34,2770$% 0.1
37,7103€% 0.28
44,9142£% 0.17
2.909,54%0,01
2.637,81%-0,17
9.043,69%0,13
11 Mayıs 2024 Cumartesi
Kar, kış, kıyamet: Abdülkadir Tamer'den bir öykü
Kaleminin gücüyle ayakta kalan babam: Burhan Arpad
... Ve Zonguldak
Yer altında Romanlar ve Gebenler
"Göğü kucaklayıp getirdim sana, kokla açılırsın"
İçimdeki cinayet (Altıncı Bölüm-FİNAL)
Çok kan dökülecek bu baharda. Buğdayların kızıla çalan başaklarından belli. Ağıtlar yakacak bu kez, karşıki yüce dağın ormanını… Ilık bir esintiyle türkülenecek ova. Omuzlarıma düşen uzun sarı saçlarımı öpüp, yüzüne sürecek Poseidon’un oğlu Aiolos. Kan damlayacak kılıcımdan, parmaklarımın arasında dolaştığı buğday başaklarının üzerine… Ve son kez bakıyor olacağım vatanım Legonya’nın sonsuza dek özgür kalacak masmavi göğüne…
“Lan daly.rak! Ne geziyon lan ekinlerin arasında soktumun keltoşu?” diye bağırdı ekin tarlasının sahibi ihtiyar köylü.
“Bana mı dediniz amcacım?“
“Sana dedim lan tabi. Senden başka keltoş mu var bu koca tarlada.“
“Ama ayıp olmuyor mu be amcam? Tam da Spartalı Kral Leonidas hayalimin ortasında…“
“Ulan sokarım senin Lonadisasına gavat! Zaten şuncacık bi buğdayım var. Onu da sen mi bitirecen puşt!“
“Yemedik ya lan buğdayını! Üzerinde iki elimizi gezdirip gidecez işte… Amma tantana yaptın be!“
“Bak bi de cevap veriyor deyyus! Si.tir git lan tarlamdan…“
Kaçarken köylüden kafası şişkin, mermer bir bibloya basıyor ayağım. Uçsuz bucaksız bir buğday tarlasının kenarında, bir köyde… Hazineleriyle meşhur olduğunu duyuyorum o köyün. Belki de bir hazine buldum düşüncesi takılıyor kafama. Etrafımı iyice kolaçan edip atıyorum cebime bulduğum şeyi.
İnsan zihninin en aciz anını düşünüyorum. Boktan, kıymetsiz bir şeyi, evrenin en kıymetli mücevherine dönüştürdüğü zamanı… Bazıları bunu “aşkın kör gözü” olarak tanımlar, bazıları da “kimsenin göremediğini gören bir dahi” olarak şereflendirir o zihni. İnsan, kendini kıymetsiz olarak nitelendirdiği zaman, etrafında olur olmadık her şeyi yüceltmelidir ki, kıymetsizliği yücelttiklerinin arasında rahatça gizlenebilsin.
Aynısını yapıyorum elimdeki bibloya. Eve dönüş yolu boyunca türlü yerlere koyuyorum onu zihnimde… Kimi zaman büyük bir kralın hazinesinin en kıymetli parçası, kimi zaman ise insanlık tarihinin büyük bilmecesini çözecek en önemli ipucu… Bildiğimiz hiçbir şey bildiğimiz gibi olmuyor artık. Tarihler boyunca söylenen anlamlı sözler, yapılan keşifler, büyük sanat eserleri, yıkımlar, savaşlar, 4 milyar yıllık dünya tarihi… Her şey ama her şey elimde tuttuğum bu bibloyla birlikte yok oluyor. Tüm kitaplar baştan yazılıyor bu mantar kafalı mermer biblo sayesinde…
Eve geldiğimde kayınpederim Abdullah Bey, karım ve oğlum karşılıyor beni. Cebimden çıkarıp bulduğum şeyi gösteriyorum onlara. Çok seviniyor oğlum. O, eve ne getirsem sevinmenin derdinde. “O ne?” diye soruyor karım. Sesi her zamankine göre fazla tedirgin. Eve ne getirsem tedirginleşmenin derdinde karım. Televizyonda oynayan 2. Lig yükselme maçından gözünü ayırıp şöyle bir üstünkörü bakıyor elimdekine kayınpederim Abdullah Bey. Eve ne getirsem şöyle bir üstünkörü bakmanın derdinde kayınpederim Abdullah Bey.
