34,2340$% -0.06
37,3110€% -0.24
44,7975£% 0.03
2.931,53%0,49
2.664,58%0,60
8.860,30%1,85
Tüm iyi niyetli çabalarına rağmen, bahçedeki horozumuz mahalleyi uyandırma görevini bir türlü yapamazdı. Çünkü mahallenin doğal bir çalar saati vardı: Gazete dağıtıcısı Mustafa.
Horoz daha ötmeye başlamadan Mustafa mahalleye gelir, “Yeni İstanbul, Son Posta, Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet“ diye avazı çıktığı kadar bağırır, koltuk altına sıkıştırdığı onca gazeteyi kapılara tek tek bırakırdı. Hoş, her eve hangi gazeteyi bırakacağını bildiği halde neden öyle bağırıyordu ki? Bizim horozla aralarında gizli bir rekabet mi vardı acaba diye düşünür dururdum.
Gazete dağıtıcısı deyip geçmeyin. O son günlerde sabahların en aranan figürü olmuştu. Bu saatlerde çizgili pijamalarıyla kahvaltı masasına oturuyor olmaları gereken sokağın erkekleri, giyinmiş kuşanmış şekilde Mustafa'yı kapılarda bekliyordu. Hatta Mustafa biraz geç kalsa, sokak ahalisi köstekli Nacar marka saatlerini yelek ceplerinden çıkartır, havada zincirleriyle sallamaya başlarlardı. İşe geç kalana bir tür hesap sorma şekliydi bu.
Aslında Mustafa o günlerde çok ta geç kalmıyordu. Mahalleli, olması gereken zamanından çok önce kapılara çıkıyor ve üçer beşerlik gruplar oluşturarak hararetli açık oturumlar yapıyordu. Onları bu kadar heyecanlandıran, erken saatlerde sokağa döken sebep, bir cinayet haberiydi: Salacak cinayeti…
1958 yılının sıcak bir Ağustos ayında, bir ortadan kaybolma hikayesi bütün ülkeyi ayağa kaldırmıştı. Otuz yaşlarında genç bir kadın, yanına on yaşındaki kızını, yedi yaşındaki oğlunu ve komşusunun küçük kızını da alarak öğle saatlerinde evden çıkar. Ancak çıkış o çıkış, kadın ve çocuklar, o akşam eve dönmezler.
Beyoğlu semtinde bir sinemada biletçilik yapan eşi, karısı ve çocukları eve dönmeyince bu kaybolma olayını polise bildirir ve haber bütün gazetelerde manşete taşınır. Yaz günlerinde, Kadıköy-Haydarpaşa, Eminönü-Karaköy ve Salacak-Sarayburnu arasında sandalla karşıdan karşıya yolcu taşımacılığı yapılıyordu. Görgü tanıklarının verdiği bilgilerden yola çıkan polis, genç kadının yanındaki çocuklarla birlikte Salacak’ta sandala bindiğini öğrendi. Ancak daha sonrası için hiçbir bilgi ve bulgu yoktur.
Tüm ülke, kadın ve çocuklara ne olduğunu merak ediyordu. Yer yarıldı da içine mi girmişlerdi? Türkiye ayağa kalkınca bizim sokak yan gelip yatacak değildi herhalde… Başta babam olmak üzere, kırtasiyeci Moiz, çatı oluk tamircisi Artin usta, bakkal Panayoti, manav Hasan, tuhafiyeci Hristo, şoför Orhan adeta birer polis hafiyesi kesilmişti.
Sabah erkenden kapıya dökülmelerinin nedeni, gece olay hakkında yaptıkları tahminleri komşularla paylaşmaktı. Ama amaç olayı ilk çözen olmaktı. Ne geçecekse ellerine… Bakkal Panayoti, kayıkçının uzun süredir abazan olmasının başına iş açtığını iddia ediyordu. Diğer erkekler ona hak verdiler. Abazanlığın kötü bir şey olduğu konusunda fikir birliğine vardılar ve ellerini açıp hallerine şükrettiler.
