizim rahmetli Serdar Gilkal’a yaptığı bir bir şaka var, Serdar anlatmıştı: Behiç abi önce çekyat koltukta uyuyormuş gibi yapmış, sonra Serdar’ın odada olmadığı bir anda, üzerindeki kazağın içini gazete kağıtları ile doldurmuş, kazağın kol ucuna da nerden bulduysa protez bir el takmış. Tabii Behiç abinin bunları yaptığını sonradan anlıyor. Sözde kafa kısmını da üzerine örttüğü çarşafla saklamış. Sanırsın eni konu Behiç abi orada uyuyor. Sonra Engin Ergönültaş, Serdar’a “Bir saat sonra Behiç’i uyandırırsın” demiş ve oradan ayrılmış. Serdar prensipliydi, hemen saatine bakıp, uyandıracağı saati hesaplamış. Fakat bu ikisi, (Engin Ergönültaş İle Behiç Pek) yan odanın kapısından balkona geçmişler. Kış gecesi ayazında, Serdar’ın uyandırma esnasındaki tepkisini görmek için balkondan onu izliyorlarmış. Serdar içerisi aydınlık olduğu için balkondakileri göremiyor tabii. “Hiç abartısız bir saat o soğukta balkondan beni izlemişler. Kar da atıştırıyordu. Bir saat dolunca, uyandırmak için koltukta yatan Behiç Pek’e (Daha doğrusu makete), “Behiç abi, Behiç abi diye seslendim.” Uyanmayınca kolunu dürteyim dedim, küt kol yere düştü. Şaşırıp aaa demişim. Bunlar balkondan kahkaha ata ata içeri girdiler. Ben düşen protez elden çok, o soğukta o kadar zaman kalmalarına şaştım.” demişti Serdar… (Bu arada Serdar’ı da anmış olduk. Yattığı yerde dinlensin.)
Behiç abinin küfür ettiği hiç duyulmamıştır. Bir keresinde İstiklal Caddesi’nde karşılaşmıştık. Çiçek Pasajı’nın oradaki balıkçılardan balık almaya çıkmış. Balıkçılık yaptığımı bildiğinden bana, “Sen de gelsene, bayat balık koyuyorlar. Ben dikkat ediyorum ama nasıl yapıyorlarsa araya bayatlardan da atıveriyorlar.” dedi. Görev ve sorumluluk bilinci içinde gözlerimi dört açtım. Balıkçı bir çırpıda balıkları tezgahtan alıp tarttı. İçimden, “Ne kadar hızlı alırsan al, oradaki balıkların hepsi tazeydi.” diye geçirdim. Fakat öyle olmamış. Yolda yürürken “Poşetteki balıklara bir daha bakalım” dedi. Baktık, poşette bayat balıklar da vardı. Sanki ben yapmışım gibi utandım. Balıkçının el çabukluğu ile bunu nasıl becerebildiği üzerine epeyce düşündüm, hilesini bulamadım. Bir çeşit illüzyonistlik. En son, tezgah arkasında balık poşetlerini değiştirdiklerine kanaat getirdim. Ağzından hiç kötü söz çıkmayan Behiç abinin, poşetteki bayat balıkları gördüğündeki tepkisi ise sadece “Lavuk” demek olmuştu.
Engin abinin hastanede yattığı zamanlardı. Yanında sıra ile kalıyorduk. Benim kaldığım ev hastaneye yakın olduğu için yanında kalmak bana sorun olmuyordu. Bir yanlış anlama nedeniyle, benim sıramın olduğu gün hastaneye gitmemiştim. Gitmediğim için midir nedir, içime sıkıntı da çökmüştü. Evde Timur Selçuk’un “Böyledir akşamları İstanbul’un” diye başlayan şarkısı çalıyordu. Akşam üzeri yalnız kalan insanların üzerine sıkıntı başka çöker. “Böyledir akşamları İstanbul’un / Bir efkâr basar içini çoğu zaman / Çaresizliğin, yalnızlığın aklına gelir / Hatıralar kayar gider avuçlarından.” (Ümit Yaşar Oğuzcan’ın bu şiirini ayrı severim.) Böyle derbeder bir kafadayken kapıdan, pıt pıt pıt diye ses geldi. Sanki bir kedi kapıya patisini vuruyordu. Açtım baktım, aaa Behiç abi karşımda. Bir insanın kapıyı çalış şekli de karakterini gösterirmiş demek. Hastanede kalmam için beni çağırmaya gelmiş. Daha önce o eve hiç gelmemişti. Üstümü giyerken bir taraftan da evi nasıl bulmuş olabileceğini düşünüyordum. Hastanede Engin abiye evi tarif etmiştim, herhalde o söylemişti. (Yeşilçam Sokak’ta, hamamın karşısındaki apartman) O sokaktaki bakkala beni tarif edip, ondan yardım almış. “İnsanın bir şekilde arayıp soranının olması ne güzelmiş, hadi gidelim” dedim, gittik…
Yine aynı zamanlarda yaşadığım bir olay var. Uyuşturucu kullandığını anladığım bir kız bana sarkmıştı. Ben yüz vermeyince, herhalde beni kışkırtmak için “Sen erkek değilsin!” demişti. Halbuki erkektim. Bu lafı fırsat bilip oradan kaçtım. Ertesi gün de olayı Behiç abiye anlattım. Bana gülerek, “Sen de ona deseydin ki” dedi. “Eğer ben erkek değilsem, sen hiç değilsin.”
En son iki üç yıl önce karşılaştık. Yanımızda Apti (Abdülkadir Tamer) ve başka arkadaşlar da vardı. Haliyle eskilerden bahsediyorduk. Apti, Behiç abiye, “Sen burada yaptıklarını Avrupa’da yapsaydın orada şatolarda yaşardın” diye övgüde bulundu. Aslında övgü değil, gerçek. Gerçekten öyle olurdu, şatolarda yaşardı. Behiç abinin cevabı “Burada şato yok ya, ondan olmuyordur” şeklinde oldu.
Mizah dünyamızın yaşayan efsanelerinden sevgili Behiç abiye sağlık ve mutluluklar dilerim.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.