36,2388$% 0.35
38,0197€% 0.32
45,6053£% 0.35
3.360,93%-1,10
2.885,16%-1,46
9.877,59%-0,37
“Bizim düşündüğümüz gibi düşünmezsen modern görüşlü bir insan olamazsın”. Temel vegan söylemi. Peki haklı mı? Değil ama günümüzün trendinde çok bağırarak, parmak sallayarak ve suçlayarak insanları sindirmek çok moda. Veganlar da bu modayı en iyi uygulayanlardan.
Baştan belirteyim; Veganlığa karşı değilim, bilakis destekliyorum. Türk ve dünya yemekbilimine (gastronomisine) çok şey katabileceğine inanıyorum. Keşke veganlar “mış gibi” (ve lezzeti oldukça kötü) peynir, sucuk, hamburger vs yapmakla uğraşacaklarına kendi mutfaklarını, kendi lezzet havuzlarını yaratsalar da, bir lezzetperest olarak onların yarattığı haz odaklarına dalsam. Yani anlayacağınız “veganlık iyi ama çevresi kötü” yazısı bu.
Peki veganlık ve veganların bir kısmını böylesine holigan haline getiren ne? Anlatmaya vejetaryenlikle başlamalıyız çünkü veganlık, vejetaryenliğin evrim geçirmiş hali.
Vejetaryenlik Antik Yunan’a dayanan oldukça eski bir trend. Bizde Tanzimat’a kadar “ekonomik sebeplerden dolayı zorunluluktan yapılan vejetaryen yemekleri” dışında pek görülmüyor. Osmanlı-Türk mutfağı et/sebze oranı açısından oldukça dengeli bir mutfak. Vejeteryan diyebileceğimiz yemeklerin en sık görüldüğü yer ise perhizler, çünkü eti seven ve kolay ulaşabilenleri vali-vezir-padişah demeden deviren bir hastalık var etrafta; Nikris yani gut hastalığı.
Tanzimat’la birlikte Avrupalılaşmaya çalışan Osmanlı, bunu da bir trend olarak alıyor Avrupa’dan. 1909 yılında yayınlanan Mehâsin dergisinin 4. sayısında “Aile Tabibi” olarak yazan Rüsûhî Bey, laktovejeteryanlığı yani süt ve sebze ile beslenmeyi (tagaddi-i lebeni sebzi) öven bir yazıyı kaleme almış. Yazıda İsaac Newton’un “Tabiata Dönüş ya da sebze ile beslenme” kitabına da atıf yapılmış. Özet olarak diyor ki; “Etin zararlı olduğunu herkes kabul etmiştir. Süt, yumurta, peynir, tereyağı, bal ve sebze ile beslenenlerle etle beslenenler arasında devamlı kuvvet gerektiren hizmetlerin yapılması sırasında bile herhangi bir fark görülmemektedir. Bizde etli sebze yemekleriyle yetinmekle başlayıp, sonunda tamamen sebze içeren bir rejime geçersek, hayatımızı tamamen sağlıklı bir hale getirebiliriz.” Buraya kadar yazıyı hiç taviz vermeden sürdüren Rüsûhî bey, kendini garantiye almak için, yazının sonuna bir cümle ekliyor; “Ancak bu adetin birden terki herkese aynı surette tesir etmeyeceğinden zayıf ve nahif olanlar tabipleriyle meşveret etmeksizin (danışmadan) bir şey yapmasalar daha münasip olur.” Vejetaryen birine bunu söylemek istemezdim Rüsûhî Bey ama yaptığınıza “ne şiş yansın ne kebap” denir.
Veganlık ilk kez Donald Watson tarafından “hayvanlar alemine dair sömürü ve zulmün çeşitli biçimlerini dışlamanın ve yaşamı gözetmenin yolu” şeklinde tanımlandı. 1944 yılında yapılan tanımla, “et, balık, kümes hayvanı, yumurta, bal, hayvansal süt ve türevlerini dışlayıp, bitkiler aleminin ürünleriyle yaşamak ve tamamen ya da kısmen hayvanlardan üretilen tüm ticari malların alternatiflerini kullanmak” şeklinde pratiğe dökülüyor.
