33,9008$% 0.03
37,6352€% -0.04
44,6724£% -0.16
2.809,88%0,81
2.577,74%0,76
9.685,49%1,73
14 Temmuz 2021 Çarşamba
Kar, kış, kıyamet: Abdülkadir Tamer'den bir öykü
Kaleminin gücüyle ayakta kalan babam: Burhan Arpad
... Ve Zonguldak
Yer altında Romanlar ve Gebenler
"Göğü kucaklayıp getirdim sana, kokla açılırsın"
İçimdeki cinayet (Altıncı Bölüm-FİNAL)
Siz Kibar Feyzo'yu seyrettiniz mi? Orada bir maaş dağıtma sahnesi vardır. İşçiler, canlarını dişlerine takmış çalışıyorlar. Aybaşında kuyruğa girip maaşlarını alacaklar. Muhasebeci sırayla parayı uzatırken yüksek sesle de “300” diyor. Bütün işçilere 300, 300, 300 ödüyor, ta ki sıra Kemal Sunal’a gelene kadar. Ona “100” diyor ve 100 lira uzatıyor. Kemal Sunal, şaşırarak soruyor; “Hepsi bu kadar mı kurban? Benimki niye onlarınkinden eskik?” Muhasebeci, Kemal Sunal’ı tersleyerek “Onlar Sendikalı!” dediğinde Kemal Sunal da diyor ki: “Ben de Harranlıyam!”
İyi mi… şimdi size anlatırken bile gözümden yaş geldi gülmekten. Hep böyle oluyor; güledururken gülmem donuyor, yaşlar şelale! Ben de “Çaycumalıyım!” Sendikalı değilim! Hastanenin yemekhanesinde 10 yıllık kadrosuz işçiyim. Ne hikmetse, benden sonra girenler kadroya girdi, ben hani neredeyse kadrolu kadrosuz oldum.
Üç yıl önceydi, hastaneye sendika temsilcileri geldi. Hepsi erkekti. Biz o zaman, mutfakta kadın-erkek 60 işçi kadar vardık. Toplantıya hepimizi aldılar. Haklarımızı anlattılar. Yüzde doksanını ilk defa duydum ve çok heyecanlandım. Tek tek değil, hep birlikte mücadele ettiğimizde daha iyi koşullarda çalışabilir, daha iyi maaş alabilirdik. Bunun tek koşulu, nereli olursak olalım “Sendikalı” olmaktan geçiyordu. Sendika, işçilerin haklarını savunmak ve işçilerin arasında sosyal dayanışmayı sağlamak için bizim işyerimize girecekti. “Sorusu olan var mı?” dediler. Aklım, evde büyükanneme bırakıp geldiğim kızlarımda. Hemen atıldım; “Çocuklarımızın kreş hakkı var dediniz, ama burada kreş yok. Yani hakkımız var ama yok! Öyle mi?” dedim. Haklarımızı “söke söke” alacağımızı söylediler. “O nasıl oluyor?” dedim, “Biraz daha açar mısınız?” Kreş açılması için de mücadele edecektik. Erkek işçilerden uğultular yükseldi, “Onca sorunun ortasında bir kreşimiz eksikti. Yahu, öncelikli şey mi kreş?” dediler. Kadınlardan da yükseldi bir karşı uğultu. Beylerle hanımların hak öncelikleri haliyle farklı. Erkek sendikacılar, “Sorunun değil, çözümün parçası olacağız!” dediler de uğultu dindi. Hadi bakalım.
O gün karar verdim, “Sendikalı” olacaktım. Duyduk ki; sendika, işyeriyle de sözleşme imzalamış. Oh şöyle, bir rahatladık! “Şimdi sıra bizde!” derken, dediler ki “Durun bakalım!” Açtım gözlerimi, parladım; “Neden?” “İşyeri içinde işyeri var.” dediler. “Taşeronla Asıl aynı olur mu? Sen, taşeronun işçisisin.” Dedim, “Aynı işi yapmıyor muyuz?” Dediler; “Sizin taşeron firma, kabul etmedi sendikayı, sendikalı olmanızı. Çünkü bir taşeron şirket için işçinin değil, onların kazanması esastır.” Dedim, “Bütün şirketler için geçerli değil miydi bu?” Bir anlattılar, bir anlattılar; “Beterin beteri vardır” demekten başka bir laf gelmedi aklıma.
