34,9739$% 0.16
36,7420€% 0.28
44,1241£% -0.32
2.974,72%-1,04
2.647,78%-1,18
10.125,46%0,66
28 Eylül 2021 Salı
Kar, kış, kıyamet: Abdülkadir Tamer'den bir öykü
Kaleminin gücüyle ayakta kalan babam: Burhan Arpad
... Ve Zonguldak
Yer altında Romanlar ve Gebenler
"Göğü kucaklayıp getirdim sana, kokla açılırsın"
İçimdeki cinayet (Altıncı Bölüm-FİNAL)
Martin Heidegger “Dil varlığın evidir” diyor. Heidegger’in bu vecizinden de anlayacağımız üzere dil bir halk için çok önemlidir. Milletlerin kalıcı olarak var olmalarını sağlar. Dilin kalıcılığı ise edebiyatla bağlantılıdır. Edebiyat dilin varlığını, dil de milletlerin varlığını koruyor. Bu bakış açısıyla edebiyatın toplumdaki yerinin önemini kavrayabiliriz. Bugünkü Türkçe’nin gelişmişliği ve tutarlılığı da edebiyatın gelişmesi ile olmuştur. Bu yüzden edebiyatımızın ilk polisiye örneklerinden olan Ahmet Mithat Efendi’nin “Esrar-ı Cinayat” romanından söz edeceğim.
Roman, padişah II. Abdülhamid tarafından talimat verilerek kaleme alınıyor. Polisiye romanları seven II. Abdülhamid, Sherlock Holmes’u da seviyor, hatta yazarını sarayına davet ediyor. O dönemki yazarlar arasında uygun olarak Ahmet Mithat Efendi bu görevi üstleniyor ve “Esrar-ı Cinayat” romanını yazıyor. Elbette o zamanlar kitap şeklinde romanlar yazılmıyor. Önce parça parça yani tefrika olarak basılıyor, daha sonra kitaplaşıyor. İlk romanlardan olduğu için bazı teknik hatalar da mevcut. Buna rağmen Ahmet Mithat Efendi beğenilen ve sevilen bir roman kaleme almayı başarıyor
Bu romanla ilgili bir rivayet de eklemek isterim. Rivayete göre tefrika olarak basılan bu romanda katilin kimliği bir türlü açığa çıkmıyormuş. Gazetedeki bölümü takip edip okuyan halk bir türlü katilin kim olduğunu kesin olarak bilemiyor. En sonunda dayanamayıp birkaç kişi Ahmet Mithat Efendi’nin yolunu kesiyor ve onu dövüyor. Böylelikle Ahmet Mithat Efendi katilin kimliğini açıklamak durumunda kalıyor.
Bu kadar bilgi yeterli; artık romanın konusuna gelelim. Eserde olaylar İstanbul’da vuku buluyor. Bir gece vakti genç bir kızla iki erkek öldürülüyor. Komiser Osman Sabri ve Memur Necmi katili aramaya koyuluyorlar. Onlar katili arayadururken iple asılmış bir ceset daha bulunuyor. Yaşanan bu hadisenin intihar süsü verilen bir cinayet olduğu anlaşılıyor. Osman Sabri ve Necmi’nin araştırmaları neticesinde iki cinayetin arasındaki bağlantı bulunuyor. Şüphenin okları Hediye adında orta yaşlı, maddi durumu iyi, güzel kadına çevrilir. Sorguya çekilen kadın cinayetleri kendisinin işlemediğin söylüyor. Memurlar tarafından sıkıştırılan ve baskı uygulanan kadın, Avrupa’da yaşayan Kalpazan Mustafa’nın cinayetleri işlediğini söyleyiveriyor. Kalpazan Mustafa da yurtdışından Tercüman-ı Hakikat gazetesine yazılar göndermeye başlıyor. Yollanılan bu yazılar sayesinde cinayetin sır perdesi aheste aheste açılıyor.
Romanın kurgusu kendini merak ettiren türden. Sonunda neler olacağını merak etmek okuyucuyu kitaba bağlı tutuyor. İlk polisiye romanın bu kadar iyi olacağından ben de pek emin değildim, ama okuyunca tüm fikirlerim yerle yeksan oldu. Bana göre bugünün Türk edebiyatının başarısı, o günlerin başarısına borçludur. Çünkü gelecek ve şimdi her anlamda geçmişe borçludur.
