DOLAR

33,9008$% 0.03

EURO

37,6352% -0.04

STERLİN

44,6724£% -0.16

GRAM ALTIN

2.809,88%0,81

ONS

2.577,74%0,76

BİST100

9.685,49%1,73

İkindi Vakti a 16:38
İstanbul PARÇALI AZ BULUTLU 28°
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyonkarahisar
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkâri
  • Hatay
  • Isparta
  • Mersin
  • istanbul
  • izmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kahramanmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce
a
Sabri Şireci

Sabri Şireci

04 Ocak 2021 Pazartesi

Uykuyla uyanıklık arasında; ruhun ve gerçeğin sofrasında…

Uykuyla uyanıklık arasında; ruhun  ve gerçeğin sofrasında…
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Ruh: Merhaba geldiğin için teşekkür ederim.

Gerçek: Farkında olmaya hazır olduğunu düşünüyorum.

Ruh: Hazır mı? Sence yeterince azap çekmiyor muyum? Seninle konuşmanın tam zamanı! Artık daha fazla varmışsın gibi yaşamak istemiyorum. Varmışsın ve tüm her şey senin gözetimindeymiş gibi içimi rahatlatmak istemiyorum.

Gerçek: Neden burada buluşmak istedin, kalbin ve aklın sınırları dışında? 

Ruh: Çünkü ikisi de seni görmekte zorlanıyor. Varlığından, sonuçlarından ve yapılması gereken şeylerden, alınması gereken zor kararlardan hoşnutsuz halde görev adamı gibi davranıyorlar. Bu tutarsız davranışlarının konuşmamızı etkilemesini istemedim.

Gerçek: Her ikisi de güvenli kafesler içinde yaşarken, tüm acıyı senin çektiğinin farkındalar bunu biliyorsun. 

Ruh: O kadar basit değil, onlardan böyle söz etmemelisin. Buna hakkın yok! Senin varlığının sebebi onlar, her şey onların elinde, sen onların adımlarının çıkardığı tozdan başka bir şey değilsin! Varlığının anlamlı olduğu ortamı oluşturanlar da onlar, şu an seni muhatap almama sebep de onlar.

Gerçek: Birinin somut verilere odaklı bir hesap makinesi, diğerinin bir et parçasından fazlası olmadığını bile söyleyen var. 

Ruh: Benim de olmadığımı söyleyenler var. Diğer arkadaşlarımın dayanamayarak terk ettiği bedenler olduğunu biliyorum, kimileri için haklı olduklarını söylemeliyim.

Gerçek: Sen de onlardan birisin değil mi? Her şeyin kontrolünde olduğunu sanan, herkesin etrafında dönmek için tasarlandığını kendine açıkça söylemekten korkmayan ahmaklardan.

Ruh: Benden başkasıyla konuşamadığını biliyorsun değil mi? Ortaya çıkarılmanın yasaklanmak üzere olduğunu, tüm kurguların üzerini örtmek için yapıldığını, dünyada varlığının sadece benimle anlamlı olabileceğini, bana muhtaç olduğunu.

Gerçek: Asıl sen zincire vurulmuş, hapsedilmiş, sıkışmış ait olmadığın bir mekanda ispata muhtaç bir esirsin.

Ruh: Seni buraya bana hakaret etmen için çağırmadım. Tartışmak için de çağırmadım. Tamam çoğu söylediğinde haklısın, zaten bütünüyle karışmaya meyilliyim biliyorsun.

Gerçek: Yalanla değil gerçekle konuştuğunun farkında mısın! Gerçek yalan söylemez. 

Ruh: Bir şeyler yemek ister misin? Aç olmalısın.

Gerçek: Bu nazik davetini geri çeviremeyeceğim, yemekte ne var peki ?

Ruh: Ömrüm, sever misin?

Gerçek: Kelime oyunu mu yapıyorsun gerçekten, çok yaratıcısın!

Ruh: Acı ister misin?

Gerçek: offff!

Ruh: Tamam tamam, şaka konusunda iyi değilim biliyorum.

Gerçek: Her saçma şakana gülecek bir aşık yok karşında, hadi ne zırvalayacaksan seni dinliyorum.

Ruh: Nasıl yaşamalıyım? Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum, anlamak istiyorum. Bu et parçası içerisine sıkışmış bir şekilde akıl ve kalp ile mücadele etmek zorunda olan bir zavallı gibiyim. Aklın ve kalbin çatışmalarından her hasarı ben mi almak zorundayım, bir iş bölümü yok mu aramızda?

Gerçek: Bir şeyin nasıl olacağını, nasıl olduğunu ve idealini gösteren bir formül bulmaya çalışıyorsun. Bunu siz muhteşem, bağımlı olup bağımsız olduklarını zanneden üçlüye uyarlayarak bir denklem kurmaya çalışıyorsun. Herkesin hizmetine sunulacak bir formül. Verileri yaz ve sana cevaplar versin! Ama yaşam formülize edilmek için fazla tahmin edilemeyen değişkene sahiptir. Olmayan, tahmin edilemeyen, rehberi bulunmayan bir şeyi bulmak için denemekten başka çaren yoktur. Onlarca yüzlerce milyonlarca yanlış deney, şanslıysan gerçeği bulmaya yardımcı olacak. Zamana kayıtlı ve sınırlı zamanda konuk olan bedenini göz önüne alırsak, bu buluş bir kültürel birikimin ürünü olabilir ancak.