Aynı işyerinde, sendikalı arkadaşlarımın maaş günleri belli. Bizimki belirsiz. Bizim maaşlara yıllardır zam yok. Sanki, maaşları kendi cebinden veriyormuş gibi kasım kasım kasılan Muhasebeci Cemşit’in “Maaş aldığınıza şükredin!” dediğini bile duydu bu kulaklar. Gözlerimle gördüm: Sendikalı arkadaşlarımız mesai başına 90 lira alırken, biz 50 lira aldık. Ben susmam, “Niye?” dedim. “Onlar Sendikalı!” dedi. Onlar sendikalıysa… Ben de… Bi’ gülme geldi bana; gözümün önünde Kemal Sunal. Muhasebeci Cemşit’e “Ben de Çaycumalıyım! Baksaya sen benim gözümüy içiye!” diyemedim. Ama, öyle bir durup bakmışım ki, “Sizin 40 liranızı taşeron alıyor!” diye açıklama yapma zorunda hissetti kendini. Paramı aldım. Boyun eğecek değildim. Mutfağa gittim, bizim arkadaşları topladım. Dedim, siz Kibar Feyzo'yu seyrettiniz mi? Böyle böyle… Başladık gülmeye. “Taşeronun işçileri de işçidir” dedim, Taşeronun işçilerinin de hakları vardır, neden olmasın sendikaları? Bizim neyimiz eskik?
(Teşvikiye, 23 Şubat 2019)
Sağlık emekçilerine, bütün işçilere…
ve Aykut Kırbıyık’a…
“Sinovak var mı Sinovak?” Nefesi tükendi Temcid’in. Kimseden ses çıkmayınca bi’ daha bağırıyor: “Sinovak var mı Sinovak! Çin var mı Çin?” Temcid’in önünde geçilmez kurdelesi ve uzayan bir başıbozuk sıra… Sıradakiler yaşlı desen yaşlı değiller, genç desen genç değiller… Hepsinde kat kat maske var, hiçbirinde mesafe yok. Ayşegül’de çift maskeden başka siperlik de var… sağ elinde de bir eldiven… Kocaman bir hastanenin giriş katında COVID-19 aşı kuyruğundalar… Daha çok eski zamanların otogarlarına benziyor burası… “Zonguldak var mı Zonguldak…” “Bolu, Mengen, Gerede… Bolu, Mengen, Gerede! Aşaaada yolcu kalmasın!”
Temcid’in bu hastanede 8. yılı. 8 yılda yorulmadı hiç bu bir yılda yorulduğu kadar… Sokağa çıkma yasağıymış, tam kapanmaymış… Temcid hep tam çalışıyor! O hep muaf! Alametifarikası oldu Temcid’in muafiyet belgesi… Herkesin kulağı Temcid’te. Her kafadan bir ses çıkıyor… Herkesin en az bir sorusu var Temcid’e… Adam nefes nefese geliyor Temcid’in önüne… “Benim saat geldi. Benim girmem lazım içeri!” Temcid durduruyor adamı: “Amca dur hele! Sinovak’sa hemen alıyoruz içeri… Biyontek’se sıraya! Sen ne aşısı olacaksın?” Adam diyor: “COVID aşısı!” Temcid, adam sanki babasıymış gibi… amcasıymış gibi bakıyor adama: “COVID aşısı da… Çin mi? Alman mı?” Amca “Çin” demiş olmalı ki… alıyor Temcid hemen onu içeriye… Ayşegül “Aynı yaşta mıyız şimdi biz bu amcayla” diye geçiriyor içinden.
