Kâbusumun adı Şevket!

Tam talassofobiye girer mi bilmiyorum ama bende de yosun korkusu var. Özellikle de sazlık şeklinde uzun yosunlu bir bölgeye geldiğimde kilitlenip kalıyorum.


Sosyal medyada gezinirken ilginç bilgilere rast gelince kaydediyorum. Bir nevi arşiv çalışması. Dün akşam “Talassofobi nedir?” başlıklı bir paylaşıma denk geldim lotusnews sayfasında… “İç çeke çeke baktığınız engin denizlerin, okyanusların fotoğraflarının bir başkası için tahammül edilemez olduğu hiç aklınıza gelir miydi?” diye başlıyordu post. Talassofobi tanım olarak deniz ve okyanus gibi engin su kütlelerinden korkma durumu olarak biliniyormuş. Yunancada deniz anlamına gelen “thalassa” ve fobi anlamına gelen “phobia” kelimelerinin birleşiminden oluşuyormuş. Bu fobiye sahip kişiler dalgalardan, doğaüstü canlıların varlığından ya da sadece renginden bile korkuyormuş. Denizlerin karanlık sularının zihinde açığa çıkardığı bilinçaltı korkular tetikliyormuş talassofobiyi…
Tam talassofobiye girer mi bilmiyorum ama bende de yosun korkusu var. Özellikle de sazlık şeklinde uzun yosunlu bir bölgeye geldiğimde kilitlenip kalıyorum. Asla üstünden yüzemiyorum. Ola ki alçak bir yerinde denizin… Hayatta üstüne basamam. Benim bu korkumun nedeni bilinçaltım değil de “Şevket” adında bir çocuk.
6 ya da 7 yaşındaydım. Marmaris’te küçük bir otelde kalıyorduk. Sahipleri ‘Alamancılığı’ bırakıp Marmaris’te otel işletmeye başlamış orta yaşlı bir çiftti. Benden bir iki yaş küçük oğulları vardı: Şevket. Dış görünüşü hayli sevimli olan bu Şevket, otelde kalan Alman turistlerin (O zamanlar Türk’ten çok Alman turist olurdu) kucağında gezip genç kadınları hafif yollu taciz ettikten sonra kafalarına oyuncak kamyonunu vurup kaçardı! Almanca ‘Ouugh’ sesini ilk o zaman duymuştum mesela…
Büyük ihtimalle geç bir yaşta gelmişti Şevket hayatlarına… O yüzden de sonuna kadar şımarmasına izin veriyorlardı. Can yakmış, imkansız şeyler istemiş, umursamıyorlardı. Otelin sahibi olan babası, sabah tan yeri ağırırken hale bizzat gider, en az 30 kişinin kaldığı otelin yemekleri için alışverişini yapar dönerdi. İlginç olan, iki kişilik bir mutfağın gereksinimini ancak karşılayacak iki ya da üç torbayla dönmesiydi. Ama bir şekilde yemekleri herkese yeterdi ve güzeldi. Bir de Almanya’da yaşarken alışmış, (öyle söylemişti) her pişen yemeğe, etliye, zeytin yağlıya, hatta salataya, kuş üzümü koyarlardı. Neyse… Konuyu dağıtmayayım.
O yaşlarda kolluğu yeni atmış, kıyıdan kıyıdan yüzmeyi öğrenmeye çalışıyordum. Dolayısıyla denizin derin kısımlarıyla tanışmışlığım yoktu. Bir akşam üstü, deniz faslını bitirmiş, kıyafetlerimizi giymiş, akşam yemeği öncesinde iskelede denizi seyrediyorduk ailecek. Üstümdeki kıyafeti bugün gibi hatırlıyorum: Mavi askılı şile bezinden çok sevdiğim elbisem. Ve bir anda kendimi iskeleden denize uçarken buldum. Meğer Şevket beni iskeleden itmeye karar vermiş! Filmlerdeki gibi ağır çekim düşüyordum sanki. Ve düştüğüm yer hem derin, hem de sazlık şeklinde yosunluydu. Babamın atlayıp kurtarması beş dakika bile sürmemiştir ama bana bir ömür gelmişti. O yosunların üstünde yüzmeye çalışmak, ayaklarıma değen o yosunlardan kaçmak… Üzerinden 40 yıldan fazla zaman geçti, hâlâ kâbusum. Şevket ve ailesi doğru dürüst özür bile dilemedi. Zaten sonra da tatilimiz bitti, otelden ayrıldık.
O tatilin üstünden iki ya da üç yıl geçmişken, ilkokulda Şevket diye bir ünlem duydum. Arkamı bir döndüm ki benim kâbusum Şevket. Bula bula aynı okulu bulmuş benimle kaydolacak. Neyse ki ondan iki sınıf daha büyüktüm de fazla yolumu kesiştirmeden mezun oldum. Ama onun sesini ne zaman duysam, ayağımda o yosunları hissederdim.
Yıllardır aklıma gelmemişti ne bu olay, ne de Şevket. Ancak bir sosyal medya postu, anılarımı depreştirdi işte. Ben de “belki yazdıkça terapi gibi olur da bu korkumu yenerim” diyerek soluğu klavyenin başında aldım. Kim bilir, belki de bu yazı talassofobimi hafifletir. Sıradaki işim, yosunlu bir deniz bulup girmek olsun. Bakalım, yazı fobime iyi gelmiş mi?

[zombify_post]


0 Yorum

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir