DOLAR

33,9008$% 0.03

EURO

37,6352% -0.04

STERLİN

44,6724£% -0.16

GRAM ALTIN

2.809,88%0,81

ONS

2.577,74%0,76

BİST100

9.685,49%1,73

İkindi Vakti a 16:38
İstanbul AÇIK 27°
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyonkarahisar
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkâri
  • Hatay
  • Isparta
  • Mersin
  • istanbul
  • izmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kahramanmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce
a
Yasemin Saraç

Yasemin Saraç

21 Ağustos 2022 Pazar

Ataların da kafası karışıkmış!

Ataların da kafası karışıkmış!
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Konuşmaya başlayıp aklım azıcık bir şeylere erdiğinde çok meraklı olduğum çıkmış ortaya… Her gördüğüme “Bu ne ya da bu kim?” diye sorarmışım. Öğrendikten sonra da “Neden?” sorusu gelirmiş ardından. Annem benimle balkona çıktığında mesela başlarmışım sormaya… “Bu kim?”, annem cevap verirmiş “Bir çocuğun babaannesi”, “Nereden geliyor?”, “Pazara gitmiş oradan”, “Neden pazara gitmiş?” sorular kartopu gibi birbiri ardına gelince annem balkona çıktığına çıkacağına pişman olur içeri girermişiz.

O merak hiçbir zaman bitmedi bende. Ve hep “Neden, niçin?” diye sordum. Mantığıma uyan bir neden bulamadıysam da o cevaba güvenmedim, güvendiğimi bulana kadar aramaya devam ettim.

Geçen gün yıllar içinde benim de “Acaba neden öyle?” diye düşündüğüm bir paylaşım gördüm. “Hangisine inanalım” diye başlıyordu. Ve birbirine zıt anlamlı bazı atasözlerini alt alta sıralıyordu.

“İyi insan lafının üstüne gelir” de var, “İti an çomağı hazırla” da…

Diğer ilgimi çekenler de şöyleydi:

•Fazla mal göz çıkarmaz / Azıcık aşım ağrısız başım
•Bülbülün çektiği dili belası / Bilmemek ayıp değil öğrenmemek ayıp
•Eşeğe altın semer vursan da eşek yine eşektir / Ye kürküm ye
•Eğri otur doğru söyle / Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar
•Düşenin dostu olmaz / Dost kara günde belli olur
•Erken kalkan yol alır / Acele işe şeytan karışır

Atasözleri TDK’ta “Uzun deneme ve gözlemlere dayanılarak söylenmiş ve halka mal olmuş, öğüt verici nitelikte söz, deme, mesel, sav ve darbımesel” olarak tanımlanıyor.

Paylaşımın altında da ilginç bir yorum vardı: “İşine hangisi gelirse onu kullan. Bu toplum niye böyle? İşte bu yüzden böyle” diye…

Yani, hak vermeden edemedim. Daha atalarımız zamanında işine geldiği gibi almış her şeyi… Mesela yanına sevmediği ama mecburen katlandığı biri geldiğinde içinden “İti an çomağı hazırla” dese de yüzüne “İyi insan lafının üstüne gelir” demiş. Atalarımız, iki yüzlü gibi görünüyor böyle bakınca…

Eğri otur doğru söyle diye uyarıyor ama doğru söyleyeni de dokuz köyden kovarlar diye aba altından sopa gösteriyor. E ya köyden kovulmamak için 2 artı 2’ye beş diyene “He, sen haklısın” diyeceksin, ya da köyden kovulmayı göze alıp 4, 2 artı 2 eşittir 4 diyeceksin.

Yıllar önce okuduğum Kemal Tahir’in “Esir Şehrin Mahpusları” kitabında da yine bir atasözü ile ilgili çok güzel bir tespit vardı. Onu da tekrar paylaşmadan edemeyeceğim.

“Köprüyü geçene kadar ayıya dayı derler” sözüyle ilgiliydi orada yazanlar da…

“… Köprüyü geçene kadar ayıya neden dayı diyorsunuz? Köprünün başını ayı tutmuş gibi geliyor, ‘Ayıyı tepeleyip geçmek zor! Dayı deyip sıyrılmak kolay, diyorsunuz. Girdiğiniz yolda köprü bir tane olsa, belki haklısınız! Güç yetirebileceğinize aklınız yatsa, ilk köprüde ayıya dayı demezdiniz! Daha birinci köprüde, kolaya kaçtığınızı gören namuslu insanlar sizi bırakacak.

… Ayıların arasına büsbütün güçsüz giriyorsunuz. Her köprüyü geçtikçe, arkanızda ayıların tuttuğu köprüler bırakmaktasınız. Peki biraz ilerde, dört yanınızı çepeçevre kuşatan ayıların istediklerini nasıl yapmamazlık edebileceksiniz? Bir zaman sonra artık paralanmayı göze almanın bile faydası kalmayacak. Köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek, ayılara yem olmayı başından kabullenmek demektir.

… “Köprüyü geçene kadar ayıya dayı derler” sözü su katılmamış Osmanlı sözüdür… Osmanlıların, tarihleri boyunca iki karışlık köprüleri bile neden geçememiş olduklarını bundan daha iyi anlatan bir başka söz yoktur. Osmanlı, hiçbir zaman, ayılara dayı demeden köprü geçmeyi göze alamadı. Bugün bile, İstanbul’un politikacıları Ankara’yı, ayılara dayı demediği için yadırgıyorlar.”

Daha başta köprüdeki ayıya dayı demesek, belki köprüde peşimize takılan, bize destek veren de çok olur. Ve ne yazık ki, günümüzde köprüleri tutan ve zamanında “dayı” dediğimiz ayılar, artık kendini “gücün ve her şeyin tek sahibi” gördüğünden, geçmek için de daha çok şeyi gözden çıkarmak gerekiyor!

Devamını Oku

Bu sendrom başka sendrom

Bu sendrom başka sendrom
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Sendrom deyince şöyle bir duranlardan, içi ürperenlerdenim ben. Google’daki aramalarda sendrom deyince “özel bir bozukluğu gösteren ve bir arada görülen, tanıyı kolaylaştıran belirtilerin ve bulguların tümü” diye çıkıyor. TDK’ya göre “belirge” sendrom ya da “sıkıntı”… Pazartesi sendromu gibi… Özellikle tıpta çok sendrom var. Kimi fiziksel rahatsızlıkların “belirge”si kimi ruhsal rahatsızlıkların… Ama instagramda güzel bilgiler paylaşan bir sayfada gördüğüm sendrom bana çok tanıdık geldi. Üstelik pek öyle duyunca “dağlara taşlara” deyip tahtalara vurulacak cinsten de değil. Daha çok Allah herkese nasip etsin diyebileceğimiz çeşit bir sendrom: Dostoyevski Sendromu…

İnstagramdaki turkceogretmenimiz sayfasında gördüm. Şöyle anlatıyordu Dostoyevski Sendromu’nu: “Basitçe ‘aşırı yazma isteği’ olarak özetleyebileceğimiz durum esasında nörolojik bir bozukluğa dayanır. İsmini muhtemelen bu rahatsızlığa sahip olduğu düşünülen Dostoyevski’den alır. Kişi düşüncelerinin akıp gitmesini engellemek için sürekli yazmak ister.” Sait Faik’te de bu rahatsızlıktan olduğu belirtiliyor sayfada… Tabii yazdıklarından çıkarımla…

Ben de kafamda bazen hikayeler, bazen belirli bir konu hakkında söyleyeceklerim dolu olarak yaşıyorum. Gece rüyamda güzel bir cümle söylenirken duyuyorum ya da güzel bir olay görüyorum. Son zamanlarda sırf bu yüzden gece ulaşabileceğim yere kağıt kalem bırakmaya başladım. Çünkü geçen günlerde rüyamda gördüğüm ve sabaha yazarım dediğim konuyu unutmuştum. Ha belki o kadar da güzel değildi ama hatırlayamadığım için bunu da bilemiyorum. Rüyalarımda gördüğüm şeylerle iki hikaye yazmışlığım var, biri uzun novella boyutunda biri de kısa… Ve hepsi benim “bebeklerim”…