“Tarihi eser bulmuş olabilirim” diyorum karıma. “Belki de yırttık, döndük köşeyi ha! Ne dersin?”
Korkuyor karım iyice. İllegal geliyor ona böyle işler. “Götür onu nerden aldıysan oraya bırak” diyor karım.
“Akvaryuma koysam?“
“Saçmalama! Polis gelir, bi şey olur… Götür bırak şunu. Nerden bulduysan oraya koy.“
“Sanki düzenli olarak polis geliyormuş evimize gibi…“
“Ver bakayım neymiş o?” diye soruyor kayınpederim Abdullah Bey.
Uzatıyorum elimdekini kendisine. Boynunda asılı gözlüğünü takıp iyice bir inceliyor, sonra tekrar bana uzatıp “Ceviz kıracağı olabilir“ diyor. “Ama yine de emin olmak için müze müdürü arkadaşıma sorabiliriz istersen?” diyor. Müze müdürü arkadaşı olan bir adamın kızıyla evli olmanın ne kadar onur verici olduğunu düşünüyorum o an. Benim için en büyük zenginliğin bu olduğunu düşünüyorum. Bugün 8 milyar nüfuslu bir dünyada kaçımızın müze müdürü tanıdığı var ki diye düşünüyorum. Her şeyi düşünüyorum o an. Düşünmeden hareket etmek istemiyorum çünkü artık. “Belki de tahmin edeceğimizden çok daha fazla kıymetli bir şey” diye düşünüyorum. Çünkü gerçekten çok kıymetli bir şeyse o eski küçük mutlu, mütevazı hayatımızın tekrar eskisi gibi olmayacağından korkuyorum. Şöhretin beni bir canavara dönüştürebileceğinden…
Fotoğrafını gönderiyoruz müze müdürüne bulduğum o şeyin. Yarım saat sonra arıyor müze müdürü kayınpederim Abdullah Bey’i.
“Hmmmmmm…” diyor Abdullah Bey. “Yaaaaaaaaa…” diyor Abdullah Bey. “Hadi yaaaaa” diyor son olarak Abdullah Bey. Öpüyor gözlerinden müze müdürünün. Müze müdürünün gözünü öpen bir adamın kızıyla evli olmanın gururunu yaşıyorum içimde.
“Tebrik ediyorum sevgili damadım” diyor Abdullah Bey. Kibarlığı, sesinin tonuna yansıyor. Akort ediyor sesini, kibarlığı…
“N’olmuş?” diyorum heyecanla.
“S.ke basmışsın” diyor yine aynı kibarlıkla,
S.ke basmak…
“Fallusmuş o bulduğun. Antik Roma dönemine ait bir fallus…”
“Fallus?”
“En kibar haliyle nasıl demeliyim bilmiyorum sevgili damadım, ama kısaca ‘s.k’ diyebiliriz”
En kaba ve en uzun haliyle nasıl tercüme edilebilir ki Antik Roma dönemine ait bir ‘s.k’?
Antik bir s.k buluyorum ben. Antik Roma dönemine ait mermerden bir s.k. Kullanılmış ve atılmış. Yüzyıllarca hatta binyıllarca durmuş öyle bir kenarda. Milyarlarca insan gelmiş geçmiş bu dünyadan. Kimse görmemiş, kimse bilmemiş. Bir ben görmüşüm, bir ben basmışım üstüne o s.kin. Türküler yazmış insanlık, destanlar döşemiş ne gördüler ne bildilerse… Nesilden nesile aktarılmış hanlar, hamamlar, sikkeler, altınlar… Ben ise şimdi oturmuş bulduğum antik s.kin hikayesini aktarıyorum buradan torunlarımın torunlarına…
Dinlesin o halde herkes, not düşüyorum buradan tarihin paslı sayfalarına.
