39,7902$% -0.14
47,1198€% 0.03
54,4582£% -0.64
4.282,22%0,16
3.349,51%0,35
10.189,02%1,08
26 Ekim 2025 Pazar
Kar, kış, kıyamet: Abdülkadir Tamer'den bir öykü
Kaleminin gücüyle ayakta kalan babam: Burhan Arpad
... Ve Zonguldak
Yer altında Romanlar ve Gebenler
"Göğü kucaklayıp getirdim sana, kokla açılırsın"
İçimdeki cinayet (Altıncı Bölüm-FİNAL)
Her şeyin çizerek, bozarak, silerek, kazıyarak, kağıtla kalemle “döğüşe çekişe” elle yapıldığı dönemlerdi. Çoğumuzun bir şekilde yolunun kesiştiği Gırgır dergisi, bu şekilde yetiştirdiği genç yetenekler arasından çok farklı özelliklere sahip çizerlerin çıkmasına da vesile olmuştu. Bu çizerlerden bazıları, şaşırtıcı bir şekilde herkesin çizgisini bire bir taklit edebilen olağanüstü bir yeteneğe sahiptiler. Öyle ki Oğuz Abi bu çizerlere iş verirken, eskizin üzerine “Şu çizerin çizgisiyle çiz, bu çizer gibi çinile” diye notlar yazardı.
Az sayıda insana nasip olan Tanrı vergisi bu yetenek, o zamanlar çok değerliydi doğal olarak. Son günlerde önümüze saçılan, televizyonlardan sosyal medyaya, hemen her ortamda karşımıza çıkan haberlere bakılırsa yetenek isteyen bu özellik, yepyeni bir teknolojik buluşla oldukça sıradanlaşmış gibi görünüyor.
Yapay Zeka (YZ ) veya Artifical Intelligence (AI) denilen bu buluş artık reklamlarda bile “Yapay zeka teknolojisiyle..” şeklindeki ifadelerle karşımıza çıkmaya başladı. Her geçen gün farklı bir alanda farklı bir yönüyle karşılaştığımız bu buluş hakkında şimdilik, ancak kısıtlı bilgi ve gözlemlerimize dayanarak bir şeyler söylemeye cüret edebiliyoruz. Kuşkusuz, geleceği şekillendirecek, gündelik işleri verimli ve güvenli bir şekilde kolaylaştıracak önemli bir teknolojik buluş ile karşı karşıyayız.
İlk başlarda, sanat, özellikle de görsel sanatlar alanında ortaya koyduğu ‘’görkemli eserler”le dikkatimizi çekerek paldır küldür hayatımıza giren bu buluşu oldukça eğlenceli bulmuştuk aslında. Görkemliydi çünkü insanlığın ortak kültürel bilincinde yer etmiş ne kadar sanatçı ve sanat eseri varsa bire bir aynı teknikleri kullanarak taklit edebiliyor, aynılarını veya aynı üslupta benzerlerini kolayca üretebiliyordu. Göz göze geldiğimiz ilk andan itibaren gözlerimizi alamadığımız bu “eser”lere ilk anda gözlerimiz kamaşsa da bakmayı sürdürmemiz halinde, her bir ayrıntısının aslında bize ne kadar aşina ve sıradan olduğunu farketmeye başladık zamanla. En azından artık izleyenleri şaşırtmıyor ve heyecanlandırmıyor.
Ünlü ressamları taklit ediyor, “Şunun gibi yaz” denilerek adı verilen herhangi bir yazarın üslubuyla öyküler yazıyor, istenilen bir şair gibi şiirler döktürüyor. Orhan Veli gibi şiir yaz dendiğinde mesela,”Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu” mısrasını evirip çevirip “Kelimelerimse gölgede kalmış” diye yazıveriyor ve böylece taklitçiliği ve kopyacılığı gözler önüne serilirken, henüz kendi özgün tarzını yaratmaktan ne kadar uzak olduğu da açığa çıkıyor.
Karşımıza çıkan örneklerin çoğalması, bu buluş üzerinde düşünmeyi de beraberinde getirdi doğal olarak. Telefonda konuştuğun kişinin bant kaydı olduğunu anladığın anda hissettiğin yalnızlık gibiydi YZ’nin ‘eseriyle’ muhatap olmak. Bu eserler çoğu kez bir aldatılmışlık, bir burukluk hissi içerisinde, adeta aroma ve yapay tatlandırıcı katılmış meyva suları gibi yavandı. Tolstoy’un bir romanını okurken onu mum ışığında ve divit kalemle yazdığını düşünmek eseri daha anlamlı ve daha derinlikli kılmıyor muydu?! Neden ünlü bir çizerin sergisine gittiğimizde orjinalinin kanarlarında yaptığı karalamalara, kurşun kalem izlerine, lekelere, minik çizimlere ve küçük notlara merakla ve değer vererek bakıyoruz?! Yaşanmışlığını ve özgünlüğünü hissedip eserle bütünleşip özdeşleşmek için değil mi.