Bir de ev işi yaparken, özellikle süpürge ve ütü, öyle çok cümle uçuşuyor ki aklımda, yazmak ya da en azından not almak için işe ara veriyorum. Geçen haftalarda, süpürgeyi bırakıp sesli not aldım hikayeyi. İşim biter bitmez de oturdum ekran başına… Öyle anlarda birisi kovalıyor gibi yazıyorum finale kadar. Noktayı koyduğumda sanki başka bir alemden dünyaya yeni gelmiş gibi hissediyorum. Tabii ki Dostoyevski ya da Sait Faik gibi yazıyorum diye bir iddiam yok. Ama en azından onlar gibi aklımdakileri yazıya dökmezsem çok rahatsız hissediyorum kendimi… İyi ya da kötü içimdekiler kelimelere dönüştükçe rahatlıyorum sanki…

O zaman yazıyı güzel bir dilekle bitireyim: Kim bilir belki gün gelir içimden taşan kelimelerle yazdığım hikayeler bir kitapta toplanır. Evrene mesajı yolladım. Artık top evrende…

Temmuz 2022

Devamını Oku

Yazarlık atölyesinden ilk kitap heyecanına

Yazarlık atölyesinden ilk kitap heyecanına
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Yayın dünyası, kur artışı nedeniyle yaşadığı krize rağmen okurlarını yeni isimlerle tanıştırmaya devam ediyor. Özellikle de yaz döneminde yeni kitaplara daha çok rastlıyoruz. Gazetelerin kitap ekleri de sayfalarını, bu yeni kitaplara ayırıyor daha çok.

Şu sıralar yeni çıkan bir kitap var ki, benim için anlamı farklı. Doğumuna şahitlik ettiğim bir bebek gibi benim için: Ekşi Karga Yayınları’ndan çıkan Mary King ÇıkmazıNesrin Yıldız’ın ilk kitabı, 20 öyküden oluşuyor.

Mary King Çıkmazı, doğumuna şahitlik ettiğim bir bebek gibi dedim, çünkü yazarıyla yolumuz yazarlık atölyesinde kesişti. Edebiyatist’in yazarlık atölyesinde 6 yazma sevdalısı, 8 hafta boyunca ünlü yazarların öykülerini okuduk, analiz ettik. Kendi yazdıklarımızı okuduk. Hikayelerimizi hem okur gözüyle, hem yazar adayı olarak değerlendirdik. Ve bu yazma sevdalılarından dört kişi, -ben, Nesrin Yıldız, Bigenur Karataş ve Duygu Sakin- atölye bittiğinde öykü kulübü olarak devam ettik yola… Hatta daha önce yazarlık atölyesi deneyimi olmasa da yazmaya gönül vermiş Derya Kaya da katıldı aramıza… Her hafta yine hikayelerimizi yazıyoruz, okur ve yazar adayı gözüyle değerlendiriyoruz. Ve artık aramızda kitabı yayınlanmış bir yazar da var.

Kültür Bakanlığı’nın İlk Eser Desteği’ni de kazanan Mary King Çıkmazı’nın yazarı Nesrin Yıldız, İskoçya Edinburgh’da yaşıyor. Şu günlerde ilk kitabının heyecanını bizimle paylaşan Nesrin, yazarlık serüvenine başlamasını da şu sözlerle anlatıyor:

“Çok klişe bir cümle vardır ya hani, bu işe küçük yaşlarda başladım, diye… Ben de yazmaya, okumayı öğrendiğimden itibaren merak saldım. Öykülerim beğenildikçe, büyüdüğümde yazar olmak istediğimden emindim artık. Büyüdüm, evlendim, anne ve hatta anneanne oldum ama hala bir yazar olamamıştım. Sonra bunu daha fazla ertelemek istemediğimi fark ettim. Her şeyin bir kursu varsa yazarlığın da vardır diye araştırırken, yazarlık atölyeleriyle tanıştım. Ve bu atölye çalışmalarının sonucunda yazarlığa ilk adımımı atmış oldum.

Genellikle kadınların toplumdaki sorunlarının ağırlıklı olarak işlendiği öykülerden oluşuyor bu kitabım. En büyük temennim, kitaptaki kadınların seslerini bir gün tüm dünyaya duyurabilmeleri. Aynı zamanda yaşın ve şartların, tutkularımızın peşinde koşmak için engel teşkil etmediği konusunda birilerine ilham olmak… Şu an Edinburgh’da yaşıyorum ama bir yıl sonra acaba hangi ülkede gün doğumunu izlerim diye içimde heyecanla bekleyen kız çocuğunu zaptetmeye çalışıyorum.”