Ve haykırıyorum şimdi buradan tüm kainata:
Romalı prensesler, kraliçeler… Bende büyük sırrınız. Duyun beni. Diz çökün önümde.
Sen yedi düvele hükmetmiş Sezar!
Dünyayı avuçlarına almış, koca imparatorluklar kurmuş BÜYÜK SEZAR…
Sen mi büyüksün?
Ben büyüğüm ben.
Memo Usta…
Şimdi çek kılıcını ve gel al hadi s.ki benden.
.mına kodumun yavşağı seni…
Götürüp bırakıyorum antik s.ki müzeye. Müze müdürünün ısmarladığı bir çay karşılığı…
Ve selamlayacak antik s.kim ışıklı bir vitrinin ardından, üzüntüsünü komiğe saklamış tüm bahtsız insanlığı…
Öldüm ben. Bir ay önce güneşli bir Pazar sabahı koltukta öylece otururken duruvermiş kalbim. Tanımadığım bir adamın yanına gömdüler beni. Necip abinin… Necip Hiçdurmaz… Tabii ben abi diyorum kendisine ama o öleli çok olduğundan pek de yaşını göstermez olmuş artık.
“Hoş geldin yoldaş!” dedi. Gayet tok ve düzgün bir sesle…
– Yalnız şu bacaklarını biraz topla. Zaten daracık yer…
– Kusura bakmayın amcacım. Alışamadım henüz ölülüğe… Çekiyorum hemen.
– Höst ulan! Amca senin babandır. Ne amcası!
– Valla çok özür dilerim abi. Bu iskelet halinizle yaşınızı tahmin etmek biraz zor…
– Neyse koy g.tüne! Ölümlü dünya… Böyle şeyler için birbirimizi kırmaya değmez ilk günden.
– Evet abi haklısın. Ölümlü dünya…
– Eee anlat bakalım yoldaş. Sen neden düştün buraya?
– Neden düştün derken abi?
– Evet çok basit bir şey sordum. Buraya neden düştün?
– Öldüm abi?
– Ulan öldüğünü biz de biliyoruz zevzek… Neden öldüğünü soruyoruz? Pamuğu beynine tıkadılar sanırım senin.
– He he! Bir ölüye göre oldukça komiksiniz siz.
– Sen beni bir de hayattayken görecektin.
– Hayattayken daha eğlenceli oluyor gerçekten insan.
– İnsan hayattayken, bir amaç uğruna mücadele veriyorsa şayet, eğlenmeyi bir kenara bırakıp mücadelesinin peşinde tırnaklarını kanatırcasına tırmalamalı taşı, toprağı… Hele ki mücadelesi uğruna hayatı ölümü almışsa göze…
– Ee tabii ki abi. Ama yine de eğlenmek…
– Evet? Söylemedin hâlâ neden öldüğünü?
– Kalp krizi abi!
– Demek sana yapılan haksızlıklara dayanamadı o güçlü isyankar kalbin…
– Yok abi öyle değil…
– O zaman bir direniş esnasında atılan kimyasal gazlar…
– E tam olarak öyle bir şey de değil abi.
– Anladım. Sen sokakta tek başına yürüyordun ve birden etrafını saran faşistler seni aralarına alıp dövmeye başladılar. Sen de oracıkta kalp krizi geçirdin… Kahrolsun faşistler!
– Abi şimdi kahrolur mu olmaz mı tabii ben orasını bilemem ama öyle bir şey de olmadı.
– E çatlatmasana adamı yoldaş! Neden kalp krizi geçirdin öyleyse?
– Ne biliyim abi ben. Öyle durup dururken duruverdi işte kalbim. Televizyonda bizim takımın maç özetlerini izleyecektim. Oturdum koltuğa, bir daha da kalkamadım.
-Ne?