Yazar: Ahmet Mithat Efendi
Eser adı: Esrar-ı Cinayat
Tür: Polisiye
Yayın: İş Bankası
Sayfa sayısı: 255
Nedeni nedir bilmiyorum ama “tevafuk” kelimesine her zaman inanıyorum. Yaşadığımız, gördüğümüz, karşılaştığımız her şeyin bir anlamı olduğunu düşünüyorum. Rastlantı ya da tesadüf ile aynı anlamı içermez. Rastlantı ve tesadüf herhangi biriyle ya da bir şeyle denk gelmektir. Bu denk gelme durumunun altında anlam da yoktur. Ama tevafuk, sanki bir şey tarafından önceden belirlenmiş, planlanmış, sebep ve sonuç ilişkisine dayalıdır. Ayrıca “tevafuk” gerçekleştikten sonra sizi sonuca götürür.
Bana göre müthiş bir tevafukun sonucu olarak oluşmuş olan “Bir Bilim Adamının Romanı”ndan söz etmek istiyorum. Tevafuk dememin nedeni, büyük işleri başaran bilim insanı Mustafa İnan ile onun hayatını yazacak olan Oğuz Atay’ın hayatlarının kesişmesi. Yazarın hayatını kaleme aldığı bilim insanı, onun hocasıydı. Devlet yurdunda okuduğu için her zaman kendini halkına borçlu hisseden ve bu yüzden özel kurumlarda çalışarak büyük paralar kazanmak yerine devlet okullarında hocalık yapan büyük bilim insanı Mustafa İnan, ileride büyük bir yazar olacak olan Oğuz Atay’ın tevafukluğu bu anlamda çok önemli geliyor bana. Sonuç olarak o büyük bilim insanın hayatını, o büyük yazar kaleme alıyor.
Atay biyografik romanını yazarken mizahından ve edebi dilinden vazgeçmemiş. Eseri okurken bazen hafif gülecek bazen de duygusallaşacaksınız ama okuduğunuza asla pişman olmayacaksınız. Roman iki bölümden oluşuyor. Birinci bölüm Mustafa İnan’nın doğumundan eğitim hayatına kadar, ikinci bölüm de ise hocalığından ölümüne kadarki yaşam yılları anlatılıyor. Eser, Mustafa İnan’a benzeyen bir çocuğun fen fakültesinin giriş sınavını öğrenmeye çalıştığı kuyrukta başlıyor. Sınava girmiş diğer öğrenciler ona taşralı gözüyle bakıyor ve sınavı kazanamayacağını düşünüyorlar. Tam o esnada tören yan bloklarda bir tören vardı. O törende Mustafa İnan’a ölümünden dört yıl sonra ödül veriliyor. Taşralı çocuğun yanına orta yaşlı bir adam geliyor ve ona Mustafa İnan’dan bahsetmeye başlıyor. Çocuk bu sayede İnan hakkında çok şey öğreniyor. Oğuz Atay’da o adamın ağzından İnan’ın hayatını anlatmaya başlıyor.
Kitapta hikâye içinde bir hikâye anlatılıyor (üst kurmaca). Adana’da doğan Mustafa İnan fakirlik içinde büyüyor. Okula hiç defter, kitap götürmüyor. Babası, “bu çocuktan adam olmaz,” diyor. Lakin İnan okulda çok iyi notlar alıyor hatta arkadaşlarına ders anlatıyordu. Cihan harbi patlak verince ailecek Konya’ya taşınıyorlar. Burada M. İnan Divan Edebiyatı'na merak sarıyor. Daha sonra tekrar Adana’ya dönerek okuluna devam ediyor. İnan erken yaşta büyümek zorunda kalan çocuklardan biri oluyor. Liseyi birincilikle bitirerek üniversite sınavını da kazanıyor. Yaşlanıyor, büyüyor ve hastalanıyor. Yattığı hastanede hemşire ona serum veriyor ve o serum biter bitmez hemen değiştirilmesi gerekiyor. İnan hasta yatağında serumun damlalarını sayesinde ne kadar sürede biteceğini biliyor ve hemşireyi uyarıyor. Okuyucular için böyle bir adamın biyografisini okumak inanılmaz bir deneyim olacak.