Varsın soru yağmuruna tutulsun Temcid… ne gam, herkese yetişiyor… “Benim randevum 10.10’daydı. Şimdi kaç randevuları içeri giriyor” diyor bir hanımefendi… Temcid “Sen numaranı aldın mı? Önce numaranı al” diyor. Hanımefendinin de hanımefendiliği bir yere kadar: “Ne numarası? Randevu aldık ya!” Temcid’in yerine kuyruksu yığından biri hanımefendinin sorusunu yanıtlıyor: “Randevu saatinize göre değil, aldığınız sıra numarasına göre çağrılıyorsunuz. Onun için önce şuraya…” Adam gösteriyor eliyle sağ tarafı… “… sıraya girin, orda size bir form verecekler, o formun sağ üst köşesinde bir rakam yazıyor… İşte o sizin sıra numaranız… Ayrıca, o formu da imzalayacaksınız…” Temcid bu uzun açıklamayı yapan adama bakıp gözleriyle gülümsüyor ve teşekkürünü iki avcunu birbirine yapıştırarak söylüyor… Özel hastaneden başka hastaneye adım atmamış bu hanımefendi hiç niyetli değil o sıra numarasını almaya… O, randevu saatinde girmek istiyor içeri… “Hoşgeldiniz Şermin Hanım” diyen de yok… Ne aşı sırasına giriyor ne form kuyruğuna: “Yani ben tam randevu saatinde gelmeme rağmen randevu saati benden daha ileride olanlar benden önce aşı olacaklar, öyle mi?” Adam artık yanıt vermiyor… İçinden geçenleri herkes okuyabiliyor ama: “Aşı olduğuna şükredeceğine…” Zamanlardan “buna da şükür” zamanları…
Temcid’in arkasından gelen ses, bütün gözlerin hanımefendiden Temcid’e kaymasına, herkeste bir hareketlenmeye yetiyor da artıyor bile… “Yüzleri çağırabilirsin!” Temcid bağırıyor: “Yüüüz… Yüz biiiir… Yüz ikiii… Yüüz üüüç… Yüüz dört… Yüz beeeş…” Altışar altışar çağırıyorsa Biontech çağrısıdır bu. Ve Temcid’in “Yüz dööört” dediği de Ayşegül’dür. Turkuvaz tabloda bir rakam olmaktansa burada bir rakam olmayı bin kere kabul ediyor Ayşegül… Temcid önündeki geçilmez kurdelesini açtığında giriyor şanslı altılı içeriye… Ayşegül de altılının içinde… Yakışıklı bir genç erkek hemşire, “Rahat bırakın kolunuzu” diyor. Yapıyor şıp diye Ayşegül’ün aşısının ikinci dozunu… Salgının ilk günlerinde gece dokuzda pencereleri açıp bütün mahalle alkışladıkları, sonra niye alkışlamadıkları sağlık emekçilerinden biri de bu erkek hemşireymiş demek…
İlk randevusuna gittiğinde aşı olmadığı için geri çevrilen… Aşı randevusunu iptal edip yeni randevu almak için terler dökerken Biontech aşısının da tercihe sunulduğu bildirilince Biontech aşısını tercih eden… O gün aşı olsa Sinovac olacakken… Yeniden randevu alıp Biontech’in ilk dozunu olan… Olması gerektiği gibi 28 gün sonraya aldığı 2. doz randevusunun zamanı tam gelmişken bu randevuların ertelendiği, 6-8 hafta sonraya yeni randevu alınması haberiyle şaşkına dönen… Randevusunu da bir türlü iptal edemeyen… Ertesi gün de alınmış randevuların geçerli olacağı haberini okuyup… iyi ki bir türlü iptal edemediği eski randevusuna gidip aşı kuyruğuna giren Ayşegül, Temcid’in “Yüz dööööört” çağrısıyla içeri girip aşısını olurken aklında çoluğu çocuğu torunu… Onlar ne zaman aşı olacaklar, bilinmez… Ya Temcid’in ailesi? Temcid sıraya bakıyor da en önde metal işçisi güzeller güzeli karısı Betigül’ü görüyor. Temcid aşı sıralaması yapsa önceliği karısına… sonra bütün işçilere verecek. Madem ki çalışıyorlar, tam kapanmada bile tam çalışıyorlar… madem ki bütün yasaklardan muaflar… “Ah be!” diyor içinden Temcid, “Ah benim güzel karıcım, Betigülüm, sana ne zaman gelecek aşı sırası?” Temcid ne çok özledi doyasıya sarılmayı Betigül’e ve küçük kızı Beren’e…
Ayşegül çıkarken Temcid’in sesi geliyor arkadan: “Siyontekler buraya… Biyontekler buraya…”
Teşvikiye, 2 Mayıs 2021
İnsan tencere reklamı görünce ağlar mı? Benim annem ağlar. Hele o çelik tencerelerin, çaydanlıkların nasıl da parladığını göstermek için “çiin çiiin!” diye sesle birlikte üstlerinde yıldızlar yanıp yanıp sönmeye başladığında annemin gözlerinden sanki yaşlar değil yıldızlar akar. Sesimi çıkaramam. Annemin yanına gider, akan yıldızları toplar, başımı göğsüne dayarım. Annem mis gibi benzin kokar. Ne zaman girsem yamacına “Git Allahaşkına Gülümser” der, “Geçsene sedire!” Tabii ki geçmem sedire. Daha da sokulurum anneme. Üstüne üstlük, bi’ de koklarım onu. “Yapma!” der. “Anne! Mis gibi kokuyorsun!” derim. Artık koyverir annem kendini. Ben de koyveririm. Başlarız gülmeye. “Evet” der annem, “mis gibi benzin kokuyorum!” Sonra bir anda annemin gülüşü donuverir. Gözlerinden yine yıldızlar aktı akacakken, Kıraç’ta fabrikadan çıkınca otobüse bindiğinde kokusundan yolcuların nasıl da rahatsız olduklarını kim bilir kaçıncı defa anlatır. “Anne” derim, “Senin emeğinin kokusu bu. Patronun paraya kıyıp da makine almadığı için sen bu işi yapıyorsun. Böyle değil mi benim canımıniçi?” Annem susar. Oysa daha geçen gün yine söyledi: Patron makineyi alsa… makine, benzin talaşın yapacağının kat katı hızla ve tertemiz yapacakmış işi. Annem de fabrikanın en berbat bölümünde değil başka bir bölümde çalışabilecekmiş. Ama patronun o makineyi alıp masraf yapmaya niyeti yokmuş. “Anne!” derim, “Susma! Üreten sensin. Sen olmasan patronun hiçtir!” Annem inanmaz, “Hiç de!” der. Annem gücüne inanmaz ya, inanamam!
Annemin değil üstü başı, çişi bile benzin kokar. Koksun! Hemen arkasından tuvalete girdiğimde “Dur, girme hemen!” der. Anneme derim ki, “Utanılacak bir şey yok!” Annem benzin talaşta çalışıyor. “O da mı ne?” dediniz. Annemin çalıştığı fabrikada çelik tencere üretiliyor. Siz reklamlara inanmayın! Gaipten çin çin inen yıldızlarla parlamaz tencereler. Tencereleri benim annem parlatır. Hem de nasıl parlatır? Annem anlattı. Tencereden önce simsiyah bir toz çıkarmış, toz annemin kâğıt gibi yüzünü, süt gibi ellerini kapkara yaparmış. Yetmez, ciğerlerine girer, annemin içinde tozu dumana katarmış. Eskiden, tencerelerin anneme yaptıklarını dinledikçe telaşlanır, annemi bir maden işçisi gibi düşünürdüm. “Dur, telaşlanma! Annen bi’ güzellik yapacak elbette!” derdi. Öyle siyah lekeli tencereler hiç müşterilere satılır mı? Satılmaz. Onun için, siyah lekeler çıksın diye annem tencereleri önce benzinle yıkar, sonra da talaşla kuruturmuş. Sonrası süs püs. Tencerelere birer sap, üstlerine birer marka, en cicisinden paket ve hoop vitrinlere…
Tencereler vitrinlere bin bir ihtimamla bebekler gibi giderken, annem günde 14 saat sadece üstüne değil, içine de sinen benzinin kokusu, talaşın tozuyla eve sıkış tepiş bir otobüsün içinde ayakta sallana sallana, kokusundan utana utana döner. Eve sanki bir sarhoş gibi gelir. Bilirim; tencereler parladıkça, annemin ışığı sönmüştür. Ona kıyamam. Aybaşından aybaşına üç büyük çelik tencere fiyatına denk düşen aylığını masaya koyar. Benzin kokulu ellerini öperim. Kirayı veririz, yemeklik alırız, sonra benim fakülte kitaplarını…
Çelik tencerenizi her çıkardığınızda; yemek yaparken, çorbayı karıştırırken, yağ tam cozz ederken, yemek fokurdarken, tencereden mis gibi kokular yükselirken, benzin kokulu annemi hatırlayın, olur mu? Hatırlayın ki, o çelik tencereyi güzeller güzeli, güçlüler güçlüsü annem parlattıkça, annemin parlamaz olan gözlerinin ışığını siz yeniden parlatın, e mi? Annemin adı: Afitap. Güneştir anlamı, parlak yüzlü kadındır. Çelik tencerenizin markası ne olursa olsun, adı Afitap’tır. Bunu böyle bilin.
Teşvikiye, 6 Ağustos 2018
“Ne vakit açar bigudilerini? Kaçırırdık. Açmayacaksa saçlarını niye bigudilerdi? Düşlerinde kimbilir kimin kalbine… nasıl da dalgalanırdı Bigudi’nun saçları? Bilirdik, o kalpsiz bilmezdi Bigudi’nin saçlarından baharı yakalamayı…”
Karşılıklı o kadar yakındır ki bizim sokakta evler… Perde de kapatmazlar. Oturduğunuz yerden karşı evin içini görürsünüz. Kimin kitaplığı var, kim bilgisayarının başından kalkmıyor, kim melankolik, kim öfkeli, kimin kedisi var, kim hangi kanalı seyrediyor, ne zaman yemeğe oturuyorlar, sokak çalgıcıları geçerken kim penceresini açar, kim asla destek olmaz; fotoğraf çekip içeri girer, tencere tavada en hararetli eylemci kimdir, ilk kim tavaya vurur, en son kim içeri girer, kim sabahlara kadar iş yetiştiriyor, misafir mi geldi, o da kim bilirsiniz. Bilirsiniz, dediğim… Yazarsınız… Komşuluk yapmadığınız komşunuzun hayatını hayallerinizden doğurursunuz… Kızımla karşı sıradaki bitişik nizam apartmanlarda göz göze geldiğimiz ama gelir gelmez de üslubunca gözümüzü kaçırdığımız komşularımıza itiraf etmeliyim ki isim takmaktan hep keyif aldık. Ben bugün Bigudi’yi anlatacağım size.
Bigudiler, bizimle aynı yıl aynı ay taşındılar karşımızdaki evin en üst katına. Demek ki 30 yıla yakındır karşı karşıyayız. O bahar bir heyecan boyalar badanalar yapıldı. Salonu turuncu boyadılar. Bayıldım ben hayat fışkıran turuncuya. Önce eşyalar geldi. Sonra üç kadın, bir erkek, bir bebek… Kadınlardan biri bebeğin annesi. Biri teyzesi. Biri anneannesi. Erkek de bebeğin babası. Baba çalışıyor. Kadınlar hep evde. Düşünüyorum da anneanne bile gençmiş demek taşındıklarında. Bazen iki kız kardeş, bazen anne de gelir, birlikte daracık balkonlarına çıkarlar… yaz da olsa kış da olsa demir parmaklıklara dayanıp sokağı seyrederler… Ya da gideni uğurlarlar… Birazcık tombik, hiç evlenmemiş teyzenin saçları hep bigudili… Sabah kalkıyor bigudili… Akşam yatacak bigudili… Şayet açıksa saçları biliyoruz ki on dakika içinde misafir gelecek. Ola ki misafir yatıya kaldı. Saçlar yine bigudilenmiş… Kızım ne zaman ondan bahsedecek olsa Bigudi diye lafa başlar, ben de hiç yadırgamaz, Bigudi de kim, demezdim… bilirdim Bigudi kim… Misafir bir gece daha mı yatıya kalıyor? Bigudi’nin saçları yine geceden bigudili… Ne vakit açar bigudilerini? Kaçırırdık. Açmayacaksa saçlarını niye bigudilerdi? Düşlerinde kimbilir kimin kalbine… nasıl da dalgalanırdı Bigudi’nun saçları? Bilirdik, o kalpsiz bilmezdi Bigudi’nin saçlarından baharı yakalamayı…
Kızımla yaşıttı bebekleri. Biz kızıma bakacak bir insan bulamazken karşıda üç kadın el bebek gül bebek büyütürdü bir bebeği. Baba işten eve, evden işe derken bir yıl oldu olmadı, gitti. O gün, sanki bizim evin içindelermişcesine en yükseğinden koptu fırtına. Biz onlardan daha çok üzüldük baba gitti diye. “Gözüm görmesin seni” diye bağıran anneanneydi. Karısıydı “Yazıklar olsun sana!” diyen. Bigudi’ydi bebeği alıp arka odaya götüren…