Nesrin Yıldız hikayelerinde, hayat çizgisinde yolunun kesiştiği ilginç karakterleri, hayal gücünün gizemli labirentlerinde dolaştırıyor. Bigenur Karataş’ın hikayeleri, güzel bir havada yıldızları seyredip hayal kurmak gibi… Duygu Sakin’in hikayeleri, soyadı gibi sakin ama konular delip geçiyor. Derya Kaya’nın, çoğu zaman yaşadıklarını hayal gücünün duygusal yanlarıyla birleştirdiği hikayeleri de öyle…

Kim bilir belki gökten üç elma düşer, dileklerimiz gerçek olur ve hepimiz kitaplarımızın basıldığı günleri paylaşırız birbirimizle… Daha nice ilk kitap haberi yapmak dileğiyle…

Devamını Oku

Adalet Cimcoz bizim ‘Mata Hari’miz olabilir mi?

Adalet Cimcoz bizim ‘Mata Hari’miz olabilir mi?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Ufuk Güldemir ismini belki bugün, çalışan birçok gazeteci bile bilmez (Yaşı genç olanlar tabii). Ama ben onunla çalıştım. 1999 yılında, çalıştığım Sabah gazetesine genel yayın yönetmeni (gyy) olmuştu. Aniden… İlk karşılaşmamız nahoş bir şekilde başlasa da sonrasında en sevdiğim genel yayın yönetmenim oldu. 

Ondan önce değil gyy, yazı işleri müdürleri bile gazetede çalışan editörleri adam yerine koymazdı. Toplantı odasına girmek yasak olmasa da girilmesinden pek hoşlanmazlardı. Ama Ufuk Güldemir ilk kez editörleri de toplantı masasına çağırdı. Hepsine tek tek gündemle ilgili fikrini sordu. Önemli hissettirdi. O yüzden 2007’de öldüğünü öğrendiğimde, artık birlikte çalışmasak da çok üzülmüştüm. 

Çok iyi hatırlıyorum, bir gece gazetenin kutlama yemeği vardı. Hepimiz erkenden gittik, o geç bir saatte göründü kapıda. Sonra bizim masaya geldi ve “Gazetede bazı haberlerin değişmesi gerekiyordu ama sizin yaptığınız sayfa o kadar güzeldi ki, onu bozmamak için uğraştım” demişti. Bu, bugüne kadar iş hayatımda duyduğum en güzel jestti. Allah rahmet eylesin…

Peki ben bugün niye Ufuk Güldemir’i hatırladım. İlginç fikirleri vardı. Mesela yeni çıkan kitaplardaki ilginç bilgileri, ilginç tesadüfleri, akrabalıkları “Bu bir çıktı haberidir” diye vermeye başlamıştı gazetede. Bunun için bir muhabiri özel olarak görevlendirmişti hatta. Ben de kitapları artık bu gözle de okuyorum.

Yıllar önce okuduğum Nazlı Eray’ın “Aydaki Adam Tanpınar” kitabı şimdilerde tekrar elimde.… İstanbul Gönüllüleri’nin Sesli Kitap Okuma etkinliği kapsamında, görme engelliler için seslendiriyorum. Yıllar önce çizdiğim bazı ‘çıktı haberi’ sayılacak bilgileri görünce onları burada paylaşmak istedim.

• “1962 yılında Amerikan Başkanı’nın eşi Jackie Kennedy buraya gelmiş ve bir abajur almıştı buradan Beyaz Saray için.” Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bir dönem yaşadığı Narmanlı Yurdu’nun yanındaki Lumimara bu abajurcu… Abajurcu Nesimi imiş sahibi. “Işığı giydiren adam. Namı öyleymiş” diyor kitapta.

Ancak burada ben ayrıca not düşmek istiyorum. Her ne kadar kitapta, Jacqueline Kennedy’nin İstanbul ziyaretini 1962’de yaptığı yazsa da benim bulduğum tarih 9 Ekim 1963. O güne ait sadece ses kaydı olmayan bir video görüntüsü var. Başka da ayrıntı yok. Zaten döndükten 1.5 ay sonra da, 22 Kasım 1963’te J. F. Kennedy öldürülmüş diye bir de bilgi buldum.