Oğuz Atay onun için, “Eğer Mustafa İnan olmasaydı bilimde çok büyük bir boşluk olacaktı,” diyor. Okursanız çok sayıda paragrafın altını çizeceksiniz. Hayata mühendislerin gözlüğünü takarak yaşamaya bile başlayabilirsiniz.
Yazar: Oğuz Atay
Eser: Bir Bilim Adamının Romanı
Sayfa sayısı: 273
Tür: Roman
Yayın: İletişim Yayınları
Bu hafta Sophokles ve onun kitaplarından söz edeceğiz. Kendisi çok mühim bir tragedya yazarı. Antik Yunan’da tragedya yazarları elbette sayıca fazlaydılar. Sophokles’in alametifarikası tanrıları yok saymasıydı. O insanların hayatlarını temel alarak tragedyalarını yazıyordu. O tanrıları es geçen bir yazar. Halkın anlayacağı şekilde yazar, halkı uyarır ve kadercilikten kurtulmalarını amaçlar. Bu metinlerde tragedyaların olmazsa olmaz özelliklerinden olan aşırı şiddet ve dram da mevcut. Yazarın günümüze yedi tragedyası ulaşmıştır. Ondan sonra gelen birçok yazar da ondan etkilenmiş ve bu etkileşim halen devam etmekte. Hatta günümüz psikanalizmin kurucusu olan Freud’un düşünceleri tragedyalarını izledikten sonra şekil bulmuştur. İyi yanları saymakla bitiremeyeceğimiz… En önemlileri olan “Antigone, Kral Oidipus, Elektra ve Aias” tragedyalarını anlatmaya geçelim.
Kral Oidipus, Apollo tarafından doğarken lanetleniyor. Lanet şudur ki: Oidipus babasını öldürüp annesi ile evlenecekmiş. Bunu öğrenen anne ve babası, onu öldürmesi için bir çobana veriyorlar. Çoban da çocuğu olmayan Kral ve Kraliçe’ye veriyor. Olgunluk çağına gelince üstündeki laneti öğrenen Oidipus, Tanrılara karşı geliyor. Onların çizdiği kaderi ve laneti üstünden atacağına inanıyor. Kral Oidipus bu kaderi değiştirmek için elinden geleni yapacak. Sophokles bu eserinde insanlar kaderlerini değiştirmeyi beceremeseler bile bunun için mücadele etmeleri gerektiği mesajını veriyor. Gayelerine ulaşmak güzel ama o uğurda mücadele etmek daha güzel. (Sayfa sayısı: 56)
Antigone’un kardeşi, Kral Kreon savaştığı kişilerle iş birliği yapar. Kral Kreon, onun cesedinin gömülmesine karşı gelir. Her kim ki gömerse cezası ölüm olacak. Kral Kreon’un gelini olan Antigone onu toprağa gömmeye çalışır. Antigone yakalanır ve cezası ölümdür. Ölüp ölmeyeceğini hikâyesini okurken anlamanızı isterim. Başkahramanımız Antigone’un isyankârlığı ve başkaldırıcı özellikleri okuyucuya kadınların, ta o dönemlerde cesaretini gösteriyor. (Sayfa sayısı: 63)
Elektra, babasını çok seviyor. Günün birinde annesi babasını aldatıyor ve sevgilisi ile plan yapıyor. Elektra’nın annesi ve annesinin sevgilisi onun babasını öldürüyor. Elektra yönetimi ele alan annesi ve üvey babası yüzünden hapis hayatı yaşamaya başlıyor. Aynı zamanda babasına yapılan kötülüğün intikamı da içinde perçinleşiyor. Elektra’nın tek umudu sürgünde bulunan kardeşi Orestes’tir. Elektra babasını çok seviyordu. Onun için yapamayacağı hiçbir şey yok. (Sayfa sayısı: 57)
Aias, aşırı güçlü biri; tanrıların kıskanacağı kadar güçlü. Tek başına kimsenin kaldıramayacağı taşları kaldırıp düşmanına fırlatıyor. Aias evrene korku salıyor. Eser konusunu Homeros’un İlyada destanından alıyor. Kahramanımız bu kadar güçlü olmasına karşın sağduyuludur. Bu sağduyusunu hakkı olan silahları almadığında kaybediyor ve olanlar oluyor, deliriyor. Aias’ın sonu tanrılar yüzünden çok acı bir şekilde bitiyor. Kibir onu mahvediyor, tıpkı insanları mahvettiği gibi. Hiçbir tanrı kibri sevmez. (Sayfa sayısı: 66)
Yazar: Sophokles
Yayın: İş bankası
Tür: Tragedya
Bazı kitaplar vardır, bizi kara delikler gibi içine çekeceği daha ilk cümlelerden bellidir. İşte Albert Camus’un “Yabancı” eseri bu türden bir kitap. Okuyucuyu içine çeken kitabın ilk cümleleri şunlardır: “Bugün annem öldü. Belki de dün, bilmiyorum.” Başkahramanımız Meursault için pek önemli değil. Önemli olan Meursault’un annesinin kaldığı huzur evinin uzun yolu. Evet, başkahramanımız hiçbir şeyi umursamayan, vurdumduymaz, ilgisiz, hissiz, gamsız bir ruh hali var.