Üzerinde düşünmeye devam ettikçe ilk yapılan, tek ve biricik olan ‘orjinal’in ne kadar önemli ve değerli olduğunun farkına varıyoruz. Teklik ve orjinallik, özgün olma vasfını daha da belirgin hale getiriyor. Tolstoy yazdığı romanı tek tek el ile yazarak çoğaltmış olsaydı eğer, yazılan her bir nüsha, orjinal tek bir nüsha kadar değerli olmazdı. Diğerleri de Tolstoy’un elinden çıktığı için bugün tabii ki değerli ve anlamlı olurdu ama yine de orjinal ilk nüshanın yerini tutmaz ve onun kadar heyecanlandırmazdı.
Eskiden kitapseverler, kütüphanelerindeki kitaplarını, kendilerine ait oldukları anlaşılsın diye, üzerine sahipliklerini ifade eden özel işaretlerini kazıttıkları bir mühür ile mühürlerlerdi. Exlibris denen bu özel mühürler, zamanla birer sanat eseri halini almıştı. Bu yöntem, ucuz bir kağıda, baskı yoluyla basılıp çoğaltılarak nesne olarak değersizleştirilmiş bir kitabın kendisini, yeniden orjinal, özel ve özgün kılma çabasından başka bir şey değildi.
Başlangıçta el çizmeyi beceremiyor, parmak çizerken çuvallıyor diye çok eğleniyorduk ama o kadar hızlı öğreniyor ve kendisine tanıtılıp tanımlanan verileri bünyesine katarak o kadar hızlı gelişiyor ki artık sadece endişeli gözlerle izlemekle yetiniyoruz. Geçen sene Tüyap’ta takip ettiğim, Türkiye Yayıncılar Birliği’nin düzenlediği bir panele katılan Uluslararası Yayıncılar Birliği’nden konuşmacılar, sürekli, YZ’nin hayatımıza getirdikleri ve oluşturacağı olası sorunlar üzerine kafa yorduklarını söylediler. Hatta YZ’nin başkalarının eserleriyle eğitildiğini ama bu süreçte kullanılan metinler ve sanatçıların eserleri için telif ödenmediğini ve ödenmek de istenmediğini, bunun için mücadele edilmesi gerektiğini anlattılar uzun uzun. Anlaşılan bir süre sonra YZ ile üretilen ürünlerin telif ve mülkiyet hakları konusu da tartışmalı hale gelecek.
Yapay Zeka, bugünlerde, el attığı ve denendiği her alanda şaşırtıcı başarılara ulaştığı halde yalnızca sanat alanında duvara toslamış gibi görünüyor. Sadece öğrendiklerini ve kopyaladıklarını taklit ederek ortaya koydukları, orjinalinin ‘sahtesi’ olmaktan öteye gidemiyor. Bu yazıyı yazarken merak edip “Artifical” sözcüğü başka ne anlamlara geliyor acaba diye sözlüğe baktığımda “sahte” anlamına da geldiğini görünce, hiç şaşırmadım doğrusu.
Geçtiğimiz 10 Kasım’da sosyal medyada gördüğümüz Atatürk portreleri, rahatsız edici bir biçimde yapay ve sahte kavramının hakkını tam olarak vermişti. Daha sonra, artık hayatta olmayan tarihi şahsiyetlerin günümüz şarkılarını söylemesi, ipin ucunun kaçmaya başladığını düşündürttü açıkçası. Daha bunun gibi bir sürü örnek YZ’nin sanat alanında yaya kaldığının ve kalacağının göstergesiydi.
Günümüzde bazıları Picasso’nun eserlerine bakıp “Bu basit şeyleri çizmekte ne var, istesem ben de aynısını çizerim” diye burun kıvırıyorlar. Halbuki önemli olan ilk çizen olmak. Yapay zeka’nın muhtemelen, tasarlayarak, ortada öyle bir örnek, anlayış ve yaklaşım yokken o eseri üretmek, yoktan var etmek gibi bir şansı hiç olmayacak. Farklı bir yaklaşım, özgün bir anlayış asla oluşturamayacak, asla yeni bir akım yaratamayacak ve yaptıkları hep yapılmışların kötü bir taklidi, benzeri ve kopyası olacak kalacak. YZ sürekli kendisine verilenlerle besleniyor, yenileniyor ve gelişiyor halbuki insan beyni ve yaratıcılığı öyle mi?!
Aslında, Yapay Zeka yani “Artifical Intelligence (AI)” yerine Taklit Zeka yani “Imitation Intelligence (II)” adının daha çok yakıştığı bu buluş, ne yöne doğru gelişim göstereceği ve neye dönüşeceği tam olarak kestirilememekle birlikte içinde bulunduğumuz yüzyıla damgasını vuracak gibi görünüyor. Biz ise, “züccaciye dükkanına giren bir fil” gibi hayatımıza giren bu buluş karşısında, bu fili farklı yerlerinden tutarak neye benzediğini tarif etmeye çalışan körler gibiyiz.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.