34,3122$% 0.21
37,2200€% -0.48
44,4322£% 0.46
3.017,79%-0,07
2.736,14%-0,26
8.885,00%0,24
Bölüm 3 - Vitraydaki Delik
Hikayede yer alan kişi, kurum ve olay isimlerinin gerçek hayattaki kişi, kurum ve olaylarla bir ilgisi yoktur.
Küçük bir semtin nüfusu oradaydı sanki; inanılmaz bir kalabalık vardı. Buna rağmen, çok daha düşük varlıklı insanların toplu eğlencelerinde görülen o sıkışıklık ve düzensizlik göze çarpmıyordu hiç. Herkes rahattı, herkes mutlu görünüyordu; içkilerini içerek sohbet ediyorlar, ellerindeki geniş tabaklardaki ordövleri ve küçük kızarmış etleri atıştırıyorlardı. Neredeyse üç kişiye bir adet düşen beyaz elbiseli garsonlar, bu garsonları kontrol eden siyah takımlı şefler ve genel iletişimi sağlayan gri takımlı adamlar ile turuncu mini etekli hostes kızlar vardı. Ve bir o kadar da koruma. Düğünün konuklarının yarısı tanınmış kişiler, geri kalanı da onların yanlarında gelenlerdi.
İzzet ve ben, bu kadar insanı içine alacak bir yapının var olduğunu bile düşünmemiştik. Del, mekana yaklaşırken onu yukarıda biraz durdurup görüntü almıştık. Dev bir bahçeyi andıran düğün alanı, denize bitişikti, sahilin yüzlerce metrelik bölümünü kapatıyordu. Üstü kapalı bir mekan değildi; tamamen açık da sayılmazdı. Geniş yapraklı bitkiler ve doğal kütüklerden tasarlanmış çatılar vardı. Konukların gruplaşarak oluşturduğu bölümler arasında ise, gizli spotlarla aydınlatılan dev vitray paneller bulunuyordu. Paneller zemine sabitlenmemişti, hafif çelik konstrüksiyonlar ile havada asılı duruyorlardı sanki. Spotların ve gökyüzündeki yusyuvarlak ayın ışığı, cam vitraylarda müthiş bir renk dansı oluştururken, konukların yüzleri de renkten renge girmekteydi.
Del'i, bakan yardımcısına kilitlemiştik. Monitörde, 100eysel'in verdiği sinyalleri izliyorduk. Önemli bir konuk olarak, merkezdeki aile grubunın içerisindeydi adam. Del, davetlilerin arasından usulca dolanarak ilerlerken, acele etmedik; etraftaki diğer kişileri de inceledik merakla.
"Şu, şey değil mi, şarkıcı Servet De... neydi?"
"Servet Degar. O manyak, evet. Ayhan Çiçekçi'nin bir şarkısını da söylemişti bu. Benim tarzım değil de, Yonca dinlerken duymuştum. "
Ayhan Çiçekçi, düğünün evsahibi olan ünlü arabesk müzisyendi. Bu gece, kızı evleniyordu. Servet Degar denen, haftalık bir televizyon sohbet programında kameralara sarılıp öpmesiyle olay olan ve böylece ününe ün katan bu yılışık adam, o ince ve ağlak sesiyle her alanda şarkı söyleyebiliyordu, evsahibinin içli bir arabesk şarkısını da yorumlamak cesaretini göstermişti. Fakat, Servet Degar'ın, bizim asıl ilgimizi çeken yönü başkaydı. Dış işleri bakan yardımcısının karıştığı helikopter alım usulsüzlüğünün ardından ülkedeki yolsuzluk olaylarının da arttığı günlerde, bir grup sanatçı ve aydın 'Yolsuzluğun Yolunu Kapatalım!' isimli bir bildiriyi imzalamışlardı. Hemen ardından ortaya çıkan farklı bir grup, 'Devlet bizimdir / Yıpratmayalım' isimli başka bir tuhaf bildiri sunmuştu kamuoyuna. Bu bildirinin en başlarında, Servet Degar'ın imzası vardı.
İzzet'i dürttüm: "Çabuk çabuk! Şu noktada sarı sinyaller var. Adam, gruptan ayrılıyor galiba."
