DOLAR

33,9008$% 0.03

EURO

37,6352% -0.04

STERLİN

44,6724£% -0.16

GRAM ALTIN

2.809,88%0,81

ONS

2.577,74%0,76

BİST100

9.685,49%1,73

İkindi Vakti a 16:38
İstanbul PARÇALI AZ BULUTLU 28°
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyonkarahisar
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkâri
  • Hatay
  • Isparta
  • Mersin
  • istanbul
  • izmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kahramanmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce
a
Onur Yazıcıoğlu

Onur Yazıcıoğlu

26 Eylül 2021 Pazar

Hayaller Paris, Gerçekler Kupa Galipleri Kupası

Hayaller Paris, Gerçekler Kupa Galipleri Kupası
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Teknik adamlar iyi para kazanan insanlardır. Futbolcular kadar olmasa da hatrı sayılır miktarlar kazanılır. Bu normal bir şey. Zırt bırt kovuluyorsun. Bari çalıştığın dönemden üstünde bir şeyler kalması lazım ki hayatın tabii akışı sürsün.

Hayatın tabii akışında da iletişim kanalları bellidir. Kim, kimi, nerede, ne zaman, kiminle, kim değilse, sorularının yanıtları aslında bir futbol insanının kariyer döngüsünü anlatabilir. Süper Lig’de bir iki iyi sezon geçirdikten sonra yine kovulup bir radyo kanalında maç yorumculuğu yapmaya başlamıştım. Fena dinlenmiyorduk, bütün futbol camiasıyla bir şekilde iletişim halindeydik. Program geç saatlerde bitiyor, radyo çıkışı “Hayaller Paris Night Club”ın yolunu tutuyorduk. Futbolculuk, antrenörlük mesleğiyle en çok etkileşim içinde olan meslek dallarından biri hiç kuşkusuz dansözlük. Ama can sıkıntısından, ama parayı nereye koyacağını bilmemekten, ama herkes gidiyor diye mutlaka belli başlı gece kulüplerine gidilir, bir yerden sonra da buradaki personelle yakın ilişkiler kurulur. “Hayaller Paris Night Club”ın meşhur dansözü Prenses Nurcan da benim bu camiada en sevdiğim insanlardan biriydi. Şu sıralar o da İngiltere’de kadın futbol takımı çalıştırıyor sanırım, pek emin değilim. Her gece gösterisinden sonra benim masaya gelir, hem başkasına gitme mecburiyeti kalmaz, hem de iyi makara yapardık. 

Dolapdereli bu güzel kardeşim, mahalleye gelen VIP turistlere gösteri yapmaya başlamış, bir taraftan da ünlenmeye başlamıştı. Bu turistlerden biri de Bono’ymuş ve Nurcan’a hayran kalmış. Çektiği videoyu ülkesine döndükten sonra medyaya salınca Nurcan birden gözde dansözlerden biri haline geldi. Eskisi kadar görüşemiyorduk. Hem bende paralar suyunu çekmeye başlamış, hem de Nurcan’ın neredeyse görüşmeye etmeye hiç zamanı kalmamıştı. 

Ben de ufaktan eşe dosta haber salmıştım. İkinci, üçüncü lig dahi olsa bir yerlere kapak atmalıydım. Ama bir türlü ses çıkmıyordu. O sırada telefonum çaldı. Arayan Prenses Nurcan’dı. Hoş beş ettikten sonra ünlü Rus iş insanı Zlatan Abrahamsevic’in yatının Boğaz’a geldiğini ve akşam ona dans edeceğini söyledi. Zlatan beyefendi, Nurcan’ın da istediği bir arkadaşını tekneye davet edebileceğini söylemiş. Nurcan da sağolsun beni düşünmüş. Tekneye girdiğimde gelen kişinin tıknaz, şişman ve işsiz bir antrenör olmasından kendileri pek hoşnut kalmamıştı. Başta biraz soğuk davrandı ama sonra yemek söyledik. Eti lavaşa sarma teknikleri, sallanan bir ortamda rakı içmenin incelikleri gibi konuları anlattım. Sonra Prenses Nurcan’ın büyülü dansları devreye girdi. O kadar çok içtik, o kadar çok içtik ki, Abrahamsevic’le durmadan birbirimize “gel seni bi öpiym” demeye başlamıştık. Ruslarda öpüşme adeti fena. Ayık kafayla hayatta çekilmeyecek bir süreç. 