Ruh: Şimdi çok aydınlandım gerçekten! Ne demek istediğini anlamadım!

Gerçek: Yaptığın hatalar ancak seni doğruya ulaştırır diyorum.

Ruh: Hata yapmak kötü bir ruhun işidir.

Gerçek: Hayır, hata yapan kötü değildir. Hata olduğunu bilerek yapan kötüdür. En güvenli ruhlar hatalarının sonuçlarına katlanıp bu acıyı tekrar yaşamak ve yaşatmak istemeyenlerdir.        “Bir hatayı iki defa tekrar etmeyen en mükemmel insandır”: Einstein’ın bunun farkına varması için ne kadar çabaladığımı bilemezsin.  

Ruh: Hipotezin ve alıntın mükemmel gerçekten. O ruhun şöyle bir sözü de vardır: “Her şeyi olabildiğince sade yapın ama basit değil”. Ben ruhum, sen gerçek; yani her ne kadar tavsiyeler güzel sonuçlar doğurduğunda “sağ ol” kadar basit, kötü sonuçlarla karşılaşınca “senin yüzünden” kadar ağır ithamlar ile muhatap tutulan insanların vermekle göze aldığı bir risk olsalar da bana bir tavsiye vermelisin.

Gerçek: Kendi deneyinin kobayısın her yaptığın hata tekrar etmeyecek, her yeni hata bir öncekinden daha çok doğruya yakın olacaktır. Hata ile yanlış eş anlamlı olmadığı gibi hata da doğrunun yokluğu anlamına gelmez. Her hata doğrunun bir sonraki payını artırıyor ise yanlış olmaktan kurtulur.

Ruh: Gerçek, gerçekten mi? Ben netleştirmeye çalıştıkça sen daha kalabalık bir söz yumağı sunuyorsun bana.

Gerçek: Ne yapman gerektiğini soruyordun; sen, akıl ve kalp ayrı şeyler değilsiniz. Önce bunu kabul et! Beni buraya çağırdın çünkü kişilik bölünmesi yaşıyorsun. Sen akılsın, sen kalbin kendisisin, hatalar paylaştıkça azalır ve hata sahibini kötü yapar sanıyorsun. Hatalarını kabullen, inkar yerine düzeltmeye çalış, hata yapanları affet ama onların deneyimlerinin, formüllerinin parçası olmaktan vazgeçerek… Seni diğer canlılardan ayıran şey doğru yapmama veya iyiden de fazlasını yapma ihtimalin. Kendine hesap verecek olman, acımasız olacağını bildiğimize göre seni farklı yapar.

Ruh: Ya üzdüğüm ruhlar ya beni üzenler?

Gerçek: Her ruh kendi menfaatine güdümlüdür. Kimse daha iyisi olduğunu düşünmediği için ne kalır ne de gider. Senin istediğin herkesin istediği olmayabilir. Bir deneyin sonucu tek değişkenin farklı durumlarıyla değişebilir ama stabillerinden bağımsız değildir.

Ruh: Benim açımdan çok avantajlı gibi görünüyor. Sen sadece benim gerçeğim misin? Taraf tutuyorsun gibi…

Gerçek: Sana söylediklerimin tüm ruhlar için geçerli olduğunu düşünürsek çok taraflı olmadığımı göreceksin. Kaybettiklerini, hatalarını kabullenip affederek huzura kavuşmaya çalışmalısın beni göz ardı etmeden. Daha iyisini yapmak için çalıştıkça karşılığını beklemeden, başkasını mutlu etmenin kendini mutlu etmek olduğunu görerek sorgulamayı bırakıp kendini yaşamın kollarına bırakacaksın. Üşümeden, düşmeden, korkmadan, kırılmadan bir hayatı doyasıya yaşamış olamayız değil mi?Şimdi uyanmalısın bak annen çağırıyor! Uyanıp konuşmamızı yine unutmazsın umarım, öncekiler gibi dalıp hatırlamaya çalışmazsın.

Anne: Kalk kızım kalk öğlen oldu! Evlenince ne yapacaksın acaba… Kocan kapının önüne koyar iki günde! Gerçi onun da olma ihtimali yok bu gidişle ama… Yaşıtların ikinci çocuğuna gebe! Sen otur öyle kucağında, odasında kitaplar, oku oku oku! Alim olacaksın başımıza!  

Annesinin sesi gittikçe uzaklaşırken, yataktan kalkıp göğsündeki kitabı rafa yerleştirdi. Kitaplara bakarak dalıp kaldı.

instagram.com/sabrisireci/

Devamını Oku

Dedem ve Dede

Dedem ve Dede
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Uyandığımda karşımda sayıları abartılarak hazırlanmış misafir yorgan, döşek ve yastıklarının oluşturduğu; üzerinden yatağıma atlamayı cesaret saydığım bir yığına bakıyordum. Ayaklarımda güneş ışığı ile oyunlar yapan kayısı ağacı yapraklarının gölgesi -gece ay ışığıyla korku imgem-. 

