34,7585$% 0.1
36,5457€% 0.12
44,0332£% 0.18
2.951,10%0,27
2.641,66%0,18
9.681,11%0,30
Ferhunde hanım dinlenme salonundaki rakı beyazı duvar boyasına inat, ağdalı sohbetlere tanık, kararmış şöminenin kiri pası, dumanı önünde vakit geçirmeyi çok severdi. Yanan odun parçalarına bakar, onların kor ateşte yanarken çıkardığı çıtır çıtır sesi dinler, alevlerin turuncudan sarıya döndüğü dansa saatlerce bakar, içini çekerek kim bilir neler düşünürdü.
Bazı akşamlar kırmızı abajuru doğraması eskimiş tahta pencere kenarına kadar iter, sallanan bambu sandalyeyi yerdeki ateş korlarından saçakları yanmış halıya takılmadan dikkatlice ateşin karşısına kadar çeker, ateşin sesine öylece kendini teslim ederdi. Yaşıtları pijamalarını üstlerine geçirip, çayın demlenmesini bekleyip, şöminenin etrafında yıpranmış battaniyelerle dolu zevksizce döşenmiş kahverengi çekyat gibi görünen koltuklarda sohbet edip, dantellerini örerken o bir başına yıllara meydan okurcasına buruşmuş etleri kemiklerinden ayrılacakmış gibi gözüken elleriyle ateşe kadeh kaldırırdı.
Her seferinde de ilk kadehinden bir yudum alıp bana döner ‘’Merlot, en sevdiğim… Sen de ister misin güzel kız? Tunç'umun en sevdiğiydi" derdi. Nazik teklifini başımı hayır anlamında sallayarak geri çevirdiğim zaman da çok üzülürdü. İstanbul’daki bu yaşlılarla dolu bakımlı evde de diğerlerinde olduğu gibi tabii ki alkol yasaktı. O, Merlot olduğunu düşünüyordu; oysa ki içtiği vişne suyundan başka bir şey değildi. Kimi zaman onu böyle kandırmak hiç hoşuma gitmiyordu ama kural işte ne yapabilirdim. Son zamanlarını yaşadığı için göz mü yummak lazımdı, yoksa pamuk kozası gibi sarıp sarmalamak mı karar veremiyordum.
Eğilip bir odun parçası alıp atmak istiyor ama gücü yok. Bana bakarak ‘’Yardım et güzel kız, ateş sönmeden bir tane daha atalım.‘’
"Siz durun lütfen, ben yaparım"
"Maşaya dikkat et güzel kız, yakmasın elini"
İstiflenen odun parçalarından küçük bir tane alıyorum ve ateşin üstüne doğru atıyorum. Bana gözlerini sözlü yapacak öğretmen edasıyla dikmiş ‘’Sence bu odun neydi?’’ diye soruverdi. ‘’Anlamadım ne demek istediniz Ferhunde hanım?"
"Odun diyorum’’ dedi eliyle işaret ederek. "Meşe miydi, çam mı, mandalina mı?’’
‘’Bilmem."
"Bence mandalinaydı, içine çek bak ne güzel koktu, kokla‘’
Hiç düşünmemiştim odunun hangi ağaçtan olduğunu ama evet haklıydı. Mis gibi mandalina kokmaya başlamıştı huzurun olmadığı, adının sadece huzur evi olduğu bu yaşlılar yurdunda. Buz gibi soğuk gecede attığımız odunlardan oda o kadar sıcak olmuştu ki avuçlarımın içi terlemeye başlamıştı. Sildiğim peçeteler ellerimde topaklanınca cebinden çıkarıp bana kendi özel işlemeli ekru mendilini verdi. Mavi nakışla T ve B harfleri, ortalarında kırmızı çiçekler işlemeliydi. Tahmin edebiliyordum "T" Tunç ta "B" kim?