* Yeşilçam filmlerinde Filiz Akın, Türkan Şoray’ın sesi olan Adalet Cimcoz da var kitapta. “Adalet Cimcoz. Ada, dostlarının onu çağırdığı gibi… Maya Sanat Galerisi’nin sahibi, Mehmet Ali Cimcoz’un karısı. Dublaj kraliçesi Adalet, Ferdi Tayfur’un kardeşi. Ferdi ne kadar yakışıklıysa Adalet de o kadar çirkin…”

•“Ferdi Tayfur ‘Lorel-Hardi’ konuşmalarıyla herkesi kırıp geçiriyor. Pek çok dil biliyor, bir sahneyi izlediği anda seslendirebiliyor. Başarılı bir dublaj yönetmeni, böyle bir yeteneği var. Ne yazık ki morfinman Ferdi… Rudolf Valentino’ya benziyor…”

Yine burada bir not düşeyim. Ferdi Tayfur, bizim bildiğimiz Arabesk şarkıcısı olan değil. 1904 yılında doğmuş, 1958 yılında ölmüş, çok ünlü bir dublaj sanatçısı… Filmlerde de oynamış ama asıl ününü dublaj yönetmenliği ve sanatçılığı ile elde etmiş. Neredeyse o yıllardaki bütün filmlerde sesi ile yer almış. Şarkıcı Ferdi Tayfur ise filmlerinde kendisini bile seslendirmedi. 

* Kitaba göre, Ferdi Tayfur, İpek Film Stüdyosu’nda karısı Melek Kobra ile seslendirme yapıyor. Bir gün Melek hastalanıp dublaja gelemeyince çaresiz kalan Tayfur, Adalet’i dublaj için çağırıyor. “Buğulu sesi çok beğenilen Adalet, o gün seslendirme stüdyosundan çıktığında, dublaj kraliçesi olmaya adımını atmıştı çoktan” diye anlatılıyor. O zamanların meşhur ismi Melek Kobra’nın verem olduğu tiyatro sahnesinde kan kusunca anlaşılmış, sonra da sanatoryumda ölmüş.

* Kitaptan devam edeyim: “Adalet’in bir de gazetede köşesi var. Dedikodu yazıyor. Takma adı Fitne Fücur. Herkes, her hafta Fitne Fücur’un neler yazdığını merakla bekliyor ve okuyor. Amerika’da dedikodu yazarı Hedda Hopper’in yaptığını Adalet Türkiye’de yapıyor. Çok da başarılı. Kalemi keskin, dili sivri. Sevdiğini koruyor, tutmadığını yerin dibine batırıyor.”

* “Yalnız sokağa çıkamıyor, vapurla deniz geçemiyor, evde yalnız kalamıyor. Tuhaf bir fobi bu onun için… Kocası Mehmet Ali Cimcoz’da da aynı korkular var. Karı koca vapura binip karşı tarafa geçemiyorlar.”

* Kitaptaki iddiaya göre, çiftin MİT ajanı olduğundan şüpheleniliyor o yıllarda. Hatta bu evden çıkamama korkusunu da “Acaba öldürülme korkusu muydu?” diyerek anlatıyor Nazlı Eray kitapta ana karakterinin ağzından…

* İlerleyen sayfalarda şöyle bir şey var, benim ilgimi çekti: “1960 ihtilalinden sonra rahatlamış, hastalığı, sokağa yalnız çıkamama fobisi birden geçmişti.” 