Neyse Nurcan’ın gösterisi bitti, gündelik kıyafetlerini giyip yanımıza oturdu. Abrahamsevic, Nurcan’a adeta bir kutlu yürüyüş içinde. Ben de ne hayırlı kısmet falan diye aklımdan geçirirken, Ahrahamsevic, Nurcan’a alkolün de etkisiyle “dile benden ne dilersen, şu an yapıcam” dedi. Ben telefonumdaki nöbetçi nikah memurlarını kolaçan etmeye başladım. Abrahamsevic ayılmadan bu işi yapmak icap ederdi. Nurcan “ne istersem yapacaksın ama sonra dönmek yok” dedi. “Tamam” dedi Zlatan, “ne istersen hemen yapacağım.” 

Nurcan’dan hiç beklemediğim bir çıkış geldi: Şimdi hocamıza soracağız, Britanya’da hangi takımı çalıştırmak istiyorsa o takımı satın alıyorsun ve baş antrenörlük görevine bizim Hoca’yı getiriyorsun.

Abrahamsevic bana döndü ve “Bizde söz namus, biz aslanız aslaaaan. Hangi takımı istiyorsun” dedi. Hayatımdaki olağandışı zırvalıklara bir yenisi daha eklenmişti. Durup dururken adam bana çalıştıracağım takımı satın alıp başına benim geçmemi sağlayacaktı. Panikledim ve “Crown Brown Town” deyiverdim. Yoksa neler neler anlatacaktım, önce gözlerini kapayacaktım ama Abrahamsevic’in yanına gelince unutuverdim. Unuttum da ne yaptım, İrlanda ikinci liginden bir takım söyledim. İkinci lig çalıştırmak içime işlemiş artık. 

İkinci ligde kötü günler geçiren takımın başına geçtiğimde İrlanda Kupası’nda takım bir şekilde finale yükselmişti. Şanslı kuralar diyebiliriz. Hem çeyrek hem yarı finali penaltı atışlarıyla kazanmışlar. Futbol şansı benim tam tersim olan bir kulüpte olduğum belliydi. Takımın başında final maçına çıktım ve bir oyuncularıma bir önceki maçta ne yapıyorsanız tersini yapın dedim. Taç atan bir daha taç atmasın. Forvet oynayan maçın 10. dakikasında stopere geçsin, sol bek santrafor olsun. Takımın bütün kimyasıyla oynadım. Finalde Cork City’yi işte bu taktikle 2-0 yenerek kariyerimin ilk kupasını kaldırdım. 

Ligdeki durumda bir değişiklik olmadı ve sezon tamamlandı. Kupa Galipleri Kupası kura çekilişinde lokum gibi bir takımla eşleştik. Antrenörlüğünü Himmet Kahraman’ın yaptığı Kasımpatıspor’la eşleşmiştik. Maç öncesinde yayıncı kuruluş mikrofon uzattığında, Himmet Hoca’nın oyuncularının dedikodusunu yapan, aslında futboldan hiç anlamayan ama Federasyon’daki lobisi sayesinde durmadan bir takımın başına geçen biri olduğunu, bu turu geçememeleri durumunda kulüp yönetiminin kendisinin görevine son vereceği yönünde duyumlar aldığımı belirttim. Bunun üzerine futbolcularla, Himmet Hoca’nın arası açılmış. Hoca gitsin diye futbolcular maçı sattı. İçeride dışarıda iki maçı da 5-0 kazandık. Gollerimizin 10’unu da rakip oyuncular kendi kalelerine attı.

Crown Brown Town bu maçla birlikte Kupa Galipleri Kupası’nda en son maç kazanan İrlanda takımı olarak tarihe geçti.

Devamını Oku

Gençliğimin Katilisin

Gençliğimin Katilisin
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Her lafa “bizim memlekette” diye başlamaktan hiç hoşlanmıyorum ama hayat bize maalesef bunu öğretti. Uluslararası antrenör yetiştirme kurslarının kitaplarında “gençlik geliştirme”, “yetenek geliştirme” gibi kavramların altı doldurulmaya çalışılır belki ama bizim memlekette topçu yetiştirmek için bu gibi kavramlar çok sonra gelir. Bizde bir futbolcunun üst seviyeye çıkması için tesadüfler, sistemli oyuncu yetiştirmekten çok daha önemlidir. O nedenle, için için hep bilimsel yöntemlere inansam ve uygulamaya çalışsam da futbol tesadüfleri sever. 

Antrenörlük hayatımın ilk yıllarında amatör takımlar çalıştırırken anladım ki; bu işe buradan başlamaktansa, burada kazandığım deneyimleri büyük kulüplerde kullanmak çok daha önemli. O nedenle bir muhabir vasıtasıyla Boğazbahçe’nin scouting ekibine kapağı attım. Üç dört sene kadar gerek tercüman gerek teknik adam olarak görev aldığım liglerde onlarca yetenekli oyuncunun olduğunun şahidiyim. Ama bu yetenekler nedense hep karşı takımlarda oldular. Hep şunu düşündüm; acaba neden büyük takımlar buraları iyice izleyip de ucuza iyi futbolcuları bulmazlar? 

Kolları sıvadım. Uzunca bir süre Periköyspor’un maçlarına gittim. Sırada Yedikule 1919 vardı. İlk defa sur dibindeki statta oyuncu izlemeye gidecektim. Periköyspor tribünlerinde o kadar çok zaman geçirmiştim ki; çocuklar beni tanıyordu artık. Boğazlist’ten tanıştığımız sonra iyi dost olduğum Ozan diye reklamcı bir kardeşim vardı. “Hadi gel, Periköy-Yedikule maçına birlikte gidelim, oradan da bi meyhaneye falan zıplarız” dedim. Ozan kabul etti.

Periköy kadrosunu ezberlemiştim zaten. Çok heyecanlı maçlar çıkaran, deli gibi koşan ve 15. dakikada yorulan, yaş ortalaması 38 olan bir takımdı. Oradan bize ekmek çıkmayacağını biliyordum. Neden o kadar maçı izledin diye soracak olursanız mahalledeki Ermeni meyhaneleri, caaanım caaanım fırınlar, tatlıcılar, tavuk pilavcılar derken semtten çıkmak kısmet olmadı. 

Stadın bir tarafı tribün bir tarafı tel örgüsü, tel örgülerin ardında tek şerit park yeri ve bir araba geçecek kadar yol bulunuyordu. Arkası bildiğiniz surlar. Ortam şekil yani. Surların üzeri adeta açık tribün gibi. Siyah poşete birayı saran oradan maçı izliyor. Maç sıkarsa oraya geçeriz diye de konuştuk. O sırada telefonum çaldı. Baktım Periköy tribününden Münferit kardeşim arıyor. 

– Abi birazdan sizin olduğunuz tarafı taşlıycaz da bi müsaade…

– Tabii Münferit kardeşim, biz de zaten maçtan sıkıldık. Karşıya geçiyoruz, bi 5 dakika sonra taşlarsınız…

Ozan’la önce bi surların üstüne çıktık ama orası pek sarmadı. Aşağı indik tekrar. Gençliğini önce bu sahada, sonra da bu tel örgülerin dışında katletmiş iki dayı, plastik çay bardaklarına rakılarını koymuş, Kartal’ın bagajından çıkardıkları plastik taburelerden masa yapmış, rakı içip maç izliyorlardı. E insanın gözü takılıyor tabii. O tarafa doğru dikkatli dikkatli bakınca minnoş çilingire davet edildik. Bugün az kişilermiş, normalde 10-15 kişi olurlarmış. Bizim gelmemiz hoşlarına gitti. Maksat muhabbet.