İki yıl sonra baba eve boyacıyla geldi. Gelmesiyle gitmesi bir oldu babanın. Boyacı evde kaldı, baba gitti. Ev mis gibi boya badana oldu. Bu defa fıstık yeşili yaptılar salonun duvarını. Dedim içimden, güle güle kirletin. Aa o da ne? Baba yine geldi. Meğer boyayı badanayı kontrol etmeye gelmiş. Para verdi ya… Hmm! Güzel olmuş, dedi. Bigudi, kahve yaptı eniştesine. Baba gelmişken oğlunu kucağına aldı. Oğlan yadırgadı babayı, koparttı kıyameti. Olacağı buydu, dedik… bunca zamandır arayıp sormaz, gelip görmezsen… Baba gitti. Gidiş o gidiş… O gün bugündür göstermedi gülcemalini… Babanın boya badana yaptırmasına kalacak kadınlar mıydı onlar? Kendileri yaptırdılar ne yapacaklarsa… Allahtan ev kirası vermiyorlar… Anneannenin ve kızların rahmetli babalarından aldıkları tekaüt maaşı nelerine yetmiyordu? Hem de en üst kademeden… Nur içinde yatsındı babacık. Yıllar yılları kovaladı… Oğlan bu üç kadınla boy attı… Bigudi hep bigudiledi saçlarını… Bağırış çağırış kavgalar ettiler, küstüler, barıştılar… ama ertesi gün hep dayadılar dirseklerini daracık balkonlarının demirine… sabahlıklarıyla, bigudileriyle sokağı seyrettiler, Bigudi her seferinde o kalpsizin yokuştan aşağıya kendine doğru koştuğunu gördü… oğlanı yolcu ettiler, gökkuşağı çıkmışsa fotoğrafını çektiler, risk almadan evden çıkmadan yapılan eylemlere pek hevesli olan sokağımızla ilk bir dakika ışık açıp kapamada eylem birliği yaptılar… sonra tencere tavalarda hep daracık balkona dizildiler, Bigudi’nin başında hep bigudi… elinde hep tencere tava…
Gülerek… Bigudiler bile tatile gitti, bi’ biz kaldık, dediğimiz bir iki yaz da yaşadık. Yalan yok, tatile biz gidiyormuşuz gibi sevindik onlar nerdeyse hiç çıkmadıkları evlerinden valizle çıkarlarken… Oğlan iyice büyüdü, boylu poslu, çok yakışıklı bir delikanlı oldu… Bir gün nefis bir kız arkadaş getirdi eve… Annesi, anneannesi ve Bigudi’yle tanıştırdı kızı. Ardından o da ayrıldı evden… Nereye gittiyse artık eve uğramaz oldu… Anne, anneanne, Bigudi, oğlanı hep özledi ve anneanne “N’olacak, hayırsız babasına çekmiş!” dedi daracık balkona arkası dönük berjer koltuğunda otururken…
Bigudi bir vakit hiç balkona çıkmaz oldu. Bizi bir telaş aldı. Hasta mıydı Bigudi? Kızımla konuştuk durduk, ne yapsak? Kızım gidip soralım, dedi. Tanımıyoruz, tanışmıyoruz, nasıl kapılarını gidip çalalım? Bizden daha iyi kimse tanımıyordur onları, dedi kızım. Bayram da geliyor. Hadi gidelim, bugün bayram diyelim, çalalım işte bu bahaneyle kapılarını… Hatta ad taktığımız bütün komşularımızın kapılarını çalalım, biz karşı yaka komşunuzuz, diyelim… Gülüyoruz… Keşke yapabilsek… derken Bigudi daracık balkona bi’ nefeslik çıktı. Saçları yok Bigudi’nin. Yüreğimde derinden incecik bir sızı. Cız! Cız ediyor yüreğim. Göz göze geldik ve hemen içeri girdi Bigudi. Allak bullak oldum. Kızım sordu: N’oldu? Bigudi… diyorum… Devamını getiremiyorum. Başlıyorum ağlamaya… Bigudi kanser olmuş… Kemoterapide dökülmüş saçları… Rahat rahat balkona çıksın diye, o gün hayatımızda ilk defa storlarımızı aşağıya indiriyoruz. Bigudi iyileşsin, diyoruz… saçları çıksın yeniden, hep bigudilesin saçlarını…
Aylar geçiyor… yıl geçiyor… İyileşiyor Bigudi. Dünyalar bizim. Bigudi’nin sevinci bizim sevincimiz… Daha da gür çıkıyor saçları Bigudi’nin. Bigudisiz de ne güzelsin Bigudi! Ama bi’ lokma uzadı mı hemen bigudiliyor saçlarını Bigudi. Kim demiş bigudiyle rahat edilmez diye… O da rahat ediyor, onu bigudili gördükçe biz de…