– Yani öyle dümdüz bir kalp krizi…
– Ama nasıl olur? Bir yoldaş asla öyle kendi kendine dümdüz bir kalp krizi geçirerek ölemez. Hem ayrıca nasıl olur da bir yoldaş takım tutar? Devrimin en büyük düşmanıdır futbol. Kitleleri uyutup, köleleştirmek için faşistler tarafından icat edilmiş bir sporu nasıl olur da sevip benimseyebilir bir yoldaş?
– Ne alakası var abi? Hangi ideoloji binlerce kişiye aynı ağızdan tek bir marşı bir seferde söyletebilmiş? Hangi ideoloji uğruna binlerce kişi kol kola girip de aynı anda zıplayarak küfredebilmiş? Hem ayrıca bahsettiğin ideolojiyi savunan sizler daha kendi aranızda bile anlaşamazken… Mesela futbolda yoktur daha koyu kırmızı ya da daha koyu siyah…
– Canım ben onu mu demek istiyorum sana?
– Ne demek istiyorsun abi? Hem ayrıca sen niye ikide bir yoldaş diyorsun bana, ben onu da anlamadım?
– Nasıl yani? Sen yoldaş değil misin?
– Değilim abi.
– Demek sen aşağılık yavşak bir faşistsin. Kahrolsun faşistler! Defol buradan pis faşist!
– Ağabeycim bir sakin olur musun lütfen! Ben faşist filan da değilim. Hem ayrıca faşist bile olsam söyler misin bana nereye defolabilirim şu halimle.
– E faşist değilsin, yoldaş değilsin… Nesin ulan sen o zaman?
– Ölüyüm ağabeycim ben. Sadece bir ölü… Senin gibi… Ya da ne bileyim şu etrafımızdaki diğer ölüler gibi sıradan bir ölüyüm ben.
– Hop! Burada bir dur bakalım. Beni diğerleriyle bir tutamazsın sen. Evet ben bir ölü olabilirim ama fikirlerim… İşte onlar asla ölmedi ve sonsuza dek de ölmeyecek…
– Sonsuz?
– Evet sonsuz…
– Sen tam olarak ne zaman öldün Necip abi?
– Bir on yıl oluyor sanırım.
– Sen sonsuzu geçeli çok olmuş abi. Kusura bakma da…
– O ne demek şimdi?
– O şu demek abi… Sonsuz dediğimiz kavram insanoğlunun icadı, bir dairesel zaman içinde yer almaz.
– Dairesel zaman ne demek be?
– Hayattayken saat takıyor muydun abi?
– Evet?
– Yuvarlaktı değil mi o saat?
– Evet yuvarlaktı…
– İşte insanoğlu dümdüz akıp giden zamanı yuvarladı. Böylelikle geride bıraktığı her şeyin dönüp dolaşıp tekrar edebileceği yanılgısını kendine şartladı. Saat içindeki o dönen saniye mesela… Bir yerden başlayıp 60’a kadar sayınca dönüp yine aynı yere geliyor. Bu da bizde oluşan sonsuzluk algısını değiştiriyor. Zannediyoruz ki fikirlerimiz yok olmayacak, dönüp dolaşıp tekrar var olacak. Topraklarımız sonsuza dek bizim olacak…
– E olmayacak mı?
– Olmayacak tabii ki… Bundan 200 milyon yıl önce dünya tek kıtaydı. Şimdi ise 7 kıta var. Belki bir 3 milyon yıl sonra uğruna öldüğümüz her şey istemesek de elimizden kayıp gidecek zaten.
– Niye yaşadık ulan o zaman?
– Sıra bizdeydi çünkü.
– Sen şimdi diyorsun ki hiçbir şey için mücadele etmeyelim. Öyle dümdüz yaşayalım yani. Öyle mi?
– Yoo hayır. Ben öyle bir şey demedim.
– Ya ne dedin?
– 4 milyar yıllık bu gezegende, ortalama 70 yılcık yaşayıp siktir olup gidicez dedim.
– Gittik bile…
Eşim geldi akşamüstüne doğru… Mezarımdaki yabani otları yoldu. Bakmayı bilmediğinden, pek bakıma ihtiyacı olmayan bir dünya sukulent dikti mezarıma. Yılbaşından kalma yanıp sönen bir ışık doladı etraflarına.