Bu esnada tribünde karşılıklı taş yağmuru başladı. Bu kadar taşın beton stattan çıkması mümkün değil. Belli ki iki tribün maçtan önce sözleşmiş. Bir de geleni geri gönderiyorlar. Taşlama olayı loop ediyor. Taşların bir kısmı da sahaya iniyor. Hakem önce maçı durdurdu. Statta sadece bir tane ekip arabası olduğu için polis de müdahale edemiyor. Burası Amatör Lig kardeş. Genç ve idealist hakem maçı bitirmemek için her şeyi yapıyor. Kaptanlar tribünlere gidip seyirciyi yatıştırmaya tırsıyor. Hakem de ne yaptı? Taşın geldiği en uzak noktadan koli bandıyla sahayı bölüp, maçın taş gelmeyen yerde oynanmasına karar verdi. Top durmadan taca çıkıyor. Kaçan top geri gelmiyor. Bir sürü de uzatma dakikası ekleniyor. Biz de rakı muhabbetine döndük.

Eşref Abi, Alamancı bir ailenin çocuğu. Kreuzberg hayatı onu sarmayınca Samatya’daki dedesinin evine gelmiş. Dedesi mahallenin ilk beyaz eşyacısı. Onun yanında esnaflık öğrenicem falan dese de topun peşine düşmüş. Nasıl olsa mal mülk var diye mahalleden bir kızla evlendirmişler. Ama aklı topta onun. Önce Yedikule’de oynamaya başlamış. Sonra sakatlanmış. Sahadaki maçlara bahis açmaya başlamış. İllegal bahsin sonu kavgayla dövüşle biter ister istemez. Çok sopa yemiş, çok sopa atmış. Dalgalanmış durulmuş. Babadan dededen kalan miraslarla bu yaşa gelmiş. Bir de evlat büyütmüş. Onu zorla topçu yapmaya çalışırken çocuk üniversite kazanıp Amerika’ya gitmiş. O da senelerini stat kenarında rakı sofrası kurarak geçirmiş. Biz bunları dinlerken “ekmek alıcam”, “yara bandı kalmamış”, “elektrik süpürgesi bozulmuş” diye bahane uyduran ya da hiç bahane uydurmadan karısının dırdırından kurtulmak için camdan atlayıp gelen masaya katıldı. 

Topçu bulamadık ama bir sürü mahalle dayısı bulduk. Taşlar falan da bitti. Tribünler duruldu.

Dayılarla bir hatıra fotoğrafı çektirdik. Tam arkamızda “Gençliğimin Katilisin” yazan bir pankart vardı.

Devamını Oku

“Ooooo Turan, hayırlı olsun Tigra’n!”

“Ooooo Turan, hayırlı olsun Tigra’n!”
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Altyapıdan çıkmış futbolcuların önünde iki büyük tehlike vardır ve bu iki büyük tehlikenin içinde kendini bulmayanın sayısı oldukça azdır. 

1-Spor arabalar
2-Pavyonlar

Doksanlı yıllarda bir Anadolu şehrinde genel kaptanlık görevindeydim. Şimdikiler bilmez eskiden kulüplerin genel kaptanları olurdu. Takımla sahaya inersiniz ama kravatı ceketi takarsınız. Sportif direktörlük görevinden çok daha kıymetlidir. Öyle transfere mıransfere, hoca tercihlerine karışmazsın ama hocayı da topçunun delilikleriyle uğraştırmazsın. 

Takımı derleyip toplayacak şu “abilik müessesesi” denen şey vardır ya, işte genel kaptan odur. Bol bol sağa sola para basıp, çoluğunun çocuğunun rızkını da kulübün âli çıkarlarına harcarsın. Kumar gibidir; hep verirsin asla kazanamazsın. 

Neden? Çünkü futbolcunun yapacağı hareketler her zaman bellidir.

Neyse işte tesislerde bizim A takım antrenörü Nevzat Hoca’yla altyapı takımını izliyoruz. Turan diye bir oğlan var, pire gibi maşallah. 