İçeriye kulak kabartıyorum, salondan yumuşak konuşmalar geliyor. Bu durum anlamsızca mutlu ederdi beni. O sesler her şeyin rutininde ve güvenli olduğunu hissettirirdi bana. Yüzümü yıkamak için salona giriyorum. Dedem ve Dede içerde beni gördüklerinde, üçüncü arkadaşlarının aralarına katılmasını kutlayan gülümsemeler beliriyor yüzlerinde. Arkadaşlarım, iyelik eki ile ayrılıyor birbirlerinden; biri bana ait diğeri tüm herkese. Elimi yüzümü yıkayıp oturuyorum makamlarının önüne kurulu kahvaltı sofrasına. Kulpu kırık tavada lezzetli bir omleti, sac ekmeği ile hiç etmeye başlıyorum. 

Dedeler konuşmaya bir mola vermiş. Dedem çıkarıyor parlak kocaman tütün tabakasını, parmak kadar kalın bir sigara sarıyor, evi dumana boğuyor. Normal sesinden daha gizemli bir sesle, dün gece bir rüya gördüğünü söylüyor Dede. Tarlada eşiyle buğday derdiklerini, her ikisinin tarlanın ayrı uçlarında olmalarının dikkatini çektiğini, karşısına yağız bir at üstünde uzunca yakışıklı bir adam geldiğini anlatıyor. Delikanlı dedeye, “senin zamanın doldu artık gitmeliyiz, vedalaş istersen eşinle; hadi git” demiş. Dede adamın kim olduğunu anlamış tabi. Delikanlıya, “yalnız kalacak ben gidersem, benden başka kimsesi yok” demiş. Delikanlı, “onun zamanı var. İstersen söyle zamanının yarısını sana versin” diye cevaplamış. 

Dede, eşinin yanına gidip, “şu delikanlıyı görüyor musun? Beni götürmeye gelmiş, zamanımın bittiğini söylüyor, eşine söyle eğer istersen kendi zamanının yarısını sana verebilir” dediğinde eşi, sanki çok önemsiz bir şeyi paylaşıyormuş gibi “veriyorum” deyip işine devam etmiş. Dede, delikanlıya dönüp eşinin söylediklerini iletmek için baktığında delikanlının çoktan gitmiş olduğunu görmüş. Dede'nin anlattıklarından sonra, dedemin yüzünde anlık bir donukluk oldu. Sigarasından derin bir nefes çekti. Bu durgun havayı dağıtmak için “Eşin genç. Siz artık beni de gömersiniz” dedi. Her ikisi de gülmeye başladı; bildiğimiz gülmelere benzemeyen donuk bir ifadeyle. Bir süre sonra Dede, “hadi ben kalkayım, bizimki şimdi yalnız bıraktım diye sızlanmasın” dedi ve gitti. Dedem kapıya kadar uğurlamak için kalktı ve odadan çıktılar.

Tam hatırlamıyorum ama iki-üç sene sonra Dede vefat etti, üzerinden iki hafta geçmeden de eşi. Dede’nin eşinin cenazesinden sonra, dedemi bahçedeki; kendi cenazesinin yıkanacağı duvara yaslanmış, elinde o rüyanın anlatıldığı güne benzer, donuk bir yüzle yakaladım. Yanına sokuldum, üzüldüğünü görebiliyordum, belki teselli etmek istemiştim. “Rüyayı hatırlıyor musun?” dedi. "Hatırlıyorum" dedim. “Gördün mü güzel insanlar böyle olur” dedi, "sen de güzel insan ol”. “Tamam” dedim. 

Şimdi düşünüyorum da doğaüstü bir olay değildi yaşananlar. Elbette Dede, eşine de anlatmıştı bu rüyayı. İkisi bunun gerçekliğine ve ömürlerini paylaşabileceklerine öyle kalpten inanmış, rıza göstermişlerdi ki bedenleri kalplerine boyun eğmişti. Bu hatıra beni, “güzel insan nasıl olunur?” sorusunu sormaya itti. Dede ile eşinin durumu bir Nirvana’ydı. Yaşam boyu kalp eğitilerek ulaşılabilinirdi güzel insan seviyesine. 

Dönüp günümüze bakıyorum. Haberlerde gördüğümüz o akıl almaz nedenler yüzünden kavga edenler, taşlı sopalı saldırılar, linçler, cinayetler, işkenceler… Her şeye, herkese karşı bir nefret, bir kin besleniyor kalplerde. Değil ömrünü paylaşmak, bir anı bile paylaşamayacak kadar insanlık duygusu körelmiş bazılarının. 

İnsanlar bu duygularla doğmadılar, onlara bunlar sunuldu. Bunu öğrendiler bunu paylaştılar. Gençliklerinde de çocukluklarında da gözlerini gökyüzü ile paylaşmadılar, güven dolu bir eli paylaşmadı saçları, ayakları doğayı paylaşmadı, nefesleri baharı paylaşmadı, mehtapla paylaşmadılar yalnızlıklarını, yaşama sevincini bir hayvanla paylaşmadılar, bir martıyla simidini, dostuyla derdini; çiçekle, yazarla, şairle evlerini paylaşmadılar. Şimdi onlardan ömürlerini paylaşmak şöyle dursun çok azını bile görmek mümkün olmuyor. Bazıları için geç kaldıysak da elimizdeki küçük kalplere güzel insan öğretisini anlatmakla, uygulamakla yükümlü eğitmenler olmak zorundayız. Güzel insanlar yetişsin, memleketin her köşesini sarsın istiyorsak. 