Bakan yardımcısı, sohbet ettiği gelin ile damadın yanından yavaşça ayrılıyordu. Beraberindeki yaşlı ve kel kafalı bir adamla, başka bir noktaya hareketlenmişlerdi. Üç dört adım arkalarında iki koruma yürüyordu. Del'i gezinti modundan çıkardık, ve bir saniye geçmeden yanlarında, tam tepelerindeydik. Ekranda, 100eysel üzerindeki mikrofon simgesine tıkladı İzzet.
"Talha bey gelmedi mi yoksa? Göremedik?"
"Telefonu kapalı herhalde, sayın bakanım. Ama görmüş benim bir adamım, gelmiş kendisi! Açık havada yiyip içmeyi pek sever. İleride, ızgaranın başındadır şu an."
"Seni beni yese doymaz o ayı. Şu Rikke Kuhle denen orospuyu da o davet etmiş galiba ülkeye." (bkz: bölüm 2)
"Evet, gazetecilerle arası iyidir. Ancak o Norveçli kadını, şüpheleri sizin üzerinizden almak için çağırdığını düşünüyorum. Sessizlik hiç iyi olmazdı. Talha bey bu işleri bilir, inanın."
"Ne şüphesi kardeşim!? Ordunun istediği araçları aldık mı, almadık mı şimdi? Hem de, üst modelini aldık! Benim şahsi firmamın Çin'deki bağlantılarından kime ne?"
"Erdan bey, isterseniz bunları kamelyaya geçip konuşalım."
Bakan yardımcısı, arkasındaki korumaya işaret etti:
"Oğlum. Altınlı lokumları verdiniz mi?"
"Verdik efendim. Ayhan beyin eşine emanet edildi, üç adet sepet içinde. Hostes kızlar konuklara dağıtıyor."
"Aferin!.. (Yanındakine dönerek) Dediğim gibi, şüphe eden, açsın kendi götünden şüphe etsin. Talha bey gelsin kendisine de diyeceğim. Benim alnım açık. Kimse kafasına göre konuşamaz bu konuda! Gazeteci mazeteci, hiç anlamam. Devlet bunlara izin veremez. "
Bir an, İzzet ile göz göze geldik. Aynı şeyi düşünüyor gibiydik. Önce ben sordum:
"Anlamıyorum. Şimdi bu hıyar, yolsuzluk yaptı mı yapmadı mı? Yapmamış gibi konuşuyor sanki!?"
"Bence, bu tür çirkin bir yaşamı olan insanların sığındığı bir psikoloji bu. Yolsuzluk yaptıklarını biliyorlar, yanındaki adam da biliyor, öteki de biliyor. Ama hayatlarını normal sürdürmek için bilmiyormuş gibi konuşmaları lazım. Ne bileyim; belki de Allahtan korkuyorlardır?"
"Belki, tepelerinde onları gören bir Del olabileceğinden korkuyorlar," deyip, gülümsedim. "Ama haklısın. Kesin yapmıştır bu herif, çalmıştır devletin parasını. Boş konuşmalarına baksana zaten; kaba saba, kötü niyetli, eğitimsiz birisi. Vicdanı da eğitimsiz olur bu tiplerin."
Talha bey dedikleri, şişman, kalın enseli ve beyaz suratlı bir adam, uzaktan Bakan yardımcısının grubuna doğru yaklaştı. Arkasında kendi koruması vardı. Adamın ağzı burnu yağ içindeydi. Elindeki kocaman peçetelerle hem bu yağları, hem de terini silmeye uğraşıyordu.
Tam o saniyelerde, İzzet'le bu konuya odaklanıp, Del'i yeni grubun üzerine göndermişken, kalabalığın arka taraflarında birşey ilgimizi çekti. Del'in, son günlerde peşpeşe ortaya çıkan gizemli özelliklerinden yalnızca bir tanesiydi! Gülümseyen yüzleri tesbit eden dijital fotoğraf makineleri gibi, çok daha farklı ve detaylı insan davranışlarına odaklama yapabiliyordu. 100eysel üzerinde bu özellliği 'default' ayarda / varsayılan olarak 'açık' bırakmıştık. Del'in, