DOLAR

36,6874$% 0.1

EURO

40,0629% -0.02

STERLİN

47,6288£% 0.01

GRAM ALTIN

3.553,00%0,48

ONS

3.016,47%0,53

BİST100

10.862,14%0,20

İmsak Vakti a 02:00
İstanbul HAFİF YAĞMUR
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyonkarahisar
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkâri
  • Hatay
  • Isparta
  • Mersin
  • istanbul
  • izmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kahramanmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce
a
Kutsi Akıllı

Kutsi Akıllı

12 Kasım 2023 Pazar

Sıvı ekmek ve Fatma Ana’nın helvası

Sıvı ekmek ve Fatma Ana’nın helvası
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Ortadoğu’da ya da yaşadığımız topraklarda keşfedilmiş olduğu söylenmesine rağmen ne Roma, ne Bizans, ne de Osmanlı’da bira revaçta bir içki olmadı. Roma’da uzak durulmasının nedeni barbar içkisi olarak kabul edilmesiydi. Osmanlı’da ise bira, batılılaşma hareketiyle birlikte popüler olmaya başladı.

Bira, tarihi net bilinmemekle birlikte geçmişi MÖ 10 binli yıllara kadar uzanan bir içki. Buğday çorbasının mayalanmasıyla keşfedildiği düşünülüyor. Zaten başlangıçta içki değil, yiyecek maddesi olarak görülüyor bira. Arpa bulamacı mayalanıyor, suyu azsa hamur, çoksa bira oluşuyor. İlk dönemlerde bira, yapımında şerbetçi otu kullanılmadığı için bulanık ve köpüksüz, bozaya benzeyen bir içecek. Mısırlılarda tanrı ve tanrıçalara sunuluyor, mezar başlarında bir kap bulunuyor, para yerine geçiyor.

Babil’de ise çok çeşidi var biranın. Buğday, siyah arpa, beyaz arpa ve bal kullanılarak yirmi çeşit bira üretiliyor. Gılgameş’de dahi geçen bira, Sümerlere göre tanrıça Nikasi tarafından bulunarak insanlığa hediye edilmişti ve adı “sıvı ekmek”ti.

13. yüzyılda, Bavyeralı rahipler tarafından biraya şerbetçi otu konulması olayın seyrini tamamen değiştiriyor. Bir devrim niteliği taşıyan bu yenilikten sonra bira teknolojisi değişiyor, gelişiyor ve bira bugün dünyada en fazla tüketilen alkollü içki haline geliyor.

İbn Sina’nın bahsettiği âb-ı şa’ır yani arpa suyu, biradır. Boza ve Divanü Lugati’t Türk’te geçen “begni” bira çeşitleridir ama Osmanlı İmparatorluğu o dönemki topraklarında doğmuş olan bu içkiye hiç yüz vermedi. Ta ki Tanzimat’a dek…

İmparatorlukta her şey İstanbul’dan yayılmasına rağmen bira, İstanbul’a İzmir’den gelmiştir. Hans Bart “Doğu’da bira üzerine incelemeler” kitabında, Württemberg Prokopp isimli bir adamın İzmir bölgesinde, katır sırtında bira sattığını yazar. Prokopp İzmir’deki ilk birahaneyi de açan kişidir. İstanbul’da ilk birahane ise 1828 yılında bir İsviçreli tarafından Tarabya’da açılmıştır. 

İstanbul’da birahanelerin çoğalması üzerine biraya ait ilk mevzuat 1847 yılında Sultan Abdülmecit zamanında konuldu. 1876 yılından itibaren birahaneler Beyoğlu’nda çoğalmaya başladılar. İstanbul’da çoğunluğu Galata ve Beyoğlu’nda olmak üzere otuzbir birahane vardı. Bu birahaneler özellikle İstanbul’daki yabancılar tarafından tercih ediliyordu. Osmanlı ordusunda görevli Alman topçu subayı Van Ristoff, Beyoğlu birahanelerinden Janni’nin müdavimi olduğundan “Bira Paşa” diye anılırdı. Bira, önceleri Viyana ve Münih’ten ithal ediliyordu ve herkes gittikçe büyüyen pazarı izliyordu. 

1890 yılında  2. Abdülhamit’in izniyle İsviçreli Bomonti kardeşler Feriköy’de, Vasil isimli Yunanlı ise Şişli’de bira imalathaneleri kurdular. Üretmekle kalmayıp üretimhanenin bahçesinde satış da yapıyorlardı. Derken Selanik’te Olimpos Bira ve Şampanya fabrikası açıldı. 

Bira işi kazançlıydı ve Bomonti kardeşler imalathaneyi fabrikaya dönüştürdüler. Yılda 10 milyon litre bira üretimi yapmaya başladılar. Trakya’dan Eskişehir’e kadar uzanan bölgede “Bomonti Bira Bahçeleri”ni kurdular. Tabii rakipleri çıkmaya başladı. 1909 yılında Büyükdere’de Nektar Biracılık kuruldu. Bira imalatında memba suyu kullanarak pazarda iyi bir yer edinmeyi başardılar. 

Rekabet fiyatları hayli düşürünce 2 şirket iflas etmemek için birleştiler ve Bomonti-Nektar Birleşik Bira Fab. ve Aydın Bira Fab. Açtılar. Sadece onlar değildi artık pazardaki. 1911’de Milli Bira Fabrikası Osmanlı AŞ ve 1919’de Büyük Sulh Bira Fab. açıldılar. Sonrası ise çorap söküğü gibi geldi. Önceleri şarap hatta rakıdan daha pahalı satılan bira, zaman içinde gündelik hayatın en fazla içilen alkollü içisi haline geldi. “Fatma Ana’nın helvası” mı ne? Osmanlıda biraya verilen lakap “Fatma Ana’nın helvası” idi.

Devamını Oku

Sokak lezzetleri mi dediniz?

Sokak lezzetleri mi dediniz?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Bu aralar şu lafı çok duyuyorum “Hocam normal hayata bir dönsek de yine aksak gecelere, kavuşsak sokak lezzetlerimize”. Aslında doğruluk payı çok fazla bir cümle. Çünkü sokak lezzetlerinin çoğu aydınlıkta ve sağlam kafayla yenecek şeyler değil…

Bütün dünyada vardır bu dava. Hele bu youtuberler çıktı çıkalı, iyice gemi azıya aldı sokak lezzetleri. Gidip kenarda köşede kalmış ülkelerde sokak lezzeti diye acayip acayip şeyleri yerken bir de anormal lezzetli havasına girip, ağız şapırdatmalı videolar falan çekiyorlar. Nasıl olsa orada değilsin. Değil tadını, kokusunu bile duymuyorsun o şeyin. Adamı sevdiğin için muhteşem lezzetli olduğunu kabul ediyorsun, hepsi o.

Şunu net olarak bir kenara yazmak gerekir. Biri “hijyen” diye bir şeyden bahsediyorsa dışarda yemek yemek onun için hayli zorlu bir sınavdır. Hele de sokak lezzeti denemek, neredeyse hiçbir muharebeyi kazanamayacağı bir savaşa girmesidir. Öncelikle yurt dışından birkaç sokak lezzeti örneğiyle başlayıp güzel yurdumun sokak lezzetlerine geleyim:

Fas’ta tatlı sokak lezzetlerini deneyen birkaç arkadaşım tatillerinin tamamını otel odasında geçirdiler. Daha doğrusu tuvalette. Hindistan’a giden ve seyyardan tavuk alma gafleti gösteren bir arkadaşım ise hangi hastalığı geçirdiğini bile bilmiyor. Oysa oralara gitmeden önce pek meraklıydı sokak lezzetlerine. Çin’deki sokak lezzetlerinin doyumsuz tadına varmak isteyenlerin önce “gutter oil” diye bir google’lamalarını tavsiye ederim. Ha, bunları diyorum ama zannedilmesin ki Fransa’daki, Amerika’daki, İngiltere’deki “sokak lezzetleri” sütten çıkma ak kaşık. Her yerin kendine has “antihijyen”i var.

Eğer sokak lezzeti denilen şeye inanıyorsanı,z “hijyen” tutkunuzu evde bırakmanız gerekiyor. Gerçekten hijyen ya da hijyene yakın çok çok az sokak lezzeti deneyebilirsiniz. Bir zamanlar Ortaköy’de köfteci bir çocuk vardı. Hâlâ çalışıyor mu bilmiyorum. Deniz kenarından dereboyuna doğru yürürken sol tarafta, bir sokak arasının başında mavi renkli, seyyar bir köfte tezgahı vardı. Gece 10’da çıkar saat 12’de bir tane köftesi kalmazdı. Çok lezzetliydi köftesi. O sokakta bir süre oturduğum için biliyorum. Annesi ve kız kardeşi saat 12-01 civarı kapılarının önünde otururlar, büyük bir plastik leğende köfteyi yoğururlardı. Gerçekten de çok temiz insanlardı ama bunu çok uç bir örnek olduğunu iyi biliyorum. 

Hani o hafif iyi kafayla kaldırılan midye dolma tablalarının yapıldığı yerleri görseniz, midyenin toplandığı yerleri geçtim, pişirilen, yapılan imalathaneleri görseniz, hayata küsersiniz.

Biz zamanlar kolda gezdirilen lahmacun sepetleri vardı. Mahalle arasında, meydanlarda falan satılırdı onunla lahmacunlar. Hatta “kedi etinden yapılıyor” diye dedikodular bile çıkmıştı. Ben dedikodu olmadığını biliyorum çünkü benim yanımda yiyen arkadaşımın lahmacunundan kedi kulağı çıkmıştı. İstanbul’da, Fatih’ten Draman’a turşu almaya gidiyorduk, pek ünlüydü Draman’ın turşusu o zaman. Tam Çarşamba durağının önünde almıştık lahmacunları. Yıl 1978. 

80’li yıllarda harçlık çıkartmak için maçta şapka satardım. Şimdiki gibi mafya simit satma yerlerine kadar düşmemişti. Rahat rahat getirdiğini satardın. O zamanlar çoluk çocuk rahatça yapardı bu işleri. Ben de Eren Bayrakçısı’ndan kağıt takım şapkası alıp İnönü Stadı’nın önünde satardım. Köfteci abi tuvalet için ağaçların oraya gittiğinde ben bakardım tezgahına. Kedi köpek yoktu ama köfteyi at eşek ne bulursa ondan yaptığını itiraf etmişti. 

Bazı kokoreççiler ağzıyla itiraf eder “Bağırsağı çok yıkarsan öz suyu da tamamen uçup gider, lezzeti kalmaz, saman gibi olur” diye. İşyeri semtlerindeki seyyar kahvaltıcıların arabasını köşeye alıp boşaltın hele bir. Çıkan hamamböceği sayısına inanamazsınız. 

Daha sert şeyler de anlatırdım ama siz anladınız onu. Şimdi, burada alınacak ders ne? Annenizin tertemiz eliyle sizin için yaptığı yemeği yerken yanlışlıkla saçından düşen bir tel sizin tabağınıza gelmişse “ya bu ne?” diye terbiyesizlik etmeyin. Fark ettirmeden alın kenara koyun. Bir de ikide bir bana gelip “sokak lezzetleri” tantanası yapmayın. Dükkanlarda hatta marketlerde satılan markaların yaptıkları rezaletlerin diz boyunu aştığı bir ülkede yaşıyoruz sonuçta. 

Devamını Oku

NFT ve Menemen

NFT ve Menemen
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Kripto para denilen şey hayatımıza girmeye çalışıyor. Nedir, ne değildir, insanlar doğru dürüst araştıramadan rüzgarı ardına alıp, dünyayı peşinde sürüklemeye başladı. “Bilmem ne coin bazılarını milyarder yaptı, bilmem ne coin 3 günde katladı, direnci kırdı, yükseliş trendinde, 50 bini gördü” vs vs. Pandemiden önce hayatımıza yumuşakça dokunan bu paralar şimdi neredeyse her haber bülteninde bir kere anılır hale geldi. Kripto para burada anlatılamayacak kadar derin konu ama bence pek hayırlı bir şey değil. Daha doğru dürüst hayatımıza girmeden kripto para madenciliği için kullanılan enerji miktarı Hollanda’nın harcadığı enerji miktarının üzerine çıktı. Tabii bir de kripto paralar arasında büyük rekabet var. Herhangi bir gerçeklikleri ya da dayandıkları değer olmadığından ayakta kalabilmelerinin tek yolu talep yaratmak. Onlar da kendilerine olan talebi yüksek tutmak için her türlü spekülasyona başvuruyorlar. 

Derken ortaya NFT diye bir şey çıktı. NFT, yani “Non-Fungible Token”, açıklamalı tanımıyla içerisinde resim, ses dosyası, video veya fiziksel bir varlığın dijital karşılığının kanıtını bulunduran “benzersiz dijital varlık”. Temelleri 2017’de Ethereum’da atılan NFT’ler içinde bulunduğumuz aylarda kripto para dünyasının en popüler konularından biri haline geldi. Açıkçası ben NFT’yi Ethereum’un popüler kalmak ve talebi artırmak için yaptığı bir manevra olarak görüyorum. Hele de Van Gogh’un “Kumsalda ağları tamir eden kadınlar tablosu” 7 milyon euroya satılırken Beeple adlı bir sanatçının jpg formantındaki dijital kolajı 69,4 milyon dolara satılınca iş çığrından çıktı, gerek sanatçı gerek yatırımcı, çok kişi NFT peşinde koşmaya başladı. Aslında dünya çapında böylesi bir reklam için 70 milyon rahatlıkla çöpe atılabilir bir rakam, ki, o paraya yapılabilecek reklamın kat be kat üzerinde bir fayda sağlandı.

NFT sanatçılar için gerçekten çok güzel bir açılım sağlıyor. Ethereum’un popülerliğini sürdürmek için icat ettiği bu yolun çok daha farklı mecralara yol alacağını düşünüyorum. Gittikçe dijitalleşmeye başlayan sanatın (ve hayatın) kendisini özel bir şekilde tanımlamaması düşünülemezdi. Bu yolla sanatçıların ve tasarımcıların eser tescillerini yapabilmesi çok kolaylaşacak, beğenilen eserlerin daha az aracıyla sanatçıdan alıcıya ulaşması sağlanabilecek, satış ve alışlarda büyük kolaylık yaratacak. Sanatla ilgilenenlerin en azından bir kere bakması, kurcalaması, ilgilenmesi gerektiğini düşündüğüm bir platform. Tabii ki kaptırmadan, soğukkanlılıkla ve fazla ümit bağlamadan. Çünkü eni sonu ipin ucunda kimin olduğunun bilinmediği yeni bir dünya bu. 

Menemene gelince… Menemen belki de Türk mutfak kültürünün en önemli yemeklerinden biri. Bırakın bu ülkede yaşayanları, Türkiye’de tatil dışında bir süre yaşamış ya da Türk vatandaşları ile yarenlik edip, menemeni tatmamış kimse olabileceğini düşünmüyorum. 

Zengin fakir her sofranın misafiri olan bir yemek menemen. Teorik olarak soğanlı ya da soğansız olarak yapılır. Yurdumuzda iç savaş çıkartabilecek derecede önemli bir seçim meselesidir bu. Yağı ise bir başka meseledir. Parası olmayan elbette ki margarinle yapar da parası olan yine seçim durumundadır. Geleneksel ve benim orijinalde kullanıldığını düşündüğüm zeytinyağı, zeytinyağı-tereyağı karşımı ya da sırf tereyağı kullanılarak hayata getirilebilir. 

İçine neler katılabileceğine gelince; ucuzundan pahalısına, her türlü peynirden mantara, şarküteriden baharata geniş bir yelpaze var. Hatta ben tuzlu balık, karides ve ananas katana bile rastladım. 

Oldukça gizemli bir yemek menemen. Aniden doğup o muhteşem tadı sayesinde birdenbire yayılmış olmasına rağmen sanki binlerce yılın tecrübesini taşırcasına lezzetli. Oysa geçmişi belli. Osmanlı yemek kitaplarında yer almayan bir yemek. Cumhuriyetten sonrasına ait. 

Tarihçi Oktay Özengin, bu yemeğin Menemenlilerle civara göç eden Giritliler tarafından icat edildiğini söylüyor. Menemen civarı Türkiye’de domatesin yetiştirildiği ilk bölgelerden biri. Menemenlilerin etli, patatesli ve domatesli yemeği var. Giritli muhacirler yoksul olduklarından et yerine yumurta kullanıyorlar. Patatesin yerine de soğan ikame ediliyor dense de ben bunun bir ikame değil bir lezzet tercihi olduğunu düşünüyorum. Sonuçta patatesin ikame edilecek bir tarafı yok. Biber sonradan girmiş. Bence patatesin kaldırılmasına yakın hatta belki daha önce bile girmiş olabilir. Kısacası Giritlilerin kendi koşullarına uydurmaları sonucu değişime uğramış bir Menemen yemeği “Menemen”. Türk mutfağında o denli sık rastlanan bir durum ki.

Vedat Milor, Bask bölgesinde ‘piperade' diye bizim menemene benzeyen bir yemek çok popüler olduğunu söylüyor. Mehmet Yaşin  Güney Fransa ve İtalya’da doğduğunu  öne sürenler olduğunu belirtiyor. Onlara göre bağ işçileri, çevre tarlalardan domates, biber toplayıp, köylülerden aldıkları yumurtalarla karıştırarak bu yemeği icat etmişler.

Domates Avrupa’da da çok erken yenmeye başlanmış yaygın bir besin maddesi değil. Bu yüzden hangisi önce başladı, birbirlerinden etkilenme var mı yok mu, net olarak söylemek imkansız. Karşılaştırılmaları ve olayın netleştirilmesi bir araştırma konusu.

Menemenin bu topraklarla özdeşleşen en önemli tarafı ise içindeki düzensiz karışım. Hep Türkiye’ye benzetmişimdir menemeni. Birini diğerinden ayırmak imkansız olan birleşimler. 

Bir NFT yaratmak için düşünmeye başladığımda aklıma menemen geldi nedense. Twit bile satılıyordu NFT olarak ama hiç yemek reçetesi görmemiştim. Sadece çekilen bir kaç yemek fotoğrafı. “Bir yemek tarifini nasıl NFT ve dijital sanata uyumlu biçime dönüştürürüm” diye düşünürken ”Menemen”i ortaya çıkardım. Umarım siz de beğenirsiniz.

https://mintable.app/art/item/MENEMEN-most-delicious-gif/h9mMxV8SfJY_O1t

Devamını Oku

Türkiye’nin en büyük mutfağı

Türkiye’nin en büyük mutfağı
0

BEĞENDİM

ABONE OL

“Türkiye’nin en büyük mutfağı hangi şehirdedir?” dendiğinde kimi Antep, kimi Maraş, kimi Bolu, kimi başka bir yer der. Ama işi bilenler bilir ki, Türkiye’nin en büyük mutfağı tartışmasız İstanbul’dadır. 

İstanbul, tarihin her döneminde, dünyanın en kalabalık, kozmopolit ve zengin şehirlerinden biri. Rivayetler, Osmanlı'dan önce bir dönem şehir nüfusun 1 milyona dayandığını söylüyor. Şehirlerin nüfuslarının ortalama 20 binlerde olduğu zamanlar için inanılmaz bir rakam bu. Nika ayaklanmasından sonra hipodromda 30 bin kişinin kılıçtan geçirilerek cezalandırıldığını öğrenmek şehrin büyüklüğü hakkında daha net bilgi verir sanırım. Hep bir çok ülkenin toplam nüfusundan fazla nüfusa sahip bir şehir olmuş İstanbul. Böyle bir nüfusun, böyle küçük bir alanda yoğunlaşması da, her dönemde yüksek kültür üretimi yaşanmasına sebep olmuş. Yemek de, kültürün en önemli ögelerinden biri.

Sadece nüfusu fazla bir yerleşimden söz etmiyoruz. 3 imparatorluğa başkentlik yapmış bir şehirden bahsediyoruz. 3 kıtaya hakim imparatorlukların başşehrinden. 3 değişik imparatorluğa ve onların kültürlerine sahip mutfakların bileşkesi olmanın dışında özellikleri de var İstanbul mutfağının. Yüzlerce yıl baharat yolunu elinde tutanların kenti bu. Yani baharatın en tazesi, en iyisi geliyor ellerine. Ayrıca dönemde, yiyeceklerin seyahati için en ideal yöntem, deniz yolu. 5 hatta 6 denize hakim olan bir imparatorluk var ortada. Birbirinden çok farklı flora ve faunalara sahip yöreleri elinde tutan. Böylesi büyük ve zengin bir kentin iaşesi için bilinen dünyanın her yerinden her malın, her yiyeceğin en iyisi akıyor şehre.

Halk ve saray mutfağı birbirinden ayrı ama birbirinin içinde gelişiyor. Zaman zaman birbirlerinden yemek alıp veriyorlar ama sonuçta iki dev ve ayrı mutfak ekolünden bahsediyoruz.

Bunun yanında bir de Müslüman-Gayrımüslim mutfağı ayrımı var Osmanlı İstanbul’unda. Ondan önce de putperest/Hıristiyan ayrımı varmış. Bunun yanında şehre gelenin gidenin de çok etkisi oluyor. Balkanlardan gelenler, Afrika’dan getirilen köleler, Kırım ve civarından gelenler mutfaklarını da yanlarında getiriyor tabii ki. Ermeniler,  Sefarad Yahudileri, Araplar, Acemler hatta Bolşevik ihtilalinden kaçan Ruslar bile etkiliyorlar İstanbul yemek kültürünü. Levantenler ise bambaşka, batı ile kültür değişimini sağlayan grup. 

O dönemde, pek popüler olan Orient Express’in de son durağı İstanbul. Bu aslında sadece boğaz dolayısıyla hayata gelen fiziksel bir durma noktası değil. Bir batılının güven içinde gelebileceği doğudaki son nokta kabul edilirdi bu şehir.

Tanzimatla birlikte sadece yemek değil, yemek tarzları da etkilendi batıdan. Gittikçe baskın hale gelen bir etkiydi bu. 3 öğün yemeğin, Avrupai tipte kahvaltının, masada iskemlelere oturarak yemenin, yemeklere giren sığır etinin ve sosların tabaklara yayılışının ilk hissedildiği yer İstanbul mutfağıydı. Bu mutfakta evrimleşip, değişip, Türk mutfağına uyumlu hale geldi bir çok yiyecek. Altyapılı, damak zevki oturmuş bir mutfak olduğu için gelenlerin içinde kaybolmadı, onları evirip çevirerek kendi altyapısına, geleneğine uydurdu.

Uzun lafın kısası, yaşadığımız hemşericilik on yıllarında sahipsiz olmasının verdiği savunmasızlıkla herkesin hakkını yediği, mirasından bir parça koparmaya çalıştığı kent bir İstanbul ama onun mutfağını Türk mutfağının içinden çıkartıp aldığınızda, kalan kısımdan daha büyük bir alan kapladığını görürsünüz.

Devamını Oku

Çeyrek ekmeğe havyar rica edeyim…

Çeyrek ekmeğe havyar rica edeyim…
0

BEĞENDİM

ABONE OL

“Yalnız havyarla yaşanmaz”. Bir zamanlar popüler olan ama şu anda baskısı bile bulunmayan Mario Simmel’in bir romanının adı bu. Havyar, lüksle eş anlamlı bir kelime. Hele şampanya ile birlikte anılınca, içinde erotik çağrışımlar da bulunan bir paket etkisi yaratıyor. Ayı postu, şömine vs otomatik tamamlanan ayrıntılar haline geliyor.

Kelimenin kökeni hakkında net bir uzlaşma yok. Farsçadan geldiğinin düşünülmesinin sebebi “have-yar” yani “yumurta taşıyan, yumurtalı” kelimesi. Yunanca bir türev olabileceği de belirtilmesine rağmen, etimolojisi tam çözülememiş bu kelimenin Türkçe kökenli olduğu bir çok kaynak tarafından kabul edilmiş. Batı dillerine de Türkçeden geçmiş. (İtalyanca caviale, İngilizce caviar, Yunanca avyarion) 

Havyar, tarih öncesi bir canavara benzeyen Mersin Morinasından (Huso huso) elde ediliyor. Padişahlardan Fatih’in sevdiği biliniyor ama Osmanlı’da halkın severek yediği, bugünkü gibi tüketimi üst gelir seviyesi ile sınırlı bir olmayan bir yiyecek. 1471’de, İstanbul’da, okkası 2 akçe. (1502’de vasıfsız bir işçinin günlüğü 4-7 akçe) Ama bugün popüler olduğu şekliyle değil, daha çok ezme biçiminde satılıyordu havyar. Bu, hem ürünün daha zor bozulmasını sağlıyor hem de onu ağırlıkça az, lezzetçe yoğun bir nesne haline getiriyordu.

Rumlar ve Türkler havyarı masalarından eksik etmezdi. Üstelik bu sevgi, sadece başkente ait bir şey de değildi. 18. yüzyılda Erzurumlular sade kahve, havyar ve tütünden oluşan kahvaltıya “şeytan kahvaltısı” derdi. Rumlar ise havyarı daha farklı bir şekilde, iki ekmek dilimi arasına sürerek yerlerdi. Mary Işın’ın da dediği gibi, bu örneğe bakıldığında, sandviçi icat eden kişinin İngiliz aristokrat Lord Sandwich (1718-1892) olmadığı rahatlıkla söylenebilir.

Havyarın Osmanlı’da ne kadar yaygın olduğu konusunda son bir örnek vereyim; Ayşe Fahriye, Ev Kadını isimli yemek kitabında (1883) mutfak için “5 havan” kuralı koymuştur. Biri badem vs için mermer, biri baharat dövmek için tunç, biri tarator için tahta, birisi vanilya, portakal, limon üst kabuğu rendeleri ve çiçekler, diğeri ise balık yumurtaları ve havyar ezmek için kullanılacak iki porselen havan.

Peki havyar nasıl popüler ve lüks bir yiyecek haline geldi? Havyar önceleri Avrupalılar için pek revaçta bir yiyecek değildi. Hatta Fransa kralı 15. Lui havyarı iğrenç bularak tükürmüştü. Bir süre Sinan Paşa’nın kölesi olarak yaşayan ünlü İspanyol yazarı Servantes ise havyarı şöyle tarif etmişti; Büyük balıkların beyinlerinden ve yağlarından yapılan ezme.

Havyardaki sihirli dönüşümü yaratan dindi. Ortodoksların oldukça uzun süreleri kapsayan 4 büyük oruçları boyunca et yemeleri yasaktı. Rus Ortodoks Kilisesi, havyarı oruç yiyeceği olarak kabul edince, olay değişmeye başladı. Doğu Avrupa ve Batı Asyalıların sevdiği bu yiyecek, zaman içinde tüm dünyaya yayıldı ve yükselen fiyatı nedeniyle ulaşılamaz hale geldi. Yani Rus Ortodoks Kilisesi araya girmeseydi bugün kaşar ekmek, balık ekmek ve helva ekmeğin yanında bir alternatif olarak sunulabilecekti havyar ekmek.

www.kuzubudu.com
twitter: @kuzubudu

Devamını Oku

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.