Martta salgın başladığında sırra kadem basıyor Bigudiler. Evde ışık yok, balkona çıkan yok, perdeler hep kapalı. Olsalar pencerelerimizden göz göze geldiğimizde kaçırmayacağız gözlerimizi ve güç vereceğiz birbirimize. Ama yoklar. Nereye gittiler? Ne vakit gittiler? Mart, nisan ve mayısı Bigudilersiz yaşıyoruz… başlarına bir şey gelmiş olmasın, diye de içimiz içimizi yiyor. Özlüyoruz da bir yandan… Ne vakit kısıtlamalar gevşetiliyor ve seyahat serbestisi duyuruluyor… işte o günden bir gün sonra, mayısın son günü olsa gerek… yanıyor ışıkları Bigudilerin. Derin bir nefes alıyoruz. Oh be, şükürler olsun, Bigudiler döndüler! Anneanne, Abla, Bigudi… hepsi çok sağlıklılar! Yaşasın çığlıkları fırlatıyoruz ana kız. Ne vakit nereye gittiler de o kadar kaldılar… Salgın koşullarında da nasıl dönsünler? Orda kaldılar zar… Bigudi’nin bigudileri yanında mıydı acaba? İnternetten sipariş vermiştir olmadı…
Sonra Bigudi yine balkona çıkmaz oldu… Sonra bir gün ev doldu taştı… Hepsi bildik akrabalar… Oğlan da gelmez mi? Bir tek Bigudi yok ortada… Daracık balkona dizildiler… Oğlan bir koluyla annesine, bir koluyla anneannesine sarıldı. Bigudisiz dayadılar dirseklerini balkonun demirlerine… Hüzünlü hüzünlü uzaklara dalmak isterlerken karşıda bize çarptı bakışları… Anneanneyle abla çok ağladı. Annenin feryadı ortalığı inletti kalkmadığı koltuğundan… Yoksa, dedim… Yok, olamaz… Sonra oğul dahil bütün gelenleri balkondan uğurladı anneanneyle abla… Oğlum, dedim acelen ne, kalsaydın ya bu gece! Gidenler aşağıdan yukarıya kaldırıp başlarını, el salladılar anneanneyle ablaya… Gözyaşları çoktan kurudu onların aşağıya inene kadar… Hepsi gitti… Evli evine köylü köyüne… Ah o an yok mu? Zaten canın gitmiş; en sevdiğin gitmiş… ziyaretçiler de bir bir ayrılmış, nasıl gireceksin içeriye, o sessizliğe, o yokluğa? Giremediler de… Birbirlerine sarıldılar… Sarmaşık oldular… Kızımla uzattık kollarımızı, biz de sarıldık ana kız, ana kıza… Onlar daracık balkonda, biz karşı pencerede… başladık hüngür hüngür ağlamaya. Daha bigudilerini çözmeden… O kalpsize bi’ çift laf etmeden… Daha biz kapınızı çalamadan böyle gitmek var mıydı Bigudi?
Teşvikiye, 20 Şubat 2021
Pes etmek yok oğlum Cezmi, diyorsunuz. İyi ama ev yok… Oysa aradığınız sadece üç şey: Eve girerken de, evde de merdiven olmasın. Banyoya giriş de kolay olsun. Sahibinden kiralıkları… Emlakçıdan kiralıkları bir bir tarıyorsunuz… Yok oğlu yok… Kara kara düşünürken… O da ne? Düz ayak, bahçe katında, tam da aradığınız niteliklerde bir kiralık daire ilanı karşınızda! Hem de kirası kesenizi de aşmıyor. Dünyalar sizin. Hemen arıyorsunuz telefonla… Ev sahibi bir kadın… Siz erkeksiniz; 60 yaşlarında… Türkçeniz güzel… Güzel güzel konuşuyorsunuz… Ev sahibi de beğeniyor sesinizi, konuşmanızı… Buyurun gelin, diyor, hemen eve bakın…
Atlayıp gidiyorsunuz. Arabanızla takuş tukuş yolları aşıyor, yağmurluysa hava şıpır şıpır ıslanarak… güneşliyse kan ter içinde kalarak… rüzgârlıysa içinize içinize işleyerek rüzgâr, ilerliyorsunuz. Ne gam… Gidiyorsunuz ya… Sizin kadar kimse mahir süremez o arabayı. Rampaları çıkıyor… Yokuşları iniyorsunuz… “Daaat” diye korna çalıyorlar size… Efendiliğinizi bozmadan ilerliyorsunuz… Kimse sizin kadar sabırlı olamaz… Sizin sabır eğitiminiz hiç bitmiyor… Ve evet tam saatinde Baltalimanı’nda; kiralık evin önünde duruyorsunuz. Bakıyorsunuz etrafa. Pıt diye girip pıt diye çıkacaksınız dışarı… Evin içi de böyle rahatsa… Daha ne? Tuttum gitti, diyorsunuz içinizden… Sonra bir araba kükreyerek geliyor evin önüne. Hanımefendi iniyor arabasından. Sesleniyorsunuz: “Sevgi Hanım!”
