34,0306$% -0.1
37,9583€% -0.06
45,1980£% 0.11
2.801,70%-0,03
2.558,01%-0,03
9.774,49%0,17
İçerisindeki tanımlanamayan ağır kokusu, soluk turuncu renkli koltukları, kirli camlarıyla, şoförün önündeki direksiyondan başlayıp, yolcuların bindiği sağ taraftaki kapıya kadar uzanan torpidonun üzerideki el işlemeli danteliyle güzelleştirilmeye çalışılmış, eskiden beyaz olan ama artık beyazdan başka her türlü renge benzeyen bu süsler dolmuşu daha da çirkin hale getirmişti. Şoförün oturduğu koltuğun yanında bir baston gibi duran vites kolu; ince boncuklarla süslenmiş, topuzun boğumuna ipleri gümüşten iri ve parlak bir el tespihi asılmıştı. Koltukların üzerindeki dar bagaj boşlukları özensiz bir şekilde tıkıştırılan eşyalarla doldurulmuştu. Sığmayan diğer eşyaların büyük bir kısmı koltukların altına tıkıştırılmıştı. Ön tarafın büyük bir alanını genişçe bir kapağın altında bulunan motor çıkıntısı kaplıyordu. Kapağın hemen yanındaki tek koltukta üzerindeki üniformasının bir askere bu denli yakışabilecek başka birisinin olamayacağını düşündüren çok ciddi ve düzgün fiziğiyle bir astsubay oturuyordu. Onun varlığı araçtaki herkesi bir otoritenin varlığına inandırmış, herkesi sükûnete sevk etmişti. Konuşma ihtiyacı duyanlar dahi fısıltıyla konuşurken yaşadıkları tedirginlik hemen fark ediliyordu.
Esmer uzun boylu, dağınık saçlarıyla aracın yanına gelen şoför kahvehanenin önündekilere seslendi.
– Höblek yolcusu kalmasın, de haydiiii…
Bardaklarındaki çayın son yudumunu da çeken birkaç kişi daha ellerindeki çuvallarla araca doluştu. Oturacak yer bulamayan bir kişi de ön taraftaki motor kapağının üzerine oturdu. Şoför boncuklu vitesi ileri geri birkaç kez sallayıp durdu, sonra da marşa basarak aracı çalıştırdı. Uzandığı bir düğmeye basması ile tıslaya tıslaya dolmuşun kapıları kapanırken aracın içini gürültülü çalışan motorun sesi kapladı. Dolmuş durağının yer aldığı dar caddeden kısa bir süre sonra meydana, meydan da şehrin dışına uzanan dar yoldan ana yola ulaştık. Öğretmenlik yaşamımın ilk başlangıcının ilk yolculuğu başlıyordu. Tıklım tıklım minibüsün içinde kendimi çok yalnız hissediyor, ulaşacağım yerin hayaliyle bu hissi dağıtmaya, kendime umut aşılamaya çalışıyordum.
Dolmuş ağır homurtularla oyuk, çamurlu yoldan ilerlerken cama vuran yağmur tanelerinin aşağıya doğru süzülüşünü izliyor; akıtamadığım göz yaşlarıma benzetiyordum. Şehrin çıkışına doğru ilerlerken bilmediğim bir dilin sesiyle irkilip, bilmediğim bu coğrafyada ne yapacağımı düşünmeye başladım. Buharla kaplanan camdan başımı alıp, camı elimle sildim. Gökyüzüne doğru uzanan bir bacadan günbatımı rengi bir kızıllık ve gri dumanlar yükseliyordu. Alt dudağı aşağıya doğru sarkık dolmuş şoförü; “Foster” dedi. Ne dediğini ya da ne demek istediğini anlamamıştım. Anlamadığımı fark edince; “Termik santral… Bizim burada Foster derler” dedi. Herkes sözleşmişçesine sessiz, yabancı gördükleri bu on dokuz yaşındaki genci yani beni süzüyor, kim olduğumu anlamaya çalışıyordu.
– Niçin Foster diyorsunuz? diye sordum. Santrali yapan yabancı şirketin adının Foster olduğunu anlatıyor, alt dudağının arasına sıkıştırdığı maraş otunu diliyle sağa sola taşıyordu. İnip çıkarak kıvrılan yollarla birbirine bağlanan köylerden geçiyorduk. Toprak küsmüşçesine kıraç, yeşile susamış gibi yapayalnız. Şalvarları ve kasketleriyle bahtları gibi kara insanlar, topraktan yapılmış evlerinin duvarlarına yaslanmış Foster gibi içtikleri kaçak tütünün dumanını havaya savuruyorlardı.