Giyimi, kuşamı dinlediği müzik hep farkını ortaya koyuyordu Ferhunde hanımın. Onun yaşındakiler Türk sanat müziği dinlerken, o şöminenin karşısına her geçtiğinde ‘’One more cup of coffee" diye gözlerinde yaşlarla ve sade sessizliğiyle ritm tutuyordu. O kadar meraklı ve anlamsızca bakmış olmalıyım ki "Niye Zeki Müren değil de Bob Dylan dinliyor" diye; dönüp bana "Sen de sever misin bu oğlanı?" diye soruverdi.
"Ben yabancı müzik pek dinlemem" diyecek oldum ki söze girdi.
"Ben de tanımazdım elin gevurunu… Ahhh anlatayım da dinle niye ben çok seviyorum bu şarkıyı, niye içli içli ağlıyorum?"
Merak dürtülerime yenik düşmüş olmalıyım ki kafamla onay verir gibi başımı yukarı aşağı salladım. Söze başlamadan önce derin bir nefes aldı.
"İki oğlum vardı benim, dünyam onlardı. Besledim büyüttüm adam ettim ama onlar yetinmediler Amerika’ya göç ettiler. Düşün, biri şimdi atmışlarında diğeri ellilerinde. O kadar meşgullerdi ki hayatlarıyla, babalarının cenazelerine bile gelmediler. Varlığımı banka hesap aylıklarından öğrenen Tunç beni buldu. Taa o kadar uzaktan yanıma geldi. Düşünebiliyor musun Tunç beni otuz yaşında gördü. Torunum Tunç. O beni tanımaz, ben onu tanımam. Sarıca bi oğlan üstelik Türkçe bile zor konuşuyor, bi gitarı vardı başladı bu şarkıyı çalmaya, anlamasam da ritm tuttum, güzelmiş sevdim beni gülümserken gören çocuk her seferinde beni görmeye geldiğinde bu şarkıyı çaldı. Bana dinlemem için şu yuvarlak parlak şeyleri bıraktı. Benimle sohbet etti, elimi tuttu, resimler gösterdi, fotoğraflar çekti. O yaşımda çekildiğim yalnızlığımdan beni çıkarıp sahiplendi can yoldaşım oldu. Geçen yaz bunun bi sevgilisi varmış memleketinde adı Bırık mı Barak mı ne (Brooke) tutturdu çocuğa doğum gününde gel burada beraber olalım diye, sarı oğlan da seviyor gitti. Kuru kuru anlatılmıyor bir kadeh daha verir misin?"
"Saat geç oldu Ferhunde Hanım, içmeseniz mi?" diyecek oldum.
‘’Nazlanmaaaa zaten içtiğim vişne suyu" deyince elimi ağzıma kapatmamla devam etti ‘’Burada içkinin yasak olduğunu bilmeyecek kadar bunak değilim güzel kız.’’Derin bir iç çektikten sonra devam etti.
’’Benim sonradan dünyama giren bu sarı oğlan, babasından vefalı… Güzel yürekli, sıcak gülümsemeli oğlan, kızın doğum gününü kutlamaya gitti. Her şey buraya kadar iyi ama alkol almış, bi de ot mu yakmışlar ne işte güzel kuzum Tunç'um kafası bir dünya girmişler denize. Deniz de nerden çıktı deme, ben de bana anlatılanı sana söylüyorum. Kızın evi mi, bizimkinin evi mi yakın herhalde oraya, girmişler suya, iki kulaç sonra benim torunum, gülüşü güzel oğlum yok. Aramışlar, dalgıçlar felan yok bir gün sonra bulmuşlar cansız bedenini.
‘’Çok üzüldüm, başınız sağolsun.’’
‘’Dostlar sağolsun… Yaa güzel kız; şimdi söyle bana, ben içmeyeyim de kim içsin?’’
(İllüstrasyon: Müge Cücü)
Mihail Zoşçenko’dan bir öykü: Sinirli insanlar
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.