33,9008$% 0.03
37,6352€% -0.04
44,6724£% -0.16
2.809,88%0,81
2.577,74%0,76
9.685,49%1,73
23 Temmuz 2023 Pazar
Kar, kış, kıyamet: Abdülkadir Tamer'den bir öykü
Kaleminin gücüyle ayakta kalan babam: Burhan Arpad
... Ve Zonguldak
Yer altında Romanlar ve Gebenler
"Göğü kucaklayıp getirdim sana, kokla açılırsın"
İçimdeki cinayet (Altıncı Bölüm-FİNAL)
Rüyamda balta girmemiş bir ormandaydım. Yerde ince saplı bir balta gördüm, şaşırdım. Gaipten gür bir ses belirdi: "Hah, işte o sana girsin!". Haliyle irkildim. Refleksle "Fabrikası da sana!" şeklinde cevapladım. Ürpertiyle koşar adım uzaklaşmak üzereyken çalıştığım fabrikanın üretim müdürü Fevzi Bey çıktı karşıma: "Toplantıda beni zor durumda bıraktın." dedi. Yine birden refleksle önümü ilikledim ve "Müdürüm, kusura bakmayın, demin ettiğim laf size değildi" diye toparlamaya çalıştım. Koluma bir şey çarptı, aniden yanıma döndüm, İnsan kaynakları müdürü Begüm hanım çıktı karşıma: "Fabrikamızı öyle istediğiniz kişiye gir çık yaptıramazsınız, burada 300 kişi ekmek yiyor, fevri davranışlar kurumsal kimliğimize aykırı." diye beni uyardı. Rezil olmuştum, toparlamaya çalıştım: "Ama Begüm hanım, yerde gördüğüm alet yüzünden küfür yedim, ne yapabilirdim? Bir yanıt vermem gerekiyordu. Hem Fevzi müdürüme.." cümlemi tamamlayamadan Fevzi bey' in baltayı Ar-ge biriminden makine mühendisi Serkan'la birlikte incelediklerini gördüm. Ulan Serkan nereden çıkmıştı? Hararetli şekilde alet üzerinde çalışıyorlardı. Fevzi Bey'in Serkan'a "Bu sana girse nasıl olur? CV'nde güzel görünür hem?" dediğini duydum. Serkan da memnuniyetle onayladı teklifi. O anda Begüm de elinde bir dosyayla koşar adım satın alma müdürü Cengiz Bey'e gitti. Ulan pinti Cengiz nereden çıkmıştı? Fabrikada ne kadar beş para etmez ürün varsa O aldırırdı. Kafayı yemek üzereydim. Neler oluyordu? Yanlarına gittim. Begüm hanım "Cengiz müdürüm, sanırım balta konusunda Serkan'la anlaşıldı. O'na girecek. Ürün ve adet bilgisini mail atın bize, Fevzi Bey'i de cc'ye ekleyin lütfen olur mu?" diyordu. Bu saçmalık karşısında terlemeye başlamıştım. Tam o anda üretim bandından 7 işçi, başlarında ustabaşı ile birlikte sinirli bir şekilde bize yaklaştılar. “Müdürüm, bizim banttan çıkan ürün mühendis beye göre değil, baştan deseydiniz ona göre çıkarırdık. İşçilerin vardiyasını değiştiremem şu saatten sonra" deyip aramızdan ayrıldılar. Serkan sinir olmuştu ustabaşına. Fevzi Bey Serkan'ı teselli etti: "Sen boş ver onları, ben bir şekilde ayarlayacağım, sana girecek." dedi. İlk başta duyduğum gaipten ses birden tekrar hortladı: Fevzi, patron sen misin ben miyim?! Lafımı ikiletme. İlke' ye girecek dedim, bir daha söylemem. Herkes işini yapsın!" diye gürültü kopardı. Ödümle b.kum aynı dereye akmak üzereydi. Evet, benimle konuşan fabrikanın sahibiydi ve adama alenen küfür etmiştim. Bu paniğim, birkaç saniye içinde yerini talimatla bana balta girecek olması paniğine dönüştü. “Allah'ım kurtar beni!" diye haykırınca nefes nefese uyandım…
Oda aydınlıktı. Eşim, 2 yaşındaki oğlumla yanımda duruyordu. "Hayatım iyi misin? Ne gördün sen rüyanda, ne oldu?" diye sordu. Anesteziden yeni çıkan ameliyatlılar gibi saçmalayıp "Kime girdi?" diye sordum. Eşim kahkaha patlattı. O an rüyamın etkisini fark ettim. Sağlam terlemiştim. Oğlum, sussun diye elinde tuttuğu tablette çocuk klibi seyrediyordu: "Baltalar elimizdee, uzun sap belimizdee, biz gideriz ormaana hey oormaanaa.." Beni de gülme tuttu. İnsanın ailesi ve kurtulduğu saçma kabusu gibi yoktu. Eşim tesellisine devam etti: "Hadi bir duş al da kendine gel. Çok çalışıyorsun. Az önce telefonun çaldı, uyanma diye ben açtım. Fabrikadan Fevzi bey.. Şirketçe doğa yürüyüşü planlıyorlarmış. Seni de davet ettiler…"
Kısa bir kalp çarpıntısı ile birlikte kıdem ve ihbar tazminatımı hesaplamaya koyuldum. Oğlana da tatlış tavşan videosu açtım.