Sevgi Hanım ters ters bakıyor size. Siz de kimsiniz?
“Ben Cezmi” diyorsunuz, “Kiracı adayınız. Telefonda randevulaşmıştık.”
Sevgi Hanım, bir yüzünüze, bir arabanıza bakıyor… Mersedesim, dediğiniz akülü arabanıza… Eliniz ayağınız o güzelim tekerlekli sandalyenize… bakıyor… Sonra olmayan ayaklarınıza… Yok öyle saklamıyorsunuz bir örtü altında ayaklarınızı… Her şey açık sizde… Yüzünüz gibi…
“Merhaba” diyorsunuz. Alışıksınız insanların bu hallerine…
Bir engelliyle karşılaşacağını nerden bilsin Sevgi Hanım? Bilse gelmeyecek zaten. “Merhaba… Ben şey…” diyor… Geldiğine bin pişman! Vazgeçtim evi göstermekten, diyecek. Ama diyemiyor…
Öfkeli yürümesi bundan… Şangur şungur anahtarı çevirip açıyor kapıyı… Bir adım atıyor… Dönüyor size “Ama… Siz girmeseniz” diyor. “Niye?” Sevgi Hanım kararlı; “Şimdi böyle kirli kirli arabanızla… sokağın kirini pasını eve taşıyacaksınız.” Oysa onun ayakkabılarından kirli değil arabanızın lastikleri… “Girmeden nasıl görebilirim ki?” diyorsunuz. Sevgi Hanım, gönülsüz alıyor sizi içeriye. Oda oda… ince ince bakıyorsunuz… Her şeyi tek başınıza sorunsuz yapabileceğiniz mis gibi bir daire… “Çok güzel” diyorsunuz. Hatta tutamayıp kendinizi “Mükemmel!” diyorsunuz. “Tutuyorum evinizi!”
Sevgi Hanım hiç vakit kaybetmeden pat diye “Ama” diyor… Devamını da getiremiyor… Gözlerinin içine bakıyorsunuz lekesiz bakışınızla… “Ama” diyor yine… “Ama siz parkeleri çizersiniz!” Parkeleri mi? Hiç de ayrımına varmamıştınız parkelerin, değil mi? Bakıyorsunuz… Gıcır gıcır değiller… Ama öyle güzeller ki… Kızıl kahve renginde yere uzun uzun uzanmışlar… “Niye çizeyim?” diyorsunuz. “Eve böyle bu tekerlekli arabayla girip çizersiniz…” diyor… Sevgi Hanım’ın ağzının payını verip çıkmak aklınızdan bile geçmiyor… Bu evi kaçırmak gibi bir lüksünüz yok… “Hayır, hiç kuşkunuz olmasın! Parkelerinize tek bir zarar vermem!” diyorsunuz. “Ama” diyor yine Sevgi Hanım… “Ama… Siz nasıl temizlik yapacaksınız ki?” Şimdiki evinizde nasıl temizlik yaptıysanız öyle yapacağınızı söylüyorsunuz… “Ama olmaz böyle” diyor Sevgi Hanım… “Her şeye bir laf söylüyorsunuz… Ben sizi düşünüyorum…”
Gülüyorsunuz… Kendinizi tutamıyorsunuz… Sevgi Hanım “Bu kadarı fazla” diyor… “Evet” diyorsunuz… “Bu kadarı fazla! Bırakın siz beni düşünmeyi…”
Geri geri gidip kapıda döndürüyorsunuz arabayı… “Kırt” diye bir ses duyuyorsunuz. “Hayır yaaa!” diye de bir haykırış… Dönüp bakıyorsunuz… Sevgi Hanım’ın ayakkabısının topuğu kırık parkenin arasına girmiş…
Yürü canım Mersedesim, diyorsunuz…
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.