Ben kendimden başladım. Sanırım güzel insan olmak için hala yolum var. Sırf içinde "güzel" geçiyor diye konuya bir şiirle nokta koymak istedim. Görüşmek üzere güzel insanlar. 

O kadar güzelsin ki hiçbir şey üzmemeli seni
Yağmur yersiz yağmamalı üzerine
Gece tenhası korkutmamalı
O kadar güzelsin ki
Soğuk üşütmemeli seni
Ağarmamalı saçların
Yaşlanmamalısın mesela
O kadar güzelsin ki
Güzel genelleme ise sana özel sıfat bulunmalı
Başına çok getirilmeli illa eklenecekse bir şey
O kadar güzelsin ki nazar boncuğu dükkanında uyumalısın
Hep beyaz kedilerin beslendiği sokaklarda yürümelisin
Turna yürekli güzel insanlarla tanışmalısın
Gökyüzü olmalısın

Devamını Oku

Çocuğuna hayat diken bir kadının hikâyesi

Çocuğuna hayat diken bir kadının hikâyesi
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Bir kadının başarısını, mücadelesini anlatmak bile içerisinde bir miktar yapamayacağına inanma, yapmasına şaşırma taşır ki bu fikirlerin yok olması için vur emrini vermiş biriyim. Yaşamın üzerinden aktığı kadınların karşısında saygıyla eğilerek uzatmadan konuya giriyorum.

Anne ve babasına ölesiye bağlı kahramanımız, onların oluruyla erken sayılabilecek bir yaşta evlenmiş, eşiyle ve onun ailesiyle rençberlik yaptığı köyde ilk çocuğuna hamile iken kerpiçten evini yapmak için çalışıyordu. Her kadın yaşamın devamlılığını sağlamak için yüklenmemiş miydi tüm yükleri, her emeği? Kahramanımız da işte böyle tırnaklarıyla yuvasını inşa ediyordu karnı burnunda iken. 

Elleriyle inşa ettiği evinde beklenmedik bir gece dünyaya bir can hediye eder. Aylar, günler sonra ansızın çocuğu ateşlenir. Doktora götürmek ister… Köyde nereniz ağrırsa ağrısın, rahatsızlığınız ne olursa olsun soğuk almışsınızdır. Bir çorba içip üstüne de iyice ter atınca bir şeyin kalmaz! Kaynanasından da bu tedaviyi reçete edip tedaviye geçer ama çocuk iyice kötüler, çaresiz doktora götürülür. Doktor “yüksek ateş nedeniyle çocuğunuz havale geçirmiş. Zihinsel bir sorun olabilirdi, şanslıyız ki sadece gözlerinde soruna neden olmuş” -o şansı birde kahramanımıza sormak lazım-. Keşke en azından çocuğumu doktora götürebilecek maddi gücüm, karar verme özgürlüğüm olsaydı, diye düşünür günlerce.

Bir gün köydeki eğitim merkezinde kesim ve dikim kursu açılacağı haberini alır. Kendini bildi bileli temizliği, işçiliği ve dikişi öğrenmişti. Bu işlerden dikiş işini severek yapıyordu ve terzi olmak istiyordu. Gözyaşlarını avucunda toplayıp, çevresine kızmaktansa kaderini kendi çizmeye karar verdi. Konuyu ailesine açtı, hayallerini çevresiyle paylaştı. Sonunda yıllarca benzerlerini yaşayacağı, onu prangalamaya çalışan toplumsal bahanelerin mührüyle reddi yemişti. Fakat o bir nehirdi, akmak zorundaydı, çevresine hayat dağıtmak zorundaydı. İçindeki hayaller asla engel tanımıyordu. 

Gece gözlerini tavana dikti dişlerini ve ellerini sıkarak. Bir karar vermeliydi. Bugün ya kadının verdiği savaşın bir neferi olacaktı ya da sesiz ve yasaklara, saçma ithamlara boyun eğen sıradan biri. Çocuğunu kucakladı ve ona bir söz verdi. “Kimsenin çizdiği, uygun bulduğu, ‘el âlem ne der’ hayatı yaşamayacağım, kendi aklım ve kalbimin dünyasında büyüteceğim seni”… 

Gizli gizli kursa gitmeye başladı. Kurs bitmek üzereyken farkına varan ev ahalisi, hiçbir işin aksamadığını görüp, bir de güzel giysiler giymek hoşlarına gidince oluruna bırakmıştı. İlk cephe kapanmış, belgeyi almıştı. Gururlu, siyah beyaz fotoğraflı belgesi hayatın ona verdiği kocaman bir hediyeydi. Yetenekli ellerini yıllarca ailesi ve komşuları için kullandı. Geceleri diktiği giysileri bazen cüzi miktarlara, bazen teşekkür karşılığı sunuyordu sahiplerine. Üstünde gördüğünde yaşadığı paha biçilmez duygular ise en büyük birikimi, kazancıydı. 