* “Adalet Cimcoz 1970’te kanserden ölmüş. Ne olduğu anlaşılamamış. Gecikmiş bir vaka” diye yazıyor yine…

* “Ahmet Hamdi Tanpınar da Adalet ve Mehmet Ali Cimcoz’un iyi dostu… Bir ara bir kopukluk, bir kırgınlık yaşanıyor… Nedir acaba bu uzaklaşmanın sebebi? Adalet’in bir yazısı olabilir mi? Tanpınar’dan ‘Hamdicik’ diye bahsettiği bir yazısı Adalet’in. Tanpınar hastaneye yatınca ona böyle bir yazı yazmış Adalet. ‘Hamdicik de hastalandı’ demiş. Tanpınar içerliyor bu ‘Hamdicik’ lafına… Hasan Ali Yücel’e yazdığı 1959 tarihli bir mektupta verip veriştiriyor Adalet’e…”

* Kitapta ilk kadın Hamlet Nur Sabuncu da var. Şakir Eczacıbaşı’nın ilk karısıymış. Bir ara psikiyatri kliniğinde yatmış. Ve bir gece yarısı elindeki sigara düşünce tutuşan yatağında yanarak ölmüş. Ve Tanpınar ona çok hayranmış. Odasında bir fotoğrafı asılıymış.

Belki başka bir gün, başka bir kitaptaki “çıktı haberleri”ni de derlerim. Kim bilir?

Adalet Cimcoz (solda), Bedia Muvahhit ve Ahmet Hamdi Tanpınar, Maya galerisinde... O zaman henüz araları açılmamış Cimcoz ile Tanpınar'ın.


Ferdi Tayfur ve o dönemdeki karısı Melek Kobra.

Devamını Oku

Siz jetonlu telefon kuyruğunu hatırlamazsınız yeğenim

Siz jetonlu telefon kuyruğunu hatırlamazsınız yeğenim
0

BEĞENDİM

ABONE OL

“New York’ta bir devrin sonu: Tek ankesörlü telefon da kaldırıldı” başlıklı bir haber okudum bu hafta. Son ankesörlü telefon bundan sonraki durağı olan Şehir Müzesi’ne gitmek üzere yola çıkmış. Şehre de ücretsiz telefon görüşmeleri, Wİ-Fİ ve cihaz şarjı gibi hizmetler sunan LinkNYC kioskları kuruluyormuş bu telefonların yerine…

Bu haberi okuyunca beni aldı mı bir hüzün. Yok, New York için üzülmedim. Kendi ankesörlü telefon anılarım aklıma geldi, ondan hüzünlendim.

Benim çocukluk ve ilk gençlik zamanlarımda cep telefonu yoktu henüz. Ama ona rağmen sözleştiğimiz yer ve zamanda buluşurduk. Buluşamadık mı? Erken gelen ankesörlü telefondan arayıp hesap sorardı ev ya da iş telefonundan, “Sen daha çıkmadın mı?” diye… O dönem yeni çıkmaya başlayan sevgililer çok kuyruklar oluşturdu jetonlu telefon kulübelerinin önünde…

Herkesin cebinde en az iki üç jeton bulunurdu. Bulunmasa da her yerde satılırdı. Çok pahalı da sayılmazdı o güne göre. Hoş o günler hiçbir şey bugünkü kadar pahalı değildi sanki! Neyse…

Jeton parasına kıymak istemeyenler kendilerince icatlar bile geliştirmişti. Benim en aklımda kalan iki tanesi şuydu: İlkinde jetona delik delip (Hiç de üşenmemişler) misina geçirirlerdi. Telefon görüşmesine başladıktan sonra jeton trink sesiyle düşmeden önce misinayı çekip geri alırlardı. İkincisi daha uçuk bir icattı. Hala şehir efsanesi mi, yoksa gerçek mi diye düşünürüm. Jeton şeklinde buz yapıp telefonu çalıştırdıklarını iddia ederlerdi. Dediğim gibi, şehir efsanesi olabilir.

Kripton gezegeninden gelen Süpermen’in bile süper kahramana dönüşmek için telefon kulübesine girdiğini düşününce ne önemli bir şeymiş hayatımızda telefon kulübeleri… “New York’taki ankesörlü telefonlar kaldırıldı” haberini okuduktan sonra İstanbul’daki durumla ilgili bir google taraması yaptım. www.yoltarifi.com sitesinde İstanbul’daki kontörlü telefonların adres listesi vardı. 25 adet kontörlü telefon ya da telefon kulübesi gözüküyor. Bizde de New York’taki gibi bir gün tamamen kaldırılır mı bilmem ama Süpermen’in anısı için bile olsa dünya üzerinde bir tane kalsa iyi olur gibime geliyor:)

Devamını Oku

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.