"Genetik" bilimi ile olan toplumsal bilgi bağımız, 'Hay maşallah, aynı babası" cümlesinin limitleri kadardır. Gerisi bizim için gereksiz akademik detaya girer. "Alel gen, Hibritleşme, Mendel Yasaları, Genotip, Mayoz 1 ve 2…" Bunlar LGS'ye giren öğrencilerin sorunlarıdır, toplumu bağlamaz. Sadece sınav anında bahçede kendisi için dua okuyan ebeveynin telepatik bağ kurduğu konulardan biri olma şerefine nail olabilir, o kadar.. Peki toplum bu tip teknik mevzulara hakim olmalı mıdır? Bunun cevabı tartışılabilir; ancak olmayacaksa da toplum bu hususta çokbilmiş tavırlar sergilemeyi ve iddialı cümleler kurmayı bırakmalıdır. Tam olarak kimin kime çekeceğini, ne çekecek kişi ne de çekilecek kişi belirlemez.
Bende olduğu gibi…
Etrafımda "Oğlan dayıya, kız halaya çeker" şeklinde bir beklenti yaygınken, alternatif bir yolaktan ilerleyip direk DAYIOĞLUNA çekmeyi başarmıştım. Nasıl olduysa artık, şansıma tüküreyim!
Yaşım 12'ydi. Aklımın ermeye başladığı zaman bu döneme denk geldiği için çocukluk dönemimi pas geçiyorum. Her cinsten ve atadan kuzenim olmasına rağmen (2 haladan, 3 teyzeden, 1 amcadan) öz dayımın öz oğlu Furkan bambaşka bir yere sahipti benim için. 'Yer' dediğim yanlış anlaşılmasın; ben direk O'ydum. Yüzümü görmeseler ve sadece davranışlarım kayıt altına alınsa oy birliği ile bana Furkan derlerdi. Furkan benden 2 yaş büyüktü (Hala da öyle). Gençken, bilirsiniz, ergen adam karakteri koyacak zemin arar. Yaşça büyük yakınlarından gözüne kestirdiğini idol olarak benimser, yer yer onu taklit eder, onun gibi konuşur, onun gibi davranır. Furkan ile yaşadığım ilişki tipini böyle açıklamak mümkün değil; zira o kadar aynıydı ki her şeyimiz, adeta O'nun bedenine girmiş bir ruh gibiydi durumum. İdol falan da almış olamam; çünkü öyle pis bir yaş farkı ki aramızdaki; 'Abi' desen sırıtır, 'Arkadaş' desen kompleksli görünürsün (her ne kadar sayıyla 2 olsa da ergenlikte bu yaş farkı bazı parametrelerde devasa boyutlardadır, detaya girmeyeceğim), 'Dayıoğlu' diye hitap etsek etrafımızda bir tane kız kalmaz, yaydığımız buğday kokusu ile Anadolu toprakları bizi yeniden bağrına basardı. 'Kuzen' diye seslenmek hem en kolayı hem de en uygunuydu bu kaygan zeminde. Ben de öyle yaptım. Kuzen aşağı kuzen yukarı derken ergenliğimizi böylece uzun dönem yaptık.
Furkan matematik öğretmenine atar yaptığı zaman olayı bana anlatmış, ben de kendi okulumda aynı derste aynı konu işlenirken durduk yere hocaya aynı atarı yapmıştım (Tabi hocam “Oğlum saçma sapan konuşma, ne alakası var şimdi?!“ deyip beni müdüre yollamıştı). Furkan yengeme "Başlarım şimdi sana da senin gibi anneye de!" çıkışını bana anlatınca ben de evde anneme çıkışmış, babamdan okkalı bir tokat yemiştim. Birlikte gittiğimiz halı saha maçında Furkan'la aynı hava topuna çıkmış, kafa kafaya çarpışınca Osmancık pirinci gibi dağılmıştım. Bayramda Furkan'ın öptüğü elleri sırayı bozmadan, aynı dudak şiddeti ve aynı sululuk derecesi ile öpmüştüm. Kıyafetlerimiz de aynı olmaya başlamış; bizi birlikte görenler ikiz, ayrı ayrı görenler öküz olduğumuzu düşünmüşlerdi. Bu durum ilginçtir ki ne beni ne de ezeli ve ebedi kuzenim Furkan'ı rahatsız etmiyordu. Ben biraz daha hassastım bu amansız tıpkıçekime karşı çevremizin tepkilerine; Furkan ise ipi ile kuşağı arası horizontal bir seyir sergiliyordu. Benim O'nun çevresine karşı çıkışlarım, hatta yakın dostlarına O'nun ağzıyla verdiğim ayarlardan bile rahatsız olmuyor; bilakis kendinden emin sırıtışlarla adeta "Dublörüm halleder, elimi kirlettiğime değmez" özgüveni ile ortalıkta dolaşıyordu. Evet, adamı resmen ben canlandırıyordum ve yaşça küçük ben olduğum için O'nun bana çekmiş olma olasılığı sıfıra yakındı. Ben O'na çekmiştim ve günden güne bu ruh-beden birlikteliği egomu daha da okşuyordu…
Ta ki Furkan'ın yürüdüğü kıza alışkanlık gereği ben de yürüyene kadar…
"Senin zilliyetini s.kerim şerefsiz!" diye bir SMS gelmişti telefonuma. Gönderen kısmında kuzenimin ismini görünce başımdan aşağı kaynama noktasına yakın bir sıvı inmiş gibiydi. Abondane olmuş zihnim, örselenmiş ruhum, Brütüs tarafından suikaste uğrayan Sezar'ın gözlerindeki şaşkınlık, sokak röportajındaki dünyadan haberi olmayan dayının özgüveni ile harmanlanarak "Ne diyon kuzen, noldu?" sorusunu karşı mesaj olarak attım. Elbette bir şey olmuştu, adamın açıldığı kıza sırf O'na benziyor diye, usulca sokulup 'Merhaba' demiş ve bununla yetinmeyip ben de açılmıştım. Ancak dedim ya; Furkan yaptı diye yapmıştım bunu da. Amacım başka bir şey değildi. Kızla çıkmak, Furkan'la çıktığım yoldaşlıktan daha keyifli olmayacaktı benim için. Her yaptığıma onay veren, benimle can ciğer kuzu sarması olan kuzenim neden bu sefer Seferoğulları'ndan Suphi gibi benim karşıma dikilmişti? Bu da sıradan bir şey değil miydi bizim ruh-beden bütünlüğümüzde?
Bunları düşünürken Furkan'ın attığı mesajdan hemen önce gelen ve okumayı unuttuğum SMS'e takıldı gözüm. Turnusol kağıdı kılıklı kız yazmıştı mesajı:
"Cnm, tklifini dşndüm. Tmm, kabul edyrm. Ama bi şartla, şu salak kuzenn Frkn bndn uzak drsun. Malın önde gideni çnkü. Snnle çktğmızı söyledm onada."