“Işıklar içinde uyu” dedi.
Güldü kendi kendine. Ben de güldüm aşağıda…
Necip abinin mezar taşına yaklaştı. Taşta yazan maniyi okudu sonra usulca…
“Tribünde hep dillerde
Sonsuza dek gönüllerde
Darağacında olsak bile
Son sözümüz Fenerbahçe!”
Sırtını dönüp gülmeye başladı Necip abi.
Öldüm ben. Dün öldüm. Güneşli bir pazar sabahı henüz kimse uyanmamışken tık diye duruverdi kalbim. Ne olduğunu bile anlamadım. Televizyonda dün oynan maçın özetini beklerken ölüvermişim. Oysa ki o gün için yapmam gereken bir sürü iş vardı. Dergiye yazımı yazacaktım, Youtube için çektiğimiz programın montajını yapacaktım, balkon leş gibiydi balkonu yıkayacaktım. Koltuğun vidaları gevşemiş “onları bi sıkıver” dediydi karım. “Hay sikiyim!” diyivermişim son nefesimi vermeden hemen önce. Ulan bunca işin gücün arasında… Ama vadesi dolunca ne yapsın insan?
Her yerimi yıkadı imam. Ayaklarımı, ellerimi, tırnak diplerimi, g.tümün deliğinden, burnumun içine kadar her yerimi ovaladı iyice. Ruhum, utancımdan önce terk etmiş vücudumu. Kendi pisliğimden utandım resmen. O an bana deseler ki sana yarım saat daha süre. Yarım saat içinde ne yapacaksan yap sonra tekrar öleceksin deseler bana, gidip hemen tırnaklarımı keser, g.tümü iyice bi yıkardım. İnsan dünyada tamamlayamadığı işleri tamamlamak üzere hayalet olarak dönermiş. G.tümü yıkamak için dönmek, 1990 yapımı o meşhur “Ghost” filmini izlemiş bir ben için oldukça onur kırıcı olacaktır keza.
Yaklaşık elli kişi var cenazemde. İyi rakam. Gerçi sosyal medyada bin iki yüz takipçisi olan biri için biraz can sıkıcı ama olsun. Zaten yaşıyorken de yaptığım paylaşımlar ortalama elli beğeni ancak alıyordu. Her insanın, hayatına alabileceği belli bir sayıda insan kontenjanı vardır. Her insan başka bir insanın otobüsüdür. Kimini muavin koltuğuna oturtursun, kimini en öne cam kenarına, kimini en arkaya koridora… Benim ki elliymiş demek ki. Ölüsüyle dirisiyle elli kişilik bir insanmışım ben. Yaklaşık elli kişinin otobüsüymüşüm. Eminim onların da en az on tanesi ayakta gidiyordur. Biraz sonra ineceklerdir mesela…
Yazıyordum yaşarken. Şiir yazıyordum. Mizah yazıyordum. Anlaşılmamak gibi dertlerim olmadı hiç. Zaten anlaşılması güç şeyler de değildi ürettiklerim. Ortalama zekası olan herkesin ne anlatmaya çalıştığımı, yazdığım bir şeyin ilk cümlesini okur okumaz anlayabileceği bir yazardım. Ama yine de, illa öldükten sonra anlaşılacaksam gömüldükten yıllar sonra anlaşılayım isterdim. Daha cenaze namazım kılınırken değil. Eminim böylesi daha fena olurdu. Ölmeden beş dakika önce anlattığım bir şeyin anlaşılmayıp, cenaze namazımda son selamı verirken anlaşılmak…
Gömüldüm az önce. Benden yıllar yıllar önce ölmüş tanımadığım bir adamın dibine gömdüler beni. Sıkış tepiş bir yer bu mezar dedikleri. Bacaklarımı biraz dizlerimden bükmeye çalıştılar gömerken. Kürek kürek toprak attılar üstüme. Ağzım, yüzüm kum oldu hep. Dandik bir hoparlörden sağlam dualar okuttular, kendileri bir şeyler mırıldandılar. Üzerime biraz su ekleyip ayrıldılar başımdan. Pide yaptırmış karım. Yaklaşık elli kişi beni bırakıp pide kuyruğuna sıraya geçtiler.