“Hoca, salla transferi falan, al şu Turan’ı takıma, deplasmanda Fener’e bi tane sallasa bir sene sonra Fener’e satarız, komple takımı kurarız” demiştim.

Nevzat Hoca bunu bir yere yazmış demek ki, transfer yapmadı. Fener maçından bir hafta önce bir baktım Turan’ı A Takım’la antrenmana çıkarmaya başladı. İdmanı izliyorum bütün duran topların başına Turan geçiyor. Bütün takım 17 yaşındaki Turan’a çalışıyor. Vay canına arkadaş, adam lafıma güvenmiş dedim.

302S Mercedes’le maçtan bir gün önce Kadıköy’e vardık, Aden Otel’e yerleştik. Tüm topçular üçer kişilik odalarda kalıyor, Turan kral dairesinde…

Masörler geliyor, meyve tabakları gidiyor… Nevzat hoca “maçta 1 gol at, daha bu otele neler gelecek Turan” diyerek sırıtak bir ifadeyle Turan’ı gazlıyor Allah gazlıyor.

Maç günü geldi çattı tabi. Başkan bizim Turan’ı Fener’e satma fikrini tutmuş, Turan gol atarsa tüm oyunculara prim verileceğini açıklamış. Turan’ın primi ise o dönemin otoban faresi Opel Tigra…

Fener maça bi başlar, sağlı sollu ataklar. Gerson’dan sekiyor Tanju’ya geliyor. Oğuz bırakıyor, Rıdvan alıyor. Öyle bir fırtına. İlk yarı 3-0. Bizim takımdaki bütün toplar Turan’da toplanıyor. Turan topu kaybediyor hemen. 

İkinci yarı Fener bir sonraki haftaki maçı düşünerek tüm oyuncuları değiştiriyor, maç rölantiye düşüyor. Maç bitmeye yakın bizim bir cılız atakta Turan yere düşüyor, hakem yanlış bir kararla frikik veriyor lehimize. Turan topun başına geçiyor, baraja çarpan top kaleciyi kontrpiyede bırakarak ağlara gidiyor. Maç 3-1 bitiyor. 

Kös kös geri dönüyoruz maçtan sonra. Futbolda söz namus! Tigra alınıyor, primler ödeniyor. Ama Fener, Turan’la falan ilgilenmiyor tabi. 

Kafam çok bozulmuştu. Böyle taktik mi olurmuş canım. Atladım arabaya, çektim çevreyolundaki pavyona. 

Bir baktım bizim Turan’ın Tigra’sı pavyonun kapısının önünde. Otuz kadar taraftar da pavyonu basmış tezahürat yapıyor. 

“Oooooo Turan
Hayırlı olsun tigran
…….larla kullan
Turan goooool goooool gooool!”

Devamını Oku

Bir oto yıkamacıda verilen söz: Üsküdar Rockstar 1885 dönemi

Bir oto yıkamacıda verilen söz: Üsküdar Rockstar 1885 dönemi
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Teknik adamlık kariyerim inişler ve çıkışlarla dolu geçti. Dönüp arkama baktığımda beni kovanları da omuzlara alanları da haksız buluyorum. Çünkü futbol, siz bilimsel yöntemlere ne kadar inanırsanız inanın, 90 dakikada başınıza gelenlerden ibarettir. 

İlk teknik adamlık deneyimimi çok genç yaşlarda yaşadım ama aslında futbol camiasında futbolculuktan gelmeyene kız vermezler. Böyledir. Fakat ben Samatya’da rakı içerken birden kendimi İstanbul’un tarihi semtlerinden birinde, teknik heyetin içinde bulmuştum. Teknik heyet tadını bir kere alırsanız bir daha tribünden maç izlemek istemezsiniz. 

Türkiye’de neredeyse 1,5-2 jenerasyon Football Manager zehrini yemiştir. Hayatımın kalan kısmında bu oyunu The Hoca olarak revize edip, menajerlik oyunları sektörüne yerli ve milli bir boyut kazandırmayı çok istiyorum. Kimi Ayvalık’ta bir zeytinlik alıp oradan bir yıkıcı pazarlama mucizesi çıkarmaya kalkar, beni yıkıcı fikrim de bu. Çünkü kitapta yazanla sahada olan arasında büyük farklar var. 