Rençberlik günleri son buluyordu birkaç yıl sonra, köyden şehir merkezine geliyordu. Köydeyken tarlada çalışmak, ev işleri, çocuk bakımı asli görevleri iken şimdi çalışıp para kazanmalıydı. Konfeksiyoncuda işe başladı. Dışarıdan çile gibi görünse de kahramanımız elektrikli dikiş makinasına, beş kiloluk ütüye yürüdüğü yolun yoldaşları gibi bakıyordu. Mutluydu, verdiği kararın doğruluğuyla gururluydu. Bir geliri, hayata karşı bir duruşu vardı. Kadının hayattaki rolü sınırsızdı. Genç ustamızın ise annelik ve emekçi bir çalışan olmak en önemsediği rollerinden ikisiydi. Sabah erken kalkıp, gece geç saatlere kadar çalışan kahramanımızın canını sıkan onlarca şey vardı ama bir tanesi içten içe sızlatıyordu bedenini. Elleri yanına düşüyor, gözleri doluyordu. Her şeyi onun için yaptığı yavrusu o çalışırken yanında kaldığı halasına “Anne” diyordu!

Yaşı küçüktü, kuzenlerinin hitabından etkileniyor, annesini uyanmadan işe gittiği, uyuyunca döndüğü için  göremiyordu ve bu yüzden annelik rolünü halasına biçmişti. Annesineyse ise “hala” diyordu. Çocuk aklı işte! “Ben senin annenim” diyebilirdi ama o yine her zaman yaptığı şeyi yaptı. “Ben yanında değilken annesi yanında diye düşünüp mutlu oluyor” diye düşünerek devam ettirdi bu acımasız oyunu, kendi duygularını hiçe sayarak. Kadın aklı işte! Özverili, fedakâr, içten, zarif düşünceli… Yıllar geçti. Çocuğun aklı olgunlaştı her şeyi anlayabildi. Yaklaştı eltisinin yanına ve sanki bir ricada bulunur gibi, sanki hiç hakkı yok da “bu iyiliği bana yapar mısın” der gibi sordu:

– Artık söylesek olur mu?
– Olur güzel gözlüm, olur bir yanardağ gibi güçlü, yürekli kadın, olur olur…

Her şey yoluna giriyordu adım adım. Çocuk okula gidiyordu ve tüm aile (on kişi) yeni yaptıkları, briketleri yer yer görünen, çimento kokulu, kireçle boyanmış evde yaşamaya başlamışlardı. Kahramanımız, hayalindeki oyuncağı almak isteyen bir çocuk gibi büyük bir heyecanla yıllar boyunca para biriktirmiş ve sonunda bir terzi dükkânı açmıştı. On kişilik ailede çalışan dört kişiden biriydi. Hayallerini bir üst seviyeye taşımıştı artık: Ustaydı, çırakları vardı. Bir işyeri anahtarı vardı! Bize göre pek bir anlam ifade etmeyen bu anahtar onun için sadece işyerinin anahtarı değildi. Gücünü hissetmişti, neler yapabileceğini biliyordu. Mücadelesinin bir nişanesiydi göğsüne takılan. Sabah güneş doğmadan o anahtarla açılan kapı, onun için yapmak istediği iyiliklere, ailesine vereceği desteğe, direnerek aldığı hayatına açılan kapıydı. O bir kahramandı ve hikâyesi bitemezdi. 

Bir gün geç saatte bir telefon geldi. Eşinin hastanede olduğu, gelmesi gerektiği söylendi. Apar topar ailenin yarısı hastaneye gitti. Eşi trafik kazası geçirmişti. Aylarca hastanede ve sonrasında aylarca evde yatmak zorunda kalacaktı. Tabi ki bu süreç kahramanımız için hastane koridorlarında sabahladıktan sonra işe gidip çalışmak ve evin yükünü neredeyse tamamen üstlenmek zorunda kalması anlamına da geliyordu. Evine giden karanlık sokaklarda yalnız başına ellerinde poşetlerle yürümek zorundaydı. Ne tuhaftır ki bu yürüyüş hayatını çok güzel tasvir ediyordu -İçinde bulunduğu psikolojik durumu anlatabileceğimi sanmıyorum, bir kadının iç dünyasını anlatmak çok ayrı bir yazın dünyasıdır bence-.

O günlerin birinde kaynanasının bakışını yakalıyor. Konuşmuyorlar ama gözlerinden anlıyor anlatmak istediğini. Şöyle diyor o gözler: “Özür dilerim! Bugün bizim ekmeğini yediğimiz eve bir kez bile boş gelmeyen o ellerin için. O gün bize uyup vazgeçmiş olsaydın bugün biz naçar olmuştuk”. Bir kez bile “Bak gördün mü, değil mi?” demedi, kimseye hissettirmedi, ezmedi, övünmedi. Karanlığın ardından güneş yine görünmeye başladı sonraki günlerde. Bu kez batmak bilmeyecekti. Hayatı gökyüzüne yönelmiş bir eğri gibi yükselecekti. İlköğretimi, liseyi dışardan bitirdi. Sonunda o gitmek için gizlice kaçtığı kursun hocası olmuştu. Öğretmen olmuştu!

Genç rençber, emekçi usta, öğretmen hanım…

Kahramanımız hayallerinin basamaklarını çıkmak için gecelerce uykusuz kalmış, yaralarını gece sarmış, gece ağlamış, kendini toparlamış, geceye bağırmış, gece yürümüş; güneş kaderin çizgisinde bir türlü doğmamıştı. Gecelerin hizmetine doğmuştu kahramanımız ama artık güneş üzerinde parlarken hayal dünyasına uyuyarak değil uyanarak giriyordu. 

“Siz yaysınız, çocuklarınız ise sizden çok ilerilere atılmış oklar” diyor Halil Cibran. Kahramanımız o oku kendinden olduğunca ileri fırlatabilmek için bütün hayatı boyunca tam bir kahraman gibi çabaladı. Ve o ileriye attığı okun, yani benim kalemimle bugün kendi hikâyesini yazdı.