Fazla kontör gitmesin diye çoğu ünlü harfin bilerek düşürüldüğü bu mesajı okuyunca içim bir hoş olmuş, kulak memesi kıvamına gelmiştim. Hayatın gerçeklerini düşünmeye başladım. Sonuçta kuzensiz hayat olur ama kızsız hayat olmazdı. Başka kuzenlerim de vardı sonuçta. Bu kız önemliydi. Bu kız lazımdı sanki. Evet evet, tamamdı bu iş. Bir anda 180 derece dönmenin dayanılmaz elastikiyetini yaşıyordum telefonu alıp Furkan’a veda mesajımı yazdım:
"Şerefsiz sensin, ben o kızla ciddiyim. Dayıma söyle, düğünümüze çeyrek altın ayırsın"
“Allah açlıkla sınamasın, verdiğine şükür” dediğinde mide fesadı geçirmek üzereydi. İstemsizce “Böearg” diye ses çıkardı. Dedemin bu tarz rutin davranışlarına ev ahalisi olarak alışıktık. Önceleri yaşlıların böyle ilginç sesler çıkarması bana komik gelse de sonradan beni rahatsız etmeye başlaması, dedeme dikkat kesildiğimde babamdan bana gelen tehdit dolu bakışlar ve yaşımın da kemale eriyor olması artık zihnimde kaygı filizlerinin yeşermesine sebep olmuştu:
Yaşlanınca ben de mi böyle olacaktım?
Sevgilim Sude ile 2 senelik zorlu bir flört etabı tamamlamış, evlilik öncesi son raund olan ‘Aile ile tanıştırma’ bölümüne gelmiştik. Sude bana göre oldukça anaç bir kadındı. Ben zaten anne olamazdım; ama O olabilirdi. Ailemin de beklentisi bu yöndeydi; ilişkimize onay vermişler, müstakbel gelinlerini bağırlarına basmak için beklemeye koyulmuşlardı. Dışarıdan bakıldığında Yeşilçam’daki “Gülen Gözler” filmi gibi sıcacık bir atmosfer vardı geniş aileli baba ocağımda. Parasız, sefil durumda bile kalsak Sude ile sığınacağımız bir baba evim vardı; en fazla sofraya bir tabak fazla konulurdu ve bunu bilmek de beni ayrıca rahatlatıyordu.
Peki her şey bu kadar yerli yerindeyken beni içten içe endişelendiren şey neydi?
Saplantılı bir gençlik dönemi geçirdiğimi hatırladım ve bu dönem hayatımın bundan sonraki tüm aşamalarına da sirayet edecek gibiydi. Saplantımın odak noktası ise yemek masasında insanların çıkardığı geğirme, ağız şapırdatma, çatal kaşık çınlaması vb seslerdi. Bir ara bu huyumun psikoloji camiasında “Misofoni” olarak adlandırıldığı ve tedavi olmak istersem uygun bir ücret karşılığında bana yardımcı olunabileceği bilgisini almıştım. Zamanında önemsemediğim bu durum, masaya her oturuşumda kendini daha da büyük gösteriyordu. Kulak tıkacı kullanmak ya da kulaklıkla müzik dinlemek bir yere kadar etkili olmuştu; ancak bu sefer soframıza evleneceğim kız da oturacak, çıplak kulağımla elimden gelen her türlü mücadeleyi vermek zorunda kalacaktım.
Dedem ve anneannemle birlikte ses konusunda aile kadrom şampiyonlar ligini aratmıyordu. Sude ile birlikte ölüm grubuna düştüğümüzü düşünüyordum; zira soframızda beni rahatsız eden her türlü sesi duymak mümkündü. Klasik tanışma ve hoş geldin faslını geçtikten sonra sofraya oturduk. Gergindim. Sude’nin de benimle benzer hassasiyete sahip olduğunu düşünüyordum. Çorba servisi başladı. Bir elim kaşıkta, diğeri cebime koyduğum kulak tıkacındaydı. Sude’nin elini tutacak boşta elim kalmamıştı. Sevgilim gülümsüyor ve mimikleriyle beni sakinleştirmeye çalışıyordu. Ama bu misofonik halimden O’na bahsetmemiştim. İlk yudumu alınca “Allah, çok şükür yarabbi” diye anons yapan dedem başlangıç atışını yapmıştı. Biliyordum ki bundan sonrası çok daha gürültülü geçecekti. Babam ise önündeki çorbayı içmek yerine kase üzerinde dış mantolama yapıyor gibiydi. Kaşık sesi zihnimde kilise çanı etkisi yaratıyordu. Dişlerimi sıkarak “Baba yavaş” dedim. “Oğlum hızlı yiyen sensin, ne diyorsun?” dedi. Tabağıma baktım. Hakikaten de çorbanın dibine inmiştim ve gerginlikten hiçbir şey hatırlamıyordum. Sude sessizce “Canım niye heyecanlandın? Alt tarafı size gelin olacağım” dedi. Bana moral mi verdi, anlamamıştım. Anneannem ilk geğirmeyi gerçekleştirdi: “Böergh, estağfur..” dedi ve bu sesle birlikte dizimi masanın altına vurdum.Sude güler yüzle “Afiyet olsun efendim” dedi. Anladım ki O benim gibi değildi; “S.