Ama bu işin peşini asla bırakmayacakları konusunda hemfikir oldular. Olay onları o kadar etkilemişti ki…
Ne olmuş, neden olmuş, nerede olmuş, nasıl olmuş, ne zaman olmuş ve kim yapmış sorularını mutlaka yanıtlayacaklardı. Lakin bir süre sonra diğer sorular hakkında düşünmeyi gereksiz buldular. Sadece 'kim yapmış' ve 'neden yapmış' sorusuna odaklandılar. Felsefi, mantıksal ve sosyolojik veriler ve kırtasiyeci Moiz'in ile bakkal Panayoti'nin engin görüşleri sonucunda şu yanıta imza attılar.
Kim yaptı? Kayıkçı.
Neden yaptı? Abazanlıktan.
Mustafa gazeteleri dağıtarak çabuk adımlarla nihayet yanımıza doğru geldi. Babam mavi renk başlıkla çıkan tek gazete olan Yeni İstanbul okurdu. Bakkal Panayoti efendi Milliyet, şoför Orhan Son Posta gazetelerini eline aldı. Hemen hepsi hiç konuşmadan ilk sayfaya göz atmaya başladılar. Elinde Cumhuriyet gazetesi ile Kaptan amca ise gazetesine göz atmak yerine hâlâ grubu süzüyordu.
Gazete almak gibi bir huyu olmayan Moiz efendi, kısa boylu olduğu için parmak uçlarında yükselerek, insanların burnunun dibine giriyor, gazetelerin röntgenini çekiyordu.
İlk konuşan da yine o oldu.
“Katil hâlâ bulunamamış be kuzum. Kayıkçı da hâlâ tutuklanmamış. Biz buradan bile katilin kayıkçı olduğunu tespit ettik, koca polis hâlâ ne bekliyor ki?”
Hemen herkes gazetelerden bir an başlarını kaldırıp, Moiz efendi ye hak verdiler. Bir kişi hariç… Kaptan amca.
Kaptan amca tam karşımızdaki evde oturuyordu. Eşini kaybedeli çok olmuştu. Tek başına yaşardı. Çok içki içtiği söylenirdi, lakin onu hiç sarhoş gören olmamıştı. Pazartesi ve cuma günleri dışında evden dışarıya çıkmazdı. Evde kaldığı sürece hep kitap okuduğu bilinir, bu nedenle sözü dinlenir, fikirlerine danışılırdı. Kaptan amca o sabah konuşulanlara kulak misafiri oldu.
“Bakıyorum da hepiniz hafiye kesilmişsiniz." dedi. "Lakin hiç polisiye kitabı okumadan, bilakis Şerlok Holmes kitaplarını yutmadan polis hafiyesi olunur mu? Cinayet hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadan fikir yürütüyorsunuz. Ama hepiniz yanılıyorsunuz.”
Herkes başını gazeteden kaldırıp Kaptan amcayı dinlemeye başladı.
“Biraz polisiye roman okusaydınız, katilin asla en çok tahmin ettiğiniz kişi olamayacağını da bilirdiniz. Bütün deliller sizi katil olarak Salacak-Sarayburnu seferini yapan kayıkçıya götürüyor ise bu, hedef şaptırmadır. Aldanmayın. Siz katili başka yerlerde aramalı, başka kişilerden kuşku duymalısınız.” dedi ve gruplara küçümseyici bir gülücük atarak evine girdi.
O akşam babam eve geldiğinde elinde bir kitap vardı. Siyah zemin üzerine sarı harflerle “Dünyanın En Meşhur Polis Hafiyesi” yazısı, kitabın en üstünde yer alıyordu. Hemen altında sarı zemin üzerine yeşil harflerle kocaman 'Şerlok Holmes' başlığı vardı. Sağ köşesine ise avcı şapkası giymiş, ağzında pipo ile yandan bakan bir adam resmi oturtulmuştur. Kitabın adı da “Kırmızı Saçlılar Cemiyeti ve Beş Portakal Çiçeği” idi.
Diğer komşular da çeşitli Şerlok Holmes kitapları ile eve dönmüştü. Bunu, Madam Eleni'nin teyzeme söylediği şu sözlerden öğredim.