Annesinin öldüğüne dair telgraf alınca cenaze işlemleri için huzurevine gidiyor. Görevliler tabutu açmak istiyorlar çünkü annesini son kez görmek isteyebileceğini düşünüyorlar. Meursault, buna gerek olmadığını söylüyor. Cenaze töreninden defin sürecine kadar tek damla gözyaşı da dökmüyor. Sevgilisi “evlenelim” diyor. O “fark etmez” diyor. Çok önemli bir özelliği daha var, o da yalan söylememek, belki de tek olumlu özelliği diyebiliriz.
Yukarıdan anlaşıldığı gibi roman annesini ölümünü tebliğ eden telgrafla başlıyor. Meursault orta sınıf bir ailenin çocuğudur. Annesi öldükten sonra ertesi gün hayatın olağan akışına kendini bırakıyor. Sevgilisi ile sinemaya gidiyor, geziyor vesaire… Bir gün arkadaşlarıyla gittiği sahil kenarında bir suç işliyor. Tutuklanıyor ve yargılanma süreci başlıyor. Meursault inançsız biridir, onun için ölüm ile yaşam aynıdır. Yargıç, Meursault’u cezalandırıyor ama bu ceza işlediği suçtan mütevellit değil. Yargıç, cezayı annesini cenazesinde ağlamadığı için veriyor. Ceza başkahramanın ahlaksızlığına veriliyor. Bu yüzden ceza aslında kişiye değil, düşünceye kesiliyor.
Kitaptaki başkahramanımız Meursault, ahlaksız bir vatandaştır. Ahlak: din, kültür, toplum ve benzerleri tarafından belirlenen kurallardır. Başkahraman bunların hiçbirine uymaz. Kitabın ismi de oradan geliyor. Bu başka şehirlerden ya da coğrafyalardan gelen bir yabancının hikâyesi değil. Tamamen kendi içinde yaşadığı topluma “yabancı” olan adamın hikâyesidir. Albert Camus, bize toplumun ahlak yapısına karşı gelmenin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Sözlü kuralların yazılı kuralların çok ötesinde olduğunu hikâyeyi okuduğunuzda sizde anlayacaksınız. Toplumsal ahlak insanları bir arada tutar. Herkesin kafasına göre yaşadığı bir dünyada kargaşa egemen olur. Bu yüzden eserde de belirtildiği gibi adli suçlar işleyebilirsiniz ama ahlaksız suçları asla işleyemezsiniz.
Eserde anne karakteri üzerinde çok durulmamış. Nasıl biri olduğunu bilmiyoruz şefkatli mi zalim mi, orası müphem ama dikkatli okuyucular fark edeceklerdir ki en önemli karakter odur. Her şey onun ölümünden sonra başlıyor. Kitapta yaşanan tüm olaylar eninde sonunda onun hissiz karakterinin yanında annesinin cenazesinde ağlamamasına geliyor.
Toplum bireylerden oluştuğu için bireyin yeri çok önemli. Bireyin ahlak dışı davranışlarının affı bu yüzden olmaz. Bu eserde psikoloji, felsefe, sosyoloji gibi birçok alan mevcut. Çünkü Albert Camus hem yazar hem de filozoftur. Onu tanıyanlar entelektüel kişiliğine saygı duyar. Diline gelecek olursak çok sade ve akıcıdır. Bir günde okuyabileceğiniz kitaplardan.