çtık” dedim (Hassasiyeti aynı olmayan çiftlerin evlilikleri hassas olur). Babam ana yemeğe geçmeden önce çorba kasesinin dibini 4 parmağı ile tuttuğu ekmekle sıyırırken orgazm olur gibi sesler çıkardı. Kendimden geçmek üzereydim. Sude babama, “Ay, amcacığım ben de çok severim çorba sıyırmayı” deyince direk Sude’ye baktım. “Ne oldu canım, yanlış bir şey mi dedim?” diye sordu. Bakışlarımla “Senin hayatını s.kerim Sude!” diyordum; ancak dışımdan “Bir şey yok canım” deyip yemeğe devam ettim. Babam da yanına kendi gibi birini bulmuş olmanın sevinciyle “Yahu, karışma gelinime… Hatta Hanım, sen kızıma pide ilave et!” diye sağa sola talimat yağdırdı. O gerginlikle ana yemekten de bir şey anlamadım. Dedem ve anneannem yılların birlikteliğinin sonucu olarak senkronize biçimde ağızlarını şapırdattılar. Biri bitirince diğeri başladı. Boğulmak üzereydim. Arada gözüm Sude’ye takılıyordu. Evleneceğim kadın önündeki yemeği sanırım çatal kullanmadan bitirmişti. Masanın bir ucundan diğer ucuna sürekli pide transferi oluyordu. Sude bu önemli akşam yemeğinde aileme uygun bir gelin imajını noktası ve virgülüne kadar çizmişti.
Annem “Herkes tatlı yer değil mi?” diye sordu. Dedem “Yok kızım, bende şeker var” deyince şekeri olan birinin neden bir buçuk tabak yemek yediğini sorguladım. Annem sofraya tatlı olarak tel kadayıf koyunca “Ben balkona çıkıyorum” diye ortamı terk ettim (Özellikle anneannem ve babam kadayıf yerken tellerini etrafa püskürtürlerdi). Sude de hemen arkamdan balkona geldi. Ellerim titriyordu, sigara yaktım. Sude “Hayatım, neyin var? İstemeden bir yanlışım mı oldu?” diye sordu. “Bir şey yok, boş ver, biraz tansiyonum düştü sanırım” dedim. Koluma girdi. Beni teselli etme konusunda iyiydi. “Canım benim, ailenin yanında hassas davranmaya çalıştım, normalde bu kadar kibar yemem.” dedi.
Bunu duymamla birlikte tansiyonum gerçekten düştü. Yere kapaklandım…
Çocukken ailemin komşulara hava atmak için söylediği "Biz çocuğumuzla arkadaş gibiyiz" cümlesinin gerçekliğine kendimi ilk kez bu kadar yakın hissetmiştim; önce annem, ardından babam sosyal medya hesabımı takip etmeye başlamıştı…
Anne, baba ve çocuklardan oluşan toplumun en küçük birimine çekirdek aile dense de aynı ekip üyeleri, sosyal medyada en fazla 'arkadaş' olabilirler. Aralarındaki hiyerarşik ilişki ortadan kalkar, şartlar eşitlenir. Bu ilişki türü, internet dünyası için olması gerekendir. Evde ise farklı bir dünya dönmektedir. Beklenti ve çatışmalar bu ikilem üzerine inşa olur.
Sosyal medyada anne, baba, amca ve dayı ile kurulan istemsiz arkadaşlıklar teknolojik açıdan karşılıklı ve basit bir buton tıklama olayı gibi görünse de, özünde fazlasıyla tek taraflı ve ebeveynin baskısını kasıktan dize kadar hissettiğiniz ilişki şekilleridir. Bir ailede sosyal medya kullanan ebeveyn varsa, onunla Facebook'ta arkadaş olmak ve onu İnstagram'da takip etmek sizin için artık kaçınılmazdır. Aksi takdirde aba altından size gösterilecek sopa çeşitleri içinde kararsızlık yaşamanız muhtemeldir. Bu baskıyla mücadele etmek size sadece süre kazandırır; ancak mutlak sonu değiştirmez.
