35,4870$% 0.02
36,6369€% 0.1
43,4053£% 0.16
3.064,47%0,37
2.686,48%0,38
9.696,59%-0,20
Şantiyede çalıştığım zamanlar doksanlı yılların sonlarına tekabül eder. İstanbul’da dayımın çalıştığı şantiyede işe başlamıştım, idari kadronun en altındaki basamakta. İşim gereği daha çok işçilerle muhatap oluyordum. Yemekhanede yemek kartlarını imzalıyor, öğünlük yemek miktarını sipariş ediyordum taşeron şirkete. Sahada çalışan işçilerin puantajları da bana emanetti. Yaklaşık sekiz yüz işçinin yatakhane dağılımı ve düzeni de benim sorumluluğumdaydı. Daha doğrusu şefim Mithat abinin sorumluluğundaydı bunların hepsi ama birebir uğraşan bendim genellikle. Mithat abi, cep telefonları ilk çıktığı günlerde hemen alıp, o zamanın ikinci operatörü olan Telsim’in müşteri hizmetlerini sürekli arayarak darlayan, burada çekmiyor, şurada çekmiyor, verici dikin, çanak çakın diyen müşkülpesent bir adamdı. Diğer iki şefle birlikte bir konteynırda kalıyorlardı. Ben, Hasan kalfa ve Bekir abi ile ayrı bir konteynırda kalıyordum. Hasan kalfa sessiz, sakin, kaşlarına kadar güneş sarısı, parlak, tülübaş ve kalın bir insandı. Soru soran olursa cevap verir, verdiği cevabı da kimse anlamazdı.
Gelelim Bekir abiye. Evli olduğu halde ve evi de İstanbul’da olmasına rağmen şantiyede yatıp kalkan Bekir, hafif tıknaz, yüzü yer yer alacalı, kamburu olmamasına rağmen kambur gibi görünen, kıvırcık ve kır saçlı, kafa dengi (uyanık olduğu zamanlarda) bir abiydi. Anlattığım kadarıyla zihninizde canlanan vahşi hayvanları bir kenara not alın lütfen. Benim beynimde canlanan, sinsiliği ve fırsatçılığı dışında hayat bulan hayvanı en son söyleyeceğim. İki odalı konteynırda Bekir’le aynı odada uyuyorduk. Daha doğrusu o uyuyordu. Sabaha kadar açık duran radyonun sesini bastıran horultuların içinde uyumam mümkün olamıyordu. Radyoda çalan şarkının ritmine göre artan veya azalan gürültülü gürlemelerinden fırsat bulup yavaş yavaş çökerdi göz kapaklarım. Bu sefer de rüyalarıma sirayet eden horlama sesleri, kabusa çevirirdi rüyalarımı. Bazen elektrikli testereyle kesilen ağaçların altında kalır bazen de eski bir otobüsün bagajında uzun yolculuklara çıkardım kabuslarımda. Bazı geceler Hasan kalfa diğer odadan uyanır gelir, sert hareketlerle bizim kapıyı açıp kapatırdı. Tüm hafta içini uykusuzluktan sersem sepelek geçirirdim. Hafta sonu evine giden tabiatın gürültülü çocuğu sırtlan Bekir’in ardından huzurlu, sakin ve dingin iki gün geçirirdik Hasan kalfayla. Adeta bir sessizlik şöleni havasında, birbirimizle hiç konuşmaz, radyo ve televizyonu asla açmazdık…
Şantiye yaşantısının sonrasında Eskişehir’e gelmiş ve nöbetli çalışılan bir yerde işe başlamıştım. Çok hareketli bir işim vardı ama bulduğum her fırsatta sandalye üstünde de olsa uyumaya çalışırdım. Nöbetli işte uyunur mu demeyin, imkan bulunursa her yerde uyunur. Bazı nöbetler gerçekten sakin geçer ve üç-dört kez bölünmesine rağmen sabaha kadar uyurduk. En azından ilk ay böyle geçmişti. Sonraki ayda nöbetlerimi Mustafa abiyle sabitlediklerinde aynı saltanatın devam edeceğini sanıyordum; ta ki ilk nöbete kadar. Ben yine sandalye üstünde tünerken, Mustafa reis, kıdeminin ve yaşının ona verdiği yetkiye dayanarak çekyata uzanmış tosur tosur uyuyordu. Sıçrayarak uyandım. Beni uyandıran gürültünün kaynağına sesleri takip ederek ulaştığımda ağzı açık, bıyığının kenarında sızmak için bekleyen salyayla kamyon gibi horluyordu Mustafa. Biraz daha yaklaşıp ağzına doğru eğildim. Güçlükle aldığı nefesleriyle küçük dilini gırtlağının tavanına yapıştırıp, hırıltılarla menteşeleri yağlanmamış eski bir kapı gibi gıcırtılı sesler çıkararak geri itiyordu soluğunu. Ağzından içeri arzın merkezine doğru yolculuk yapıyordum sanki. Aniden gözlerini açtı ve beni gördü. “Sapık mısın lan sen” deyip uykuya daldı yeniden. Korkuyla sandalyeme kaçıp oturdum. Tekrar dalmamın üzerinden fazla bir zaman geçmeden yeniden uyandım. Beni sabırsızlıkla bekleyen uyku dehlizlerine kavuşmak ve uykumu kaçırmamak için yerimden kalkmaya hiç niyetim yoktu. Tam o sırada yanımda duran sehpanın üzerindeki kesme şeker kutusu imdadıma yetişti o nöbette. Mustafa reis gıcırdayarak horladıkça kesme şeker atıyordum, hayvanat bahçesindeki maymunlara fıstık atar gibi. Attığım şekerler bazen iri gövdesine geliyor, bazen de yüzüne isabet ediyordu. Mustafa reis sadece yüzüne denk gelen şekerlere tepki veriyor, kısa süreli de olsa horultuya ara veriyor, gıcırtıdaki ısrarını ise sürdürüyordu.