“Bedava kitap falan mı dağıttılar Melek? Çünkü Moiz efendinin elinde bile kitaplar gördüm."
Ertesi sabah yine erkenden kapılara çıkılmış, gazete dağıtıcısı Mustafa bekleniyordu. Ancak bu kez kimse Salacak'taki kayıkçının adını ağzına almıyordu. Belli ki akşam hepsi aldıkları polisiye kitapları yemiş yutmuşlardı. Moiz efendi uşaktan, Bay Hristo efendi bahçıvandan, şoför Orhan meslektaşı başka bir şoförden kuşkulanmaya başlamışlardı. Lakin ortada ne uşak, ne bahçıvan, ne de şoför diye birileri vardı. Bakkal Panayoti, eve misafir geldiği için kitabı okuyamamıştı. O hâlâ abazan kayıkçıda ısrar ediyordu.
“Olay mahalline gitsek, bir sigara izmariti bile bulsak bu olayı şıp diye çözeriz” diyenler de vardı. Sigara külünden bile delillere ulaşacağını iddia edenler de. Öylesine hafiyelik yani. Manav Hasan “Kocası öldürmüş olmasın“ diye bir iddia ortaya attıysa da Hristo efendi ”Gencecik kadın öldürülür mü hiç? Yaşlı olsa neyse de.” diyerek itiraz etti. Hristo bu lafı söylerken bir yandan yaşlı karısının balkonda olup olmadığını kontrol etti. Çatı oluk tamircisi Artin usta ise yeğen, kuzen,yenge, elti gibi potansiyel katil tiplemelerine dikkat çekmek istiyordu.
Bu tartışmalar sürerken gazeteci Mustafa’nın “Yeni İstanbul, Son Posta, Milliyet” diye bariton sesi duyuldu. Bizimkilerin yanına gelmesiyle gazeteler kapışıldı. İlk sayfayı saniyede okudular. Okumasına okudular da hepsinin yüzü limon yemiş gibi ekşidi. Sonra da “Tıp” oyunu oynuyormuş gibi öylece donup kaldılar. Babam yüksek sesle gazeteyi okumaya başladı. Kafalar o yöne döndü, lakin vücutları hâlâ “Tıp” oynuyordu.
“Salacak canavarı kayıkçı K.S. Sarıyer’de bir balıkçı barınağında yakalandı ve suçunu itiraf etti. Katil olayı şöyle anlattı…"
"Kadın ve çocuklar sandala bindikten sonra Kızkulesi açıklarına geldik. Tahrik oldum. Zorla tecavüz ettikten sonra denize attım ve kafalarına kürekle vurarak öldürdüm. Kayığımı Moda’ya çektim. Orada batırdım ve yüzerek kıyıya çıktım. Arkadaşlarıma sandalın battığını söyledim. Çok pişmanım.”
Sokak sus pustu. En şüpheli kişi olan kayıkçı katil çıkmıştı. Kimse kayıkçının katil olduğunu kabul etmek istemiyordu. Okuduklarına göre asla onun katil olmaması lazımdı. Artin usta ”Hedef saptırmaca“ dedi. Hristo "Geçtik bahçıvanı, uşağı, şoförü, kadının kocası bile katil çıksa razıydım" dedi. Onca polisiye romanı boşuna mı okumuşlardı? Oysaki Şerlok'un maceralarını sular seller gibi ezberlemişlerdi. Lakin bu kadar basit ve sıradan bir cinayet olayı ile karşılaşmamış idiler.
Dört yıl sonra, yani 1962 yılının Aralık ayında Sultanahmet cezaevi avlusunda Kayıkçı K.S. idam edildi.
Lakin bizim sokağın hafiyeleri, hâlâ bu işte bir yanlışlık olduğunu iddia ediyor, onca sene geçmesine rağmen, bu cinayette çok daha gizemli ve kimsenin tahmin edemeyeceği bir katil arıyorlardı.
Einstein’ın Görelilik Teorisinin Sıra Dışı Sonuçları: İkizler Paradoksu
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.