“Şu peynirliden de alın lütfen!” diyor karım.
“Keşke peynirli yaptırmasaydık. Atılacak yazık olacak” diyor kardeşim.
“Kız ne bileyim ben. Yenir diye yaptırdım ama herkes kuşbaşı-kaşarlıya saldırıyor baksana…” “Peynirliden de alır mısınız ama lütfen!” diye ikaz ediyor insanları kardeşim. Sesi daha bir emrivaki, biraz sert bir tonla…
“Yenge Allah cennette kavuştursun” diyor tanımadığım bir ses.
“Amin amin” diye geçiştiriyor karım adamı.
“Şu peynirliden de alsanız ya” diyor aynı adama,
“Allah razı olsun yenge. Sağ olasın doyduk” diyor adam.
“Aaa olur mu hiç? Hiç bi şey yemediniz. Vallahi şimdi Memo burada olsa o da çok üzülürdü aç kaldınız diye…” diyor kardeşim.
“Eh iyi madem” diyor adam gevrekçe gülerek,
“Memomuzun hatrına bir kuşbaşılı daha alayım madem.” diyor
Birbirlerine bakıyorlar karım ve kardeşim.
“Kuşbaşılı kalmadı diyor” karım. “Peynirli verelim?”
“Sağ olasın yenge” diyor adam. “Düz peynire alerjim var”
…
Gece bitmek üzere… Sabaha ramak kalmış. Ilık bir rüzgar esiyor güneyden. Turunç çiçeklerinin kokularıyla giriyorum evime. Duvarlardan geçip geliyorum koltukta uyuyup kalmış karımın yanına. Yaklaşıp öpüyorum onu yanağından, dudaklarından. Uyanır gibi oluyor. Bir an panikle koşup masanın altına saklanıyorum. Hayalet olduğum geliyor sonra aklıma. Kendi mallığıma gülüp çıkıyorum tekrar masanın altından. Usulca kucaklıyorum onu. Aşağı yatak odamıza indirip üstünü örtüyorum bir güzel. Yukarı çıkıp alet kutusundan alyan takımını alıyorum yavaşça, ses çıkarmamaya gayret ederek. Bir güzel sıkıyorum koltuğun vidalarını. İşimi bitirdikten kısa bir süre sonra gün ışığı yükselmeye başlıyor Toros dağlarının ardından. Masanın üstünde dünden kalan pide poşeti çarpıyor gözüme. Poşeti de alıp hızla yükseliyorum gökyüzüne.
Size hayatınızda hiç karşınızdaki biri ağzını bile açmadan, sadece gözleriyle kocaman bir “Siktir” çekti mi? Bu soruyu sorduğuma göre bana çekti. Kolay değildir bir insana ağzını bile açmadan sadece bakışlarla siktir çekmek… Ancak Müjde Ar gibi büyük bir oyuncu yapabilirdi bunu. O yaptı zaten. Belki de bu yüzden Tarık Tarcan’ı sadece Çarkıfelek'le anımsarken, Müjde Ar’ın sayısız filmini gözüm kapalı sayabilirdim. Ağzını açabilen herkes rahatlıkla “siktir” diyebilirdi karşısındakine. Bunda şaşılacak bir şey yoktu. Esas ustalık gözlerle bunu söylemekteydi. Dudaklarına baktım. Milim kıpırdatmadı o kırmızı boyalı 59 model Chevrolet İmpala dudaklarını…
Her ünlüye bağırdım önümden geçen…
“Damat Feriiiitttt! Ben senden yakışıklıymışım beee!”
“Tecavüüüüzzz! Ne bakıyon lan anneme!”
Bir tek ona ne söyleyeceğimi bilemeyecektim.