Zaman aracın hızında ilerlerken geçtiğimiz köyleri sayıyor, yaklaşan her yeni köyün okulunu görmeye çalışıp “Benim okulum burası mı?” diye heyecanlanıyorum. Dolmuş durmuyor, yağmurda biriken su çukurlarından rüzgara yakalanmış bir gemi edasıyla yalpa yaparak ilerliyordu.
Birkaç evden oluşan küçük bir mezrada durduk. Şoför dolmuştan inen iki yolcunun yüklerini indirmek için arabanın üzerine çıktığında birden aklıma annemin son akşam uğurlamadan önce ağlayarak sardığı sünger yatak ve içindeki yorgan geldi. “Yağmurla iyice ıslanmışlardır. Köye vardığımda ne yaparım?” diye düşündüm. Birden sanki köydeki herkesin beni bekledikleri gibi bir hisse kapıldım. Davulla, zurnayla eski Türk filmlerindeki öğretmen sahneleri ve karşılama törenleri aklıma geldi. Rahatladım. gülümseyerek film sahnesini düşünmeye devam ettim. Elbet bir eve konuk olabilirdim ya da ıslanan yatak yorgan yerine yatacak bir şeyler edinebilirdim.
Dolmuşun homurtusu tırmandığımız dik yamaçta artmış, çıkardığı sesten mi, sabırsızlığımdan mı canım sıkılmaya başlamıştı. “Daha gelmedik mi?” diye sordum. Şoför; “Az kaldı, tepeyi aşınca yukarıda bir karakol var. O karakolun olduğu yer” dedi.
Yağmur dinmiş, gün artık akşama dönmeye başlamış ama biz hâlâ köye varamamıştık. Yorgunluğa yenik düşen bedenim itirazsız uykuya dalmıştı. Cama çarptığım başımın acısıyla ne kadar uyuduğumu anlamadan gözlerimi zorlukla açtığımda, yolun kenarında dikenli tellerin içindeki küçük karakolu gördüm. Karakolun hemen üst tarafında bahçesiz ve duvarsız öğretmenlik mesleğimin başlangıcını yaptığım okulumu gördüm. “Nihayet!” dedim sessizce… Ne etrafımdaki insanlar ne de arabadan indirilen eşyalarım hiçbiri umurumda değildi. Meraklı gözlerle okulumu süzüyor, başlayacağım ilk dersimi hayal ediyordum. Islanan yatağımı ve diğer eşyalarımı toparlayıp karakolun yanındaki dikenli teller boyunca yürürken her adımda yaklaştığım okul, yüreğimi yerinden sökercesine heyecanlandırıyor, bir an önce ona ulaşmak için sabırsızlanıyordum. Okula vardığımda lojman ile birleşik yapılmış çok düzgün bu yapının tüm kapılarının kapalı olduğunu gördüm. Öyle ya, daha okulların açılmasına iki hafta vardı.
Gece olmadan lojmana ait anahtarları bulmak için, okuldan ve karakoldan epeyce bir mesafesi olan mezranın kerpiç evlerine doğru yürümeye başladım. Yol boylarından keçi sürüleri geliyor, tuhaf sesler çıkaran çobanın komutuyla sürü yön değiştiriyor, iri çoban köpeklerinin havlayışlarıyla ağıllara doluşuyorlardı. Köye yaklaşıldığında keskin bir küspe kokusunu ahırların gübre kokusu bastırıyor, adeta burnumun direklerini sızlatıyordu.
Kalın bıyıkları ve gür kaşlarıyla yorgunluktan tere boğulmuş, kocaman elleri toprakla uğraşmaktan derin bıçak yaraları gibi çatlamış, kayısı kasalarını içinde soba yanan küçük bir odaya taşıyan köylüye yaklaştım. Köye öğretmen olarak atandığımı ve yeni geldiğimi söyledim. Köylü kalın kaşlarını çatarak, şaşkın bir ifade ile bana baktı. “Bizim öğretmen tayın mı istemiş kı sen geldın?” Şaşkındım. Benim Türk filmi gibi hayalim alt üst olmuş, ne yapacağımı şaşırmıştım.
– Bilmem! Tayinin Uncular Köyü Höblek mezrasına çıktı. Oraya gideceksin dediler, geldim.