Benimkini de değiştirmedi…
Elimi ne zaman Facebook'a ya da İnstagram'a atsam beni birkaç dakika içinde buna pişman eden bir aile büyüğüm peyda olmaya başlamıştı. Batan güneşe doğru yürürken çektiğim fotoğrafın altına, "Gelirken ekmek al" yazan annem ve kendi gitar solomu paylaştığım videonun altına, "Amcanın sende emeği çok, ara bi onu" yazan babamla birlikte gerginliğim ilk temellerini atmış, Avrupa seyahatimde paylaştığım fotoğraflar ise benim için tam bir kabusa dönüşmüştü. Mostar Köprüsü'ndeki geleneksel yüzücüleri paylaşınca ilk yorum dayımdan geliyordu: "Köprüden geçti mi gelin yeğenim?"… Ciddi ciddi bu soruya vereceğim cevabı tasarlarken tansiyonum düşmüştü. Pizza Kulesi önünde çekildiğim fotoğrafı amcam, "O arkandaki Totti mi?" esprisiyle yorumlamış, Floransa'da yediğim spagettiye annem, "Evde ağzına sürmezsin!" diye veryansın etmişti. Kuzenlerim benimle yaşıt oldukları için paylaşımlarımı beğenip geçiyor, aile büyüklerim ise yazdıkları yorumlarla adeta içimden geçiyorlardı. Fotoğraf paylaşırken elim titriyor, "Allah'ım ne olur bizimkiler bir şey yazmasın" diye dua ediyordum (Bir de karşı cinsle ilgili bir paylaşım yapsaydım beni hemen oracıkta hadım ederlerdi). Bu diyalektik ilişkimiz uzun zaman boyunca şiddetini artırarak sürdü. Dayanamadığım bir an tek tek hepsini aradım ve 'Sosyal medya nasıl kullanılır?' başlığı altında, alayına öğretici ve sitemkar dersler verdim. Tamamından "Sen giderken biz geliyorduk" anlamında cevaplar gelince ise olanlar oldu…
Önce babam İnstagram'da beni takipten çıkardı. İlginç bir duygu karmaşası yaşadım. Evlatlıktan reddedilmiş gibi hissettim. Panikledim; refleks olarak içimde babamın elini öpme güdüsü uyandı. "Başına bir şey mi geldi acaba?" diye düşündüm. Ancak takipten çıkmanın bilinçli bir eylem olduğu aklıma geldi. Sağlığı yerinde olmalıydı. Öyle olunca “kalan sağlar bizimdir” mantığıyla gözüm hemen annemi aradı. Takipçi listeme yeniden baktım. Annem de beni takipten çıkarmıştı! Resmen bir bir eksiliyordum (Anne veya babanın takipten çıkması 1'den büyük bir kayıptır). Bu yaprak dökümü nedendi ve nereye kadar sürecekti? Ayağa kalktım. Duygusal bir türbülans yaşıyordum. Tekrar yerime oturup dayım ve amcama baktım; takipçi listemde yerli yerinde duruyorlardı (2'nci derece yakınlarda ani iniş çıkışlar gözlenmez). Bu beni bir nebze rahatlatmış olsa da biyolojik atalarımı küstürmüştüm ve içimde tarifi mümkün olmayan bir kaygı belirdi. Bir şeyler yapıp gönüllerini tek celsede almalıydım…
Annem inatçı bir kadındı; onunla başlamak fazla enerji harcatacağı için babama yöneldim. Baba yüreğinin yufka kıvamında olması ümidiyle İnstagram'dan kendisine DM attım. "Kusura bakma baba, lafım geri, ekle beni hadi" yazdım. Okudu; ama yanıt vermedi. Şansımı bir daha denedim; "Ver elini öpeyim" diye gülme emojili bir mesaj yazarak ortamı yeterince nemlendirmiş oldum. Birkaç dakika sonra o koca çınar (babam), tüm olgunluğu ile bana “öpülecek el” emojisi yolladı (Bunu nereden edindi hala bilmiyorum). Yeniden birbirimizi ekledik. Hemen ardından babamı referans göstererek yuvamızın dişi kuşu olan anneme de istek yolladım, o da kabul etti (Bir ailede iki küslük olmaz; biri barışınca diğeri de ılır). Konu kapanmıştı artık. Eski şaşaalı günlerimize böylece geri dönmüş olduk…
Artık ilk yorumları hep ben yazıyor, yaptıkları paylaşımlarda onlara nefes alma fırsatı vermiyorum.