Birden bulutlar kapattı güneşin önünü. Karardı hava. Uzaklardan gök gürültüsü sandığım sesin aslında alkışlar ve çığlıklar olduğunu çok sonra fark ettim. O kararmış havada, bulutları yararcasına bir güneş gibi parlak, hafif esen rüzgarda sallandırıp saçlarını sağa sola, tıpkı tepemizdeki o devasa palmiye yaprakları gibi süzülerek geliyordu ağır çekimde.
“Ahhh Belindaaaa!” tezahüratlarına karışan “Yuhh! Profilooo!” sesleri arasında kimseyi umursamadan geçiyordu Müjde.
“Şuna bak” dedi yanımdaki adam. “Bir de sanatçı olacak” dedi bir diğeri.
“İnsan biraz gülümser be. Seni biz çıkardık biiiz. İndirmesini de biliriz” dedi annem.
Anneme baktım birden,
“Siz mi çıkardınız?” diye sordum şaşkınlıkla.
“Biz çıkardık tabii. Kim çıkaracak başka?”
“Nereye? Jipe mi?”
“Ne jipi ulan, tepemize” dedi annem. Annemin metaforlarını anlayabilecek kadar çalışmıyordu kafam henüz.
“Profilo ne demek?” diye sordum anneme.
“Buzdolabı markası” dedi annem.
“Niye Profilo diye bağırıyorlar?”
“Çünkü buzdolabı gibi soğuk”
“Bir tek Profilo mu var buzdolabı?”
“Hayır ama şu sıralar en bilindik marka o.”
Önemsemedim söylenen hiçbir şeyi. Güneşten parlak birinin soğuk olamayacağı cümlesini o yaş itibariyle zihnimde kuramazdım belki ama yüzümden akan ter, kurulabilecek en afilli cümlenin yüklemi olmaya zaten yeterdi.
“Öpüşelim mi seksi bebek?” diye bağırdım kadının suratına. Nerden geldi aklıma bilmiyorum. “Çok güzelsin” de diyebilirdim. “Seni seviyorum” bile diyebilirdim. 9 yaşında bir çocuk olarak sonsuz seçeneğim, kısıtlı aklım vardı. Ve ben o sonsuz seçenek arasında “Seksi Bebek” i seçecektim. Üstelik öpüşmeli…
Kıpkırmızı oldu annem. Müjde’nin rujundan daha kırmızı…
“Küçük büllüklüye bak hele sen” dedi gülerek annemin yanında duran tanımadığım bir teyze. Gülmeye başladı etrafımdaki herkes. İnsanları güldürmeyi hep büyük bir marifet bellemişimdir. Ama hâlâ kimi güldürsem annemin cimciklediği kolum sızlar bugün bile.
Tamam dese, inse jipten, gelse yanıma “Ben demedim valla abla annem dedi” diyerek satardım annemi korkudan. Neyime güvenip bağırdım ki öyle…
Suratıma baktı. Gözlerini dikti gözüme. Bir tuhaftı gözleri. Güzel olan her şey tuhaftır her ne hikmetse. Aniden durdu herkes. İnsanlar sustu. Kuşlar sustu. Kim o an ne yapıyorsa, olduğu gibi dondu kaldı. Rüzgâr esmeyi, güneş ışıltısını dondurdu. Bir tek o ve ben… Bir tek ikimizin zamanı akmaya devam ediyordu. İndi jipten, yanıma geldi. Gözlerini çıkardı elleriyle yerinden. Küçücük avuçlarıma koyup döndü arkasını ve gitti. Kanlı ve sinirli gözler… Büyüdüler avuçlarımda. Kocaman ağızları vardı gözlerinin. Kocaman salyalı ve sivri dişli ağızları…
Açıp ağızlarını ikisi birden…
“HASSİKTİR ULAN” diye bağırdılar suratıma… Korkudan yere attım gözleri. Gözler sahibinin peşinden koşan küçük köpekler gibi koşup yetiştiler Müjde’ye…
…
En iyi kadın oyuncu ödülünü aldı o sene Müjde. Gözleriyle “siktir” çekebilen bir oyuncu için sürpriz olmamalıydı bu. Daha fazlasını hak ettiğini düşünürüm bugün bile.