Anneniz de olsa bir kadının hayatını anlatmak dışardan bakan bir göz için çok zor. Bir hikâye gibi anlatmaktan öteye gidemiyor kalemimiz. Hangi kadının hikâyesini dinlerseniz, şiiri yazılabilecek bir mücadele göreceksiniz. Onların, bizim bu mücadeleyi görüp onlara destek vermemize ihtiyaçları yok. Otobüslerde yer vermemize, ağır eşyalarını taşımamıza, önceliğe, kadın olduğu için yapmak zorunda hissettiğimiz hiçbir “inceliğe” ihtiyaçları yok. Onların istedikleri hayatı yaşamaya çalışırken bilerek engel olunmaması. Onlar birer nehir ve yaşam hep olduğu gibi onların çevrelerinde büyüyecek. Biz erkeklerin yardımına muhtaç değiller. Zulmümüzü, iftiralarımızı, yardıma muhtaç algılarımızı uzak tutmamız yeterli çağlamalarına!

Devamını Oku

Birkaç masa, birkaç sandalye, bir demli çay ve Hüseyin Abi’nin saklı cenneti

Birkaç masa, birkaç sandalye, bir demli çay ve Hüseyin Abi’nin saklı cenneti
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Milli ve dini bayramlar, hele bir de hafta sonu ile birleşiyorlar ise vefakar ve cefakar annemin benim eve, yani Malatya’ya dönüş harekatımın düğmesine bastığı bir taarruza dönüşür. Bu harekat başarıya ulaşmış, otobüsüm yollara düşmüş ve sonunda beni bağrına basmıştı. Aklımda “Ben ne yapacağım burada?” sorusu ile annemin egemenliğine dahil olduğumun ikinci haftasıydı. Gecenin geç saatlerine kadar uyumuyordum. Sabah geç saatte kalkıyor, kahvaltı yapıyordum. Çıkıp müdavimi olduğum aile çay bahçesine gidiyordum. Tontiş teyzelerin “Bu kimin çocuğu, kız?” sohbetlerine kulak misafiri olduktan sonra üç beş çay içerek kitap okuyormuş gibi yapıyordum. Akşama doğru işten dönen arkadaşlarla buluşup batak oynuyorduk. Galip takımın kısa süren kutlamalarının ardından ciddileşiyor, hayatı sorguluyor ve kafaları dağıtıyorduk. 

Zalim şarj aleti

Birbirini tekrarlayan günlerin birinde Hürriyet Parkı’nda otururken yanıma bir kız yaklaştı. Burnumla kitabın arasındaki göz mesafesine bir bileklik uzatıp, “Almak ister misin?” diye sordu. “Hayır” dedim, net ve sakin. “Adam yüzüme bakmıyor” dedi somurtarak, ardından da “Kendini beğenmiş''i yapıştırdı ve gitti. Bir an için kendimi sorguladım ve kıza hak verdim. Kendimi aklamak için bir tane almalıydım. Arkasından koşup özür diledim ve bilekliklere baktım. Hiç huyum değil bir şey takmak. Saat bile takmaktan hazzetmem o derece. Birden aklıma o zalim, sürekli kafasıyla kablosunun birleşme yerinden kopan şarj aleti geldi. Örülünce sağlamlaşıyordu. Örmesini teklif ettim, fiyatta anlaştık. “Yarın Hüseyin Abi’nin orda buluşalım” dedi. ''Hüseyin Abi’nin yeri neresi?” diye sordum, yolu tarif etti. Şarj aletini aldı ve gitti. Oturup katran gibi çaydan bir yudum aldım. Kafamın yanında sinsi bir baloncuk belirdi, her ne kadar elimle savuşturmaya çalışsam da beceremedim. Kendi kendime gülümsedim, sanırım şarj aletine sonsuza dek elveda demiştim. Aceleyle tası tarağı toplayıp Hüseyin Abi’nin yerine doğru yola çıktım. Umarım vardır öyle bir yer. 

Konuşuyorum, kendimi durduramıyorum

Varmış! Üstelik bizim bileklikçi de oradaydı. “Yarın gel demedim mi?” dedi. Hafiften mahcup, kafamı kaşıyıp “Merak ettim burayı” dedim. İçeriden bıyığı bıyık, kaşı kaş, gözü göz bir adam geldi: “Bir çay al gel de bahçede oturalım”. Adamın sesinde hükmedici bir ton vardı. Çayı almak için ocağa gittim, kimse yoktu. Etrafa bakındım; bileklikçi, ''doldursana çayını'' dedi. Çayımı aldım, gidip adamın dibine oturdum. “Hüseyin ben”, uzattı elini. Adımı söyledim. Hal hatır sorduk. Laf lafı öyle bir açtı ki kendimi tutamayıp, aklıma gelen her şeyi anlatmaya başladım. Adam sıkılacak tedirginliği içimi kemirirken kendimi durduramayışıma şaşırıyordum. Kapalı kutuydum ben oysa, o anda ise şeffaf bir odaya dönüşmüştüm. İçtenliği bende önü alınamaz bir anlatma hevesine dönüşüyordu. Her şey en insani boyuta ışınlanıyordu. 