Yazar: Albert Camus
Eser adı: Yabancı
Tür: Roman
Yayın: Can yayınları
Sayfa sayısı: 110
Gabriel Garcia Marquez yaşanmış bir olayı kitaplaştırdığı “Kırmızı Pazartesi”, aslında çok acıklı ve hüzün dolu bir kitap. Hüzün dolu çünkü eserde cinayet işlenecek ama bu cinayetin faili tek kişiden oluşmuyor. Fail, tüm kasaba nüfusunun birleşiminden oluşuyor. Evet, başkahraman Santiago Nasar cinayetinin faili belli ama bu cinayete göz yuman halkın katil olmadığı anlamına da gelmiyor.
Büyük savaşlar, ölümler, göçler ve benzeri acı yaratan olaylarda suçlu olan tanıklardır, yani halk. Marquez kitabın hemen başında “işleneceğini herkesin bildiği bir cinayet öyküsü” yazarak halka atıfta bulunuyor. Yine söylüyorum Nasar’ı bıçakla delik deşik eden kişiler kadar tanıklar da (halk) suçludur. Ölecek olan adam dışında herkes onun öldürüleceğini biliyor ama herkes bilmiyormuş gibi davranıyor. Onu öldürenler asıl amaçlarının “namuslarını temizlemek” olduğunu söylüyorlar. Kitapta namus temizlemek kavramı üzerinde durulmamış. Eserde geçen diyaloglar da bunu bize gösteriyor. Örnek bir diyalog olarak Peder’le konuşma kısmında: “Failler, ‘Onu bilinçli öldürdük! Ama masumuz.’ diyor. Peder, ‘belki Tanrı katında öylesinizdir.’ Failler, ‘Tanrı katında da, insanların gözünde de. Bu bir namus sorunuydu’ diyorlar.”
Failler ile Peder arasında geçen konuşmalardan anlıyoruz ki, namus cinayeti halkın ve yargıçların gözünde olağan bir şeymiş ya da olması gereken. Buradan anlıyoruz ki, o dönem yazarın yaşadığı yer olan Kolombiya’da namus cinayetlerine sayısı bir hayli fazla. Her eserde olduğu gibi yazar, kurgu ya da kurgu dışı olsun bize toplumun kültürünü, adetlerini, geleneklerini de gösteriyor.
Hüzün dolu kitapta cinayeti işleyecek kişiler herkese, “Biz Nasar’ı delik deşik edeceğiz” diyor. Bunu yapmalarındaki sebep aslında onların da Nasar’ı öldürmek istememeleri. Ama hayır, nüfusun en alt tabakasından en üst tabakasına kadar herkes aralarında imzaladıkları “töre kurallarına” yani yazısız kurallara uyuyor. Ve failler cinayeti işlemek zorunda kalıyorlar. Acının ve hüznün büyük olmasının nedeni buradan geliyor. Failler de maktuller de halk tarafından bu sıfatları almak için zorlanıyorlar. Eserde öldüren kişiler, ölen kişi ya da hangi sebepten bu olayların gerçekleştiği çok da önemli değil. Önemli olan halkın hep beraber bu cinayete hem sebep olması hem de katili olması. Bu yüzden failler özgüvenli çünkü gücünü Tanrı’dan aldığı gibi halktan da almış. Kısaca failler değil (!) halkın kendisi katil.
Eser çok akıcı ve güzel yazılmış zaten yazarımız Nobel ödülü de almıştır. Röportaj tekniği ile yazılmış. Birinci tekil kişi ile kaleme alınmış. Cinayet işlendikten sonra olaya şahit olan herkesle konuşan, bir gazeteci gibi yazılmış. Farklı bir eser, aslında Marquez’in eserleri hep farklıdır. “Büyülü gerçekliğin” öncülerinden olması da bu yüzdendir. Kitabın arka kapağında da yazdığı gibi “Romanın kahramanı Nasar’ın öldürüleceği daha ilk satırlardan belli, ancak sonun baştan belli olması, kitaba sürükleyiciliğinden bir şey kaybettirmiyor.”
Tanıklık ettiğiniz ve hiçbir girişimde bulunmadığınız her iyi ya da kötü davranışa ortak olursunuz!
Yazar adı: Gabriel Garcia Marquez
Eser adı: Kırmızı Pazartesi
Yayın: Can Yayınları
Sayfa sayısı: 107
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.