Denir ki, vejetaryenlik bir yeme, veganlık bir yaşam biçimidir. Ne yazık ki veganlık “yaşama”dan ziyade yaşatmaya çalışma ya da yaşamayı dayatma biçimine dönüştü.
“Seeeen hayvan cesedi yiyosuuuuun” Evet. Ben ceset yiyorum vegan arkadaşım da, sen canlı canlı yiyorsun. Zavallıcığın ciğerleri ve ses telleri olmadığı için bağıramıyor, sen de kolaylıkla vicdanını bastırıyorsun. Sonuçta can acısı kimyasal bir tepkime. Bu tepkimeler bitkilerin de vücudunda meydana geliyor. Bu durumda hemen savunmaya geçiliyor; “Onların sinir sistemi ilkel” Neye göre ilkel? Onların algı mekanizmasının nasıl çalıştığını hala net olarak bilmiyorsun ki. Sen lüzumu olmadığı halde kıç kıça bina yaparken onlar, tıkış pıkış diye tanımlayacağın ormanın içinde bile, taçları birbirine değmeyecek şekilde dallanmaya özen gösteriyor. Senin mutfağında limon olmasa “aman şimdi komşuyla yüz göz olmayalım” diye bakkala yollanırken onlar kökleriyle mineral değişimi yapıyorlar.
Vegan olduğunu iddia eden bir sürü kişinin sadece hayvanlar üzerinde denenen değil, hayvanlardan elde edilen makyaj ürünlerini de kullanmadıklarını görsem, samimiyetlerine inanacağım da, bunu bilmeyen ya da bilmemezliğe gelen, veganlığı sadece yemek rejimi ile sınırlayanlarla da tanıştım. Kırmızı renk içeren yiyecekleri yememeleri ya da kola içmemeleri gerektiğini bilenler de pek az. Eskiden renge adını veren “kırmız” böceğinden elde edilen kırmızı, şimdi ağırlıklı olarak Peru’da üretilen “karmin” (cochineal) böceğinden elde ediliyor. Meyveli yoğurttan meşrubata, kekten dondurmaya o göz alıcı kırmızı hep bu böcekten elde ediliyor. Göz alıcı derken, o muhteşem kırmızı rujları da es geçmemek lazım tabi.
Şimdi konuyu başka bir açıdan irdeleyelim. İnsanlar dine inanıyorsa da inanmıyorsa da inançsal açıdan veganlık diye bir şey yok. Dine inanıyorsanız insanın eşref-i mahlukat olduğunu ve dünya nimetlerinin insan için yaratıldığını bilmeniz lazım. Eğer öylesi insan için hayırlı olsa et, süt yumurta ve bal haram olurdu ki, ortada süt ile balın övüldüğü pek çok hadis ve konu üzerindeki en “can alıcı” nokta olan Kurban Bayramı var.
Dine inanmıyorsunuz; dümdüz ateistsiniz. Hiç “bir tanrı var ama ben kitaplara inanmıyorum” falan gibi kıvırmalar yapmadan söylüyorsunuz fikrinizi. Tamam! Köpek dişlerinize bakın. Onlar hala düşmedi, evrimleşmedi. Hala sivri ve göreve hazırlar. Yani hala ete ihtiyacınız var, hala hepçilsiniz.
Biter mi, bitmedi tabi ki. Daha bu cevval vegan saldırılarının ardında yatan noktaya ve medyanın neden veganları bu denli sevip bağrına bastığına gelmedik. İpucu mu? Tabi ki veririm. Olay tamamen duygusal!
(Devam edecek)
Hayallerim, Sergei ve ben
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.