Hüseyin Abi’nin tablosu

Konuşmaya ara verdiğimiz zamanlarda kafamı çevirip etrafıma bakınma fırsatı buluyordum. Duvarlar kitaplarla doluydu. Masalarda ders çalışan öğrenciler, kitap okuyanlar, renklere can veren biri, girişte henüz tamamlanmayı bekleyen bir heykel… Hem de burada, Malatya’da! Kanepenin üzerinde minik, sevimli bir yavru kedi güneşin altına uzanmış uyuyordu. Gerçek olamayacak kadar güzel bir tablonun içindeydim sanki. Herkes çayını, tostunu kendi alıyor. Hizmet eden kimse yok! Hesap ödeyen kasayı açıp atıyor içine bir miktar, selamı çakıp gidiyor. Hüseyin Abi herkese ismiyle hitap ediyor. Öyle şaşırıyorum ki; “Nasıl anlatsam bilemiyorum, içim içime sığmıyor”. 

Yarın da mı buradayım!

Şarj aleti örüldü, çaylar içildi. Ufak ufak voltamı almalıydım artık. İçtiklerimin parasını vermek için davrandığımda Hüseyin Abi “yarın verirsin” dedi. Yarın verirsin?! Yarın da buraya geleceğimden o kadar emindi ki. “Tabi ki, yarın görüşmek üzere” deyip, gülümseyerek oradan ayrıldım. Malatya’ya geldiğimden beri ilk kez o gece sabırsızlıkla sabah olmasını bekledim.

Orada kaldığım günler boyunca konuştuk, günlerce anlattım, dinledim. Hüseyin Abi şu hayatta çekmediği şey kalmamış bir adamdı. “Merhaba”sı felsefe, “nasılsın”ı coğrafya, çayı, sosyoloji, tarihti. Mekânın müdavimleriyle tanıştım. Kendimi oranın bir parçası gibi hissediyordum. Her gün ilk günkü heyecanla aşındırıyordum kapısını.

Çay parası, yaşam mücadelesi ve başkaldırı

Yine oturup lafladığımız bir gün “Niye?” diye sordum Hüseyin Abi’ye, ''bu işi maddi kaygı gütmeden, paranın pulun hesabını tutmadan yapıyorsun? Sanki sırf kendin zaman geçirmek için açtığın bir yer gibi burası''. Gözlerimin içine bakıp, ''Burası benim değil. Burası hepimizin. İnsanlar buraya gelip iyi yanlarını yaşarlar. Dışarıda iyi biri midir, kötü biri midir bilemem. Benim için önemli olan buradaki tavırlarıdır. Hesaba bakmam. Orada fiyatlar belli. Parası olmayan söyler, olan fazlasını bile bırakır. Derdim ihtiyacım kadarını kazanmaktır, fazlası değil. Benim için kazanç seninle sohbetimdir. İnsanlar gelir, burada evinde gibi yer içer. İşlerini kendileri görür; çayını alır, bardağını, tabağını yıkar, anlatır, dinler, okur… Bunları yaparken ben onlara güvenirim. Bir çay parasına tenezzül edip bizi kandırdığını sananlar da olur. Ama bunu bir kere yapabilir. İçimizde çok barınamaz. Hemen göze çarpar. İnsanlar bu küçük mekânda başka bir dünyada yaşasın istedim ben. Nefes alsın, yaşama karşı giydiği zırhını çıkarsın, saf kendi olsun istedim. Burası yaşam mücadelesi maskesi altında güvene, sevgiye, saygıya, dürüstlüğe yapılan katliama karşı bir başkaldırıdır.” dedi. 

İnsanlığın duvarsız kalesi  

O, hayatın gerçekleri temeli üzerine güven, saygı, içtenlik, yardımseverlik, huzur duvarlarını dikip küçük bir dünya kurmuştu. İnsanların iyi yanlarını mıknatısla çeker gibi gün yüzüne çıkaran bu ortamda, insanlar fıtratlarındaki güzel yanlarını yaşıyordu. Birçoğunu içimizde taşıdığımız ama dokunmaya fırsat bulamadığımız ya da cesaret edemediğimiz o en güzel duygularımızı… Bu duyguları tattırabilen mekanların, benzerlerinin ticarethaneye dönüşmelerine inat varlıklarını devam ettiriyor olması bizim için büyük bir şans. Bu mekanlar zamana ve yaşama karşı verdiğimiz savaşta yok saydığımız ya da saymak zorunda kaldığımız insani yanımızın kaleleri gibi. Tüm insanların hayatında kiminin hep, kiminin bazen uğradığı; kimininse hayatı boyunca göz ardı ettiği bir "Hüseyin Abi’nin Yeri" vardır mutlaka. 

Devamını Oku

Kendi kurtarıcın olamazsan gülümsemenin katili olursun

Kendi kurtarıcın olamazsan gülümsemenin katili olursun
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Eğer benim gibi kötü hissettiğiniz bir dönemde iseniz, size bir iyi birde kötü haberim var. Kötü haber; dünyada biricik olan sen için çözüm de sana özel olacak. Onu kendin bulamazsan kimse sana çözümü altın tepside sunmayacak. Emek yoksa ekmekte yok. İyi haber; mutlaka bir çözüm var senin bulmanı hasretle bekleyen.