İyi kötü sabahı ettiğimizde uyandı bu, kucağında ve orasında burasındaki yaklaşık yarım kilo şekerle. Boynundaki şeker küpünü ağzına atıp doğruldu. Üstünü başını silkeleyip “n’oldu ya bu şekerler nerden gelmiş” deyip gerinirken ağzındaki şekeri kütürdeterek kırmış, emiyordu. Sonra kıyafetlerini değiştirip hiçbir şey olmamış gibi, “reis bi dahaki nöbete görüşürüz” dedi bana ve uykuya doymuş gözleriyle evine gitti…
O yaşıma kadar bu güzellikte bir kızla çıkmamıştım hiç. Akında pırıl pırıl parlayan kömür gözlerini hiçbir işleme gerek olmadan kendiliğinden uzun ve dantel oyası gibi kıvrık kirpikleri süslerdi. İnce bedenini kaplayan ipeksi, kadife tenine dokunmaya kıyamazdım. Hele o elleri, bir şey anlatırken hareket değil dans ederdi adeta. Tüm bu fiziksel güzelliğini perçinleyen keskin ve pratik zekası da eklenince aşık Tuğçe’ye olmuştum, aşık! İlerleyen günlerde bebeklere olan düşkünlüğü ve sokak hayvanlarına elinden geldiğince her türlü yardımı yapması, pamuk kalbini keşfetmemi sağlamış ve evlilik planları yapmama yol açmıştı.
Hemen hemen her kadın gibi ilk buluşmada elini tutturmamış, ikinci buluşmada anca elini tutabilmiştim, üçüncüsünde yanağından öpebilmiş, beşincide anca ulaşabilmiştim dudaklarına. Biz erkeklerde asla olamayan (dur perçinleyeyim) ve hatta asla ve asla olmayan -basit görünmemek- düşüncesi kadın ırkının en güzel örneği olan Tuğçe’de de vardı ne yazık ki. Aradan geçen üç ayın sonunda bende kalması için razı edebilmiştim bebeğimi. Çeşitli oyunlarla, filmlerle ve muhabbetle geçen akşamın ardından yatağa girdiğimizde kalbim heyecandan kaburgamı çatlatırcasına atıyordu. Pembe ayıcıklı, beyaz pijamasını giyip kolumun altından göğsüme başını koydu. Düz ve kömür karası saçlarının muhteşem kokusu başımı döndürüyordu. Kafamda elli tane tilki dolanırken, Tuğçe kuş gibi küçük titremelerle uykuya dalmıştı bile. Belki uyanır umuduyla hafifçe kıpırdayıp gövdemi çekerek hareketlendiğimde başının, o güzel başının konumu değişmiş ve hırıltılı sesler çıkarmaya başlamıştı. Uyanmayacağın anlayınca hiç olmazsa rahat rahat uyusun diye kolumu da çektim usulca. Başı yastığa gömülen sevdiceğimin hırıltıları, kesileceği yerde daha da şımarıp horultuya doğru şahlanıyordu artık. Yastığı başının altından çektim, belki yastık sevmiyordur diye düşünerek. Allah’ım! Ben ne yaptım! Horultular katlanarak büyürken, ona eşlik eden “tiizır tiizır” sesleriyle burnu vokal yapıyordu. Bir an bu seslerin Tuğçe’den gelemeyeceğini düşünüp, pijamasındaki pembe ayıcıklara odaklandım. Kesin onlardan geliyordu bu gürültü. Kesin!
Gece yarısı şiş gözlerle internetten sipariş ettiğim ortopedik yastık iki gün sonra ulaştı elime. Hediye aldım, sürpriz yaptım ayağına verdiğim ortopedik yastık da derdime derman olmayınca suya düşen evlilik hayallerimden gemi yapıp el salladım arkalarından.
Ve fakat genellikle adamlarla -haklı olarak- özdeşleştirilen horlama, Tuğçe kadar güzel bir kadında vücut bulunca, vücut bulduğu yetmezmiş gibi günden güne şahlanınca gerçekten çekilmez bir hal alıyor şekerim.
Öyle bir geçer zaman ki dediğim aynıyla vaki!
Mehmet İlhan’dan iki çizgi öykü
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.