Kafam rahat…
Thomas Edison, algısının yavaş olması nedeniyle okuyamayacağına karar verilerek okul yönetimi tarafından okuldan uzaklaştırılmıştı.
Michael Jordan, lisedeyken okul takımının basketbol seçmelerine katılmış; fakat kısa boylu ve çelimsiz olduğu için takıma alınmamıştı.
Albert Einstein, öğretmenleri tarafından “yetersiz” damgası yiyerek okuldan atılmıştı.
İsaac Newton'un anneannesi O'nun zekasından şüphe duyuyordu. Bunun yanı sıra, okuldaki ikinci yılında burs almak için girdiği geometri sınavında da başarısız olmuştu.
Shakira, sesi güzel bulunmadığı için lisede müzik korosundan çıkarılmıştı.
Kazım, sınıf düzenini bozduğu ve ön sıradaki kız öğrencileri taciz ettiği için öğretmen tarafından dersten kovulmuştu.
İyi de olmuştu; tam bir mal değneğiydi Kazım…
Seneler henüz ortaokul 1'i, aylar Mayıs'ı, saatler Türkiye saatiyle beden eğitimi dersini gösteriyordu. Bir önceki dersten kovulan Kazım, koridorda beklemesi gerekirken okulun arka bahçesinde sigara içmiş, teneffüs zili çalınca da sevinçle yeniden yanımıza gelmişti. Aldığı ceza, yüzünde anlamsız bir sevinç bırakmış gibiydi. "Ne olacak la, bişey olmaz" diyerek bize 'Yıkılmadım, ayaktayım' pozu kesti. Normalde de pis pis sırıtan, spontan duygusal çıkışlar yapan, okul idaresinin temsil ettiği otoriteyi her yerinden delen amaçsız bir karakterdi Kazım…
10 dakikalık teneffüsümüzde erkekler olarak sınıfta giyinecek, sonra sürü halinde okul bahçesine koşacaktık. Birbirinden renkli ve çakma markalı eşofmanlarımızla bayram namazından çıkmış çocuklar gibiydik. Hoşlandığımız kız öğrencilere kendimizi gösterecek, en iddialı jimnastik hareketlerimiz ve isabetli basket atışlarımızla resmen erkeklik panayırı düzenleyecektik.
Kızların soyunma odası ve içinde yaşananlar ise ortaokul hayatımızın en gizemli mevzusuydu; bunu şimdilik geçelim…
Beden eğitimi hocasından gelen düdük sesiyle, İsrafil Sur'a üflemiş gibi heyecanlanıp hemen tek sıraya geçtik. Kendisi henüz görünmüyordu, sadece düdüğü duyduk (Bedencinin önce düdüğü duyulur). Sıramız fazlasıyla nizamiydi. Dersin heyecanından dolayı Kazım bile bu ip düzenini bozmadı. Hatta karnı dışarıda görünen bir arkadaşımızı "Şşt, lan İbo, düz dur, s.ktrme belanı!" şeklinde ikaz etti. Beden eğitimi hocamız sonunda geldi. Onun eşofmanı orijinaldi. Sert bakışları, dik duruşu ve güneş gözlükleri ile tabur komutanı gibi karşımızda duruyordu. Birkaç saniye boyunca hiç konuşmadan üzerimizde göz gezdirdi. Hemen arkasında da içinde bir sürü top olan fileyi taşıyan arkadaşımız vardı. Hoca, fileci kardeşimize el işareti ile "Fileyi aç" talimatı verdi. Bize de diğer eliyle "Serbest etkinlik, istediğinizi oynayın" talimatı verdi. Hepimiz coşkuyla bağırdık, Kazım da iki koluyla "Aha, böyle geçirirler" hareketi yaptı (Kime ne mesaj vermek istediğini anlamadık). Herkes tuttuğu topla birlikte koşarak sahaya yayıldı…
Okul bahçesine tam bir kaos hakim oldu. 5'erlikten ölümüne çift kale maç yapanlar, voleybol topunu ayağında sektirip kızlardan tepki alanlar, basketbol oynarken kafa topuna çıkanlar, ısınma hareketi yapan profesyoneller, karnı ağrıdığı için köşede oturan kızlar ve bu panayırdan uzak kalıp sınıfta bekleyen talihsiz nöbetçi öğrenci… Bir ortaokul ambiyansından beklediğimiz her detay, Milli Eğitim tarafından ince ince işlenmiş gibiydi. Ben de o sırada 1.60'lık boyumla potaya smaç basmaya çalışıyordum (Zeka ve hayal açısından sınıfın çan eğrisini bozmamıştım). Arada bir de kim ne yapıyor diye etrafa bakıyordum. Şort giyen bir kız arkadaşımızın olmaması hevesimi kursağımda bıraksa da bahçenin hiçbir yerinde Kazım'ın olmaması aklımda büyük bir soru işareti bırakmıştı.