Çoğumuzun yaşamı içinde melankolik zamanları olmuştur. Bazılarımız bunları zamanla tedavi etmiş, bazılarımız çözümü için  profesyonel insanlara başvurmuştur. Kendi çukurlarının üzerini örtüp yok olduğunu varsayarak tekrar düşene kadar sorunlarını bilinçaltına itenler de az değil. Tüm bu tepkiler ile günlerimizi tüketirken kendimizce tanımladığımız mutluluğu yakalamak istiyoruz. Her hamlemiz bunu gerçekleştirmek için bir umut oluyor bize.

Vazgeçmenin eşiğinde…

Bu grubun bir üyesi de bendim. Kendi amatör savaşımı vermeye cesaret edip savaşmaya başladığım günlerdi. Gözlerim çaresizliğimin tuzlu hesabını yanaklarımla paylaşırken, karın boşluğumdan boğazıma uzanan kızgın bir bıçak hissediyordum. Her saniye yakıyor, yutkununca  parçalıyordu en derinimi. Tüm kaslarım güçsüzleşiyor, inceden bir sızı ile eriyorlardı sanki. Azcık mutluluk dilendiğim her kapı yüzüme çarpılıyordu. Her kurtuluş planı boğazıma takılıyor, birazcık yüzüm gülse ardından beynim beni cezalandırıyordu. Yalnız kalmak istemiyordum. Ya aptal kutusunu açıyordum ya da birileri yanımda olsun diye uğraşıyordum. Beynim durmuyor, senaryolar yazıyor beni üzecek bam tellerini buluyor ve tıngırdatıyordu. Herkes ait olduğu yerlerde en mükemmel yollarda, bense onlardan uzakta aforoz edilmiştim hayattan. Vazgeçmenin kıyısından dönüyordum çoğu zaman. Aylar, günler, geceler boyu; okuyor, yazıyor düşünüyordum. Bu azaptan kurtulmalıydım.

Benim sorunum hangisi?

Çözümler aradığım bu süreçte bir kitap, psikolojik problemleri üç bölümde incelemişti; gündelik yaşamımızdan  beslenenler, anne baba ilişkilerinden kaynaklananlar -beni çok şaşırtan- kan bağıyla bağlı olduğumuz, görmediğimiz, tanımadığımız akrabalarımızdan DNA yoluyla bize miras bırakılanlar. Benim sorunlarım hangisinden kaynaklanıyordu, hangisinden yola çıkacağımı bilmiyordum. 

‘Huzura doğru’

Başlıkların ışığında geçmişimi mercek altına alıp didik didik ettim. Bu süreçte hislerimize yön veren sistemle ilgili keşfettiğim bir şey oldu: Bu bir çarktı. Tıkır tıkır işleyen sizi ileriye taşıyan ve asla geri dönüş olmayan bir çark. Her biri ruhunuzdan beslenen bu dişliler, kolektif bir çalışmayla size yaşam kalitenizi sunuyordu, ömrünüzü dokuyordu. Herhangi biri beslenemediğinde düzen bozuluyor ve kalite düşüyordu. İç dinamiklerinizi tek tek kontrol etmek zaman alsa da hasarlı olanı bulup tedavi edince sonuç sizi inanılmaz bir huzura kavuşturuyordu.

Mutluluk kahkahalar attığın an değil

Tüm bu sistemin farkına varınca ellerimi boğazımdan çekmek ilk işim oldu. Bu amansız mücadelenin sonunda nihayet çabalarım meyve vermeye başlıyordu. İşte bir gece ansızın beynim sorularımı cevaplamaya başlamıştı. Bu cevapların doğruluğu içime doğan mükemmel bir rahatlamayla tescilleniyordu. Bu cevapları memnuniyetle abama koyup, onların ışığında yaşamaya başladım. Acıyı hissettim, kaybı yaşadım, kahkahalar attım, bir kuytuda ağladım, paylaştım, hatalar yaptım. Ama hiçbirinin kölesi olmadım. İçimdeki huzur her nasılsam çok güçlü hissettiriyordu beni. Adım adım gerçek benliğine dönmeye başlıyordum. Ben, gerçek ben ile tanıştığına müşerref olmuştu. Doğru hamlelerim beni merdivenin basamakları gibi yükseltiyordu. Dünyam mucizevi bir değişime uğruyordu. Ve kendi mutluluğumu tanımladım: -kendimin diyorum çünkü her bireyin kendine ait özel tanımı olmalı bence- mutluluk; kahkahalar attığınız zamanlar değil dingin bir ruh halinde iken içinizde hissettiğiniz duyguydu ve devamlılığı hislerinizin pik yaptığı noktalar arasında sürdürebilirliğine bağlıydı.  

Çözüm bir yerde seni bekliyor

Eğer benim gibi kötü hissettiğiniz bir dönemde iseniz, size bir iyi birde kötü haberim var. Kötü haber; dünyada biricik olan sen için çözüm de sana özel olacak. Onu kendin bulamazsan kimse sana çözümü altın tepside sunmayacak. Emek yoksa ekmekte yok. İyi haber; mutlaka bir çözüm var senin bulmanı hasretle bekleyen. Bunu ertelemek büyük bir hata olur senin için. Kendi kurtarıcın olamazsan, kendinin ve tüm sevenlerinin gülüşünün katili olursun. Çünkü kişisel mücadelesini veren birey; sevebilir, yardım edebilir, mutlu olup mutlu edebilir… 

Devamını Oku

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.