Yerden kaldırdığı kayısı dolu kasayı o küçük odaya götürdü. Düşünceli durgun bir yapısı vardı. Sanki gelişime tepkili gibi ilgisiz davranıyor, işini yapmaya devam ediyordu. “Ben lojmana gitmek istiyorum. Malum hava kararmak üzere. Muhtarı nerde bulabilirim?” dedim.
– Muhtar diğer mezrada. Anahtar ise birinci azada. Ancak hocanın eşyaları lojmandadır. Sana anahtar vermez.
Artık heyecanım yavaş yavaş azalıyor, yerini ortada kalmışlığın çaresizliğine terk ediyordu. Babamı ilk hatırladığımda yedi yaşındaydım. Bir ev yapıp iş kuracak kadar para kazanabilmek için Almanya’ya gitmiş, altı yıl sonra bir sabah kapıyı çalmış ve kapıyı ben açmıştım. Çocukluğumun o yıllarının etkisinden mi, yoksa geçinebilmek için gündüz bakkal dükkanında, gece balıkçılığa gidişinden mi, hep aramızda bir mesafenin olduğunu düşünürdüm. Yeterlilik sınavı sonrası oluşan bir aksaklık nedeniyle kazandığım halde görev alamamıştım. Çok üzüldüğümü gören babam, dükkanda bana sarılmış “Ben senin zaten uzaklara gitmeni istemiyorum. Yaşadığım sürece sana bakar, kimseye muhtaç etmem. Bu dükkan hepimizi bugüne kadar getirdi. İstediğin an sen devam edebilirsin” demiş ve gönlümü almaya çalışmıştı. Üzerine kurduğum bir sürü hayali yitirdiğimi düşündüğüm ben, inatla bir gün görevime başlayacağımı söylemiş, önündeki bayrağıyla, yamalı önlükleri ve kısacık saçlarıyla sarılacağım öğrencilerimin, okulumun hayalini anlatmıştım. Bayrağımızın dalgalandığı her karış vatan toprağının kutsallığına inanarak görev aşkıyla yanan ben, şimdi o toprakta yapayalnızdım.
Çaresiz birden aklıma okul geldi. Sonradan adının Şehmuz olduğunu öğrendiğim bu sert köylü ile azanın evine doğru yöneldik. Azanın evine vardığımızda evin önünde üç-beş kişi ile oturup çay içtiklerini gördüm. Şehmuz Kürtçe bir şeyler anlatmaya başladığında her birinin yüzündeki ifade şaşkınlıkla üzerime çevriliyor, tekrar Şehmuz’a bir şeyler soruyorlardı. İçlerinden en yaşlısı, uzun beyaz sakalını eliyle düzelterek buyur etti. Hızlıca içtikleri kaçak çaydan bir bardak da bana doldurdular. Aklım okuldaydı. Kimsenin beni misafir etmeye niyeti yok gibiydi.
Sabırsızlıkla çayı içip “Gidelim! Okula bakmak istiyorum” dedim. Şehmuz azadan anahtarı aldı ve okul yoluna düştük. Giriş kapısının sol tarafında derslik, tam karşısında da müdür odası olarak yapılmış küçük bir oda vardı. “Burada kalabilirim” diye düşündüm. Şehmuz’a teşekkür ederek burada kalmak istediğimi söyledim. “Hocam aza seni geri getirmemi söyledi” dedi. Ben okulda kalma konusunda ısrarcı olunca da, çatık kaşlarıyla donuk donuk baktı ve arkasını dönerek köyün yolunu tuttu.
Artık akşam olmuştu. Öğrenci sıralarından dört tanesini yatak için yan yana getirerek birleştirdim. Sünger yatağımın ipini çözüp, içindeki yorganı kontrol ettim. “Çok şükür!” dedim. Sünger yatak ıslanmış ama ıslaklık içindeki yorgana geçmemişti. Sıraların üzerine örttüğüm yorganı iki parça kullanıp arasına büzüştüm.
Yorgunluk, yalnızlık ve korkuyla başlayan ilk gecemde tekrar rüyaya daldım. Davullar çalıyor, folklor kıyafeti giymiş köyün genç kızları ve oğlanları halay çekiyor, kalabalık köy ahalisi köyün girişindeki meydanda toplanmış öğretmeni karşılamak için bekliyorlar. Elinde valiziyle ben köy meydanına ilerliyorum. Siyah önlükleri ellerindeki kağıttan bayraklarıyla utangaç çocuklarım yolun iki kenarına sıra olmuşlar. Valizimi yere bırakıyorum ve onlara dokunuyorum. Her dokunduğum gülümsüyor, ben gülümsüyorum.
Toplum hali
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.