Turnikeye kalkan rakibime blok yapma niyetiyle havalandığımda Kazım'ı gördüm. Elinde kola kutusuyla kantinden çıkmış, pis pis sırıtarak bize doğru geliyordu. Bir yandan kolayı fondip yapmaya çalışıyor diğer yandan da voleybol grubundan Merve'yi dikizliyordu. İçtikçe kafayı bulup kızlara laf atan adamlar gibi görünüyordu (Tabi bu kadar detaya odaklanınca elin oğlu o turnikeyi sayıya çevirdi, küfür yedim). Kazım son yudumu da kafaya diktikten sonra eliyle kendini işaret etti. Bize bir şeyler anlatmaya çalışıyor gibiydi. Yanımdakilere "Durun abi, bir şey oluyor çocuğa" diye uyarıda bulundum. Kazım'a döndük. Kola boğazına durdu zannettik, öylece kalakaldık. Kazım bizi yine şaşırttı ve kafasını semaya doğru kaldırarak insanlık tarihinin belki de en yüksek desibelli geğirişine imza attı. O sesle birlikte birkaç kuşun panikle havalandığını gördüm. Sesi duyan herkes bir an elindeki topu bıraktı. Hepimiz Kazım'a bakıyorduk. Durumun şokundan çıkanlar hemen gülme krizine girdi. Kızlar oy birliği ile "Öff, salak ya, bu ne!" şeklinde tepki verdiler. Oyunumuza devam etmek istedik; ancak Kazım aurası ile bizleri rehin almıştı. "Dur bak, daha bitmedi, iyi bakın" dedi. Hala sırıtıyordu. Merakla ne yapacağını bekledik. Resmen AVM’de illüzyonist izler gibiydik. Kazım elindeki boş kola kutusunu yere koydu. Penaltı atan futbolcu gibi gerildi ve var gücüyle kutuya abandı. Tüm erkekler kutunun havada uçuşunu ve uçarken de içinde kalan son damlaları fıskiye gibi sağa sola saçışını izledik. İzlemez olaydık…
O birkaç salise boyunca yer çekiminin hiç var olmamasını ne kadar arzu etmiştim anlatamam! Usta nişancı Kazım, biraz önce işaret ettiği ve kendi halinde voleybol oynayan Merve'yi kola kutusu ile alnından vurmuştu. Merve acı içinde yerde kıvranırken takım arkadaşları koşarak Kazım'ı beden hocasına şikayet ettiler. Kazım ise o an hala, "Tam isabet!" anlamına gelen el kol hareketleri tasarlıyordu. İçerlendik ve arkadaşımıza üzüldük. Birkaç gülen oldu, onları da susturduk. Kazım ilk celsede uzaklaştırma cezası aldı. Merve de hastaneye götürüldü. Merve’nin kafasına atılan dikişi, tüm insanlığa atılmış gibi değerlendirdik. Toplumsal duyarlılığımız bizi buna mecbur kılmıştı.
Geçen gün İnstagram hesabımda gezinirken “Tanıyor olabileceğiniz kişiler” panelinde evli bir çift fotoğrafı gördüm. Takip butonuna tıklamamdan birkaç dakika sonra kabul edildim. Gördüğüm fotoğrafları dikkatlice analiz ettiğimde ortaya resmen bir National Geographic belgeseli çıktı: Kazım ve Merve evlenmişlerdi!
Flashback'i istemsizce hızlı yapınca içim kalktı…
Kazım yine aynı sırıtışla Merve'nin ayağına basıyordu…
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.