Yaşadığım Çatladıkapı rezaletinden sonra futbol camiası içinde nasıl kalacağım hakkında bir fikrim yoktu. Acaba birkaç markayla görüşüp, iyi bir futbol pazarlama senaryosu yazsam, İstanbul’un semt takımlarından birini alıp, Football Manager know how’ımla büyük bir başarı hikayesi yazabilir miyim diye semt semt gezmeye başladım. Okumuş adam derler, kafası çalışıyor derler, takımlarını bu güzel kalbime emanet ederler saflığı içindeydim. Nerdeeeee? 

Kibar tabirle bütün bu takımların irili ufaklı kabadayılık organizasyonları tarafından yönetildiğini, Süper Lig’de artık görmeyi unuttuğumuz geceden beklenen derbi maçlarında meydan savaşlarının çıktığını bu semt gezilerim esnasında öğrendim. Onlara dokunan “Tanrı’nın Eli” olacağımı düşünürken, aradan çıkacak bir Osmanlı tokadından nasıl kendimi kurtarırım üzerine senaryolar yazmaya başlamıştım. “Sen gökdelenlerden gelip bizim mahallede şekil şükül mü yapıyosun” sorusunu asla sordurmamam gerektiğini hemen fark ettim. 

İşte tam bu idrak sürecindeyken ünlü futbol yorumcusu Bandana Veli’den bir telgraf geldi. Beni yeni çıkacak bir gazetenin spor servisine röportajcı olarak istiyordu. Gider gitmez Dolmataş’ın eski stoperi Ali Delen’le röportaj patlatmamı istedi. Kulağa iyi geliyordu. Eski futbolcu sohbetleri yapacaktım. Yapacak daha iyi bir şeyim olmadığı için bu baya iyi bir şeydi. Aradım. Beni Bağdat Caddesi’ne paralel bir oto yıkamaya çağırdı. 

Ali Delen’le “kiyifli bi sohbet”in ardından daha önceden hazırladığım birkaç demeç önerisini gösterdim. 

“Adrenalin olmuş bilmem kaç, kime tekme attım diye mi bakıcam.”

“Bi yerden sonra beyne oksijen gitmiyor, hoca diyo aklını kullan.”

“Futbola herkes santrafor başlar, stoperde kaldıysan hâlâ oyunun içindesin demektir.”

Ali Delen, duygularına tercüman olduğumu söyledi. Ben de Çatladıkapı’ya tercüman diye gidip teknik direktör olarak çıktığımı söyledim. Bunun üzerine bana yardımcı antrenörlük teklif etti.

“Vay canına” dedim içimden. Demek Türkiye’de futbol bu yüzden ilerlemiyor. Benim gibi bir tip 1 yıl içinde iki farklı yerden teknik heyet teklifi alıyor. 

Meşhur kabadayı Vedat Şeker, bir alacak karşılığı Üsküdar Rockstar 1885 takımına çökmüş, kıymetli dostu, kıymetli kardeşi Ali Delen’i de takımın başına geçirmiş.  “Vedat abi bana pro lisans çıkarttıracak, kursa mursa gerek yok, tamamsan seninkini de çıkarttıralım” dedi. “Atlaklığımı mazur gör ama Çatladıkapı başkanı beni çok fena taklaya getirdi, Tophanem’den girdi, Şişhanem’den çıktı, bu işe mecburum, tamam” dedim. 

Ertesi gün tesislerde sertifikamı teslim aldım. Federasyon, UEFA falan her türlü onayı vardı. Ama Ali Delen yoktu. Bekle Allah bekle. 

Akşama internetlere haberi düştü. Tuzla tarafında bir kepçe içinde kafa bir dünya bulunmuş. “Tövbe ettim futbola” diye de demeç vermiş. Üsküdar Rockstar teknik direktörlüğü üstüme kaldı. 