Teşekkür etti elinde ödülü ile yaptığı konuşmada. Emeği geçen herkese… Adil ve savaşların olmadığı, çocukların ölmediği bir dünya arzuluyordu. Ben ise o esnada, mutfakta Profile marka buzdolabımızın kapağına sürtünüyordum.
Yavaş yavaş süzülecek yapraklar. Hafif bir rüzgâr esecek denizden. Sağa sola dans edercesine sallanacak kocaman, yol boyu dizilmiş palmiyeler. Ama bunların hiçbiri ilgilendirmeyecek kaldırım kenarında ünlülerin kortejini bekleyen küçük bir oğlan çocuğunu. Zaten sonbaharın hüznü neden ilgilendirsin ki küçük bir çocuğu. Çocuksan zaman bir bütündür. Mevsimler yoktur. Aylar, günler, haftalar, saatler yoktur. Küçük bir çocuksan yarın, bugün, dün yoktur. Tam olarak neyi beklediğini bilmemek vardır. Yanında annen vardır. O bekler, sen de beklersin, o gider sen de peşinden…
“Niye bekliyoruz burada?” dedim kafasını kaldırmış yola doğru bakan anneme.
“Film yıldızları geçecek birazdan buradan.” dedi annem.
“Film yıldızı ne demek?”
“Televizyonda izliyoruz ya hani…” dedi annem. “İşte o filmlerde oynayan oyuncular buradan geçecek.”
“İyi de neden geçecekler yani durduk yere?”
“Çünkü bugün film festivali başladı. Film festivali zamanlarında sinema oyuncuları böyle jiplerin üzerinde buradan geçerek bizleri selamlarlar. Festival geleneğidir bu.”
Antalya’da yaşamış bir çocuksanız, ölmeden önce hayatınızın gözlerinizin önünden bir film şeridi gibi geçmesine ihtiyacınız yoktur. Sinemayı, sinemada anlatmak gibi, hayat gözlerinizin önünden hâlihazırda film yıldızları olarak geçecektir zaten.
Alkışlar, ıslıklar tezahüratlar içinde göründü ilk jip. Beyaz üstü açık etrafı çiçeklerle donatılmış üzerinde dimdik durmuş etrafını selamlıyordu Cüneyt Arkın. Dünya büyüktü ve yuvarlak… Ben ise küçük ve düz. Uzaklardan gelen Cüneyt Arkın’ın önce kafasını görecektim bu yüzden. Sonra yavaş yavaş boynunu, kollarını ve bacaklarını ve sonra nedense büyük, parlak gözlerini… Küçük bir çocuksanız, hayranı olduğunuz bir ünlünün ilk kafasına bakarsınız. Burnuna, kulaklarına, alnına ve saçlarına… Hepimiz gibi burnu, kulakları ve alnı olan bir insan neden bu kadar çok sevilir acaba?
Parlıyordu Malkoçoğlu… Büyük bir yıldız gibi… Bu yüzden film yıldızı diyorlar sanırım bunlara…
Tam önümden geçerken ellerimi kaldırıp bağırdım.
“GERÇEK KARA MURAT BENİMMMM!!!”
Birden ters takla atarak geldi yanıma. Kocam elleriyle küçücük enseme yapışıp kendine çekti. Büyük çakır gözlerini gözlerime dikerek,
“Şimdi var git söyle o Bizans Köpeğine… Battal Gazi çok yakında kelleni alacakmış de.”
“Olur abi, söylerim” dedim. Eblekçe sırıtarak…
Gözlerimi açtığımda annem tutmuş ensemden kendine çekiyordu beni,
“Ayıp ulan! Ne bağırıyosun adama”
Dünya büyüktü ve yuvarlak… Bu yüzden uzaklaşan Cüneyt Arkın’ın en son briyantinli saçları kaldı aklımda. Belki de o yüzden ilkokul hayatım boyunca kıpkıvırcık saçlarımı tonlarca jöle ve limonla geriye doğru yapıştıracaktım. Bilemezdim…
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.