Başarısız birkaç sezon geçirdim. Özellikle Barthez’e benzeyen 48 yaşındaki kalecimiz, maçların ikinci yarısında oyundan çıkıp portatif tribünde çekirdek çitlemeye başladığı için skoru korumakta zorlansak da rakiplerimiz bu zaafımızı baştan fark edemiyordu. 

İkinci yarılarda şimdilerde futbolda “tren taktiği” denen uygulamayı hayata geçirmiştim. Deplasmanlı amatör ligde bu taktiği aşacak bir taktik gelişemediği için maçların tamamını berabere bitirmeyi başarmıştım. Devir birlik beraberlik devriydi. 

Ne uzadık ne kısaldık. Ama futbol sahalarına Üsküdar’da adımızı yazdırmaya başladık. Ve kendime “ben yerine biz” demeyi bu dönemde öğrendim.

(Onur Yazıcıoğlu)

Devamını Oku

Ters Dergi takdim eder: THE HOCA

Ters Dergi takdim eder: THE HOCA
0

BEĞENDİM

ABONE OL

TUHAF BİR BAŞLANGIÇ: ÇATLAYANLAR, PATLAYANLAR

Bizim memlekette top peşinde koşmak da, koşanı koşturmak da insanüstü bir çaba ister. Futbol hayatımda futboldan çok yöneticisiyle, taraftarıyla, basınıyla, yerel basınıyla, topçusuyla, topçusunun alemleriyle, stat bekçisiyle, top toplayıcısıyla, saha kireççisiyle, saha komiseriyle, hakemiyle, esnafıyla, sanatkârıyla, futbolcu simsarıyla, malzemecisiyle, sponsörüyle uğraştım. 

Dönüp arkama baktığımda acı tatlı yüzlerce anı hatırlasam da, takımlarıma yaptırdığım 10 tane organize atak hatırlamıyorum. Bütün goller “bam bam bam usulü.”

Bizim memlekette böyle de Edirne’nin ötesi farklı mı? Adamlar şehir içinde şoförsüz uçan taksi dolaştırır, iş topa gelince medeniyyyette eşitleniriz. 

Benim futbol hikayem Çatladıkapı Spor’da başladı. O zamanlar Türkiye’de Yugoslav hoca merakı vardı. Beni de Samatya’daki bir meyhaneden çevirip, “sen yetkili bir abiye benziyorsun, yabancı hoca getirdik, tercümanlığını yapar mısın” diye kulübün kapısından soktular. Birçok hocanın hikayesi futbolu bıraktığında başlamıştır. Oysa benimki tercümanlıkla başladı.

İşin tuhaf tarafı ben Boşnakça bilmiyordum ama hoca Türkçe biliyordu. Her maçtan sonra Çatladıkapı Post muhabiri sorular sorar, ben İngilizce’ye tercüme ederdim. Hoca, İngilizce bilmiyordu ama muhabirin sorularını anlayıp kırık bir Türkçe’yle yanıt veriyordu. Ben de o kırık Türkçe’yi İstanbol Türkçesi’ne çeviriyordum. 

Çatladıkapı Spor ilk yarının sonunda 3 beraberlikle ligin dibine demirleyince iki hafta önce “hocamızın arkasındayız” diye açıklama yapan Başkan hocayı kovdu. Bana dönüp dedi ki; “seni hoca yapsak sen de 3 puan alırdın.” Haklıydı. 

“Boş mukaveleye imza atarım Başkan” dedim. Boş mukaveleyi önüme koydular. Sonra Başkan’ın ne kadar borcu varsa benim üstüme geçirdiler. Takımın da başına geçirdiler. Antrenörlük hayatım eksi bakiyeyle başladı. İlk yarıdaki üç puanı, ikinci yarının ilk maçında kazandım. Bu galibiyet, Çatladıkapı Spor’un tarihindeki son galibiyet olarak tarihe geçti. 

Sezon sonunda Başkan kulübün kapısına kilit vurdu. Caanım caanım kulüp gitti, adı kaldı yadigar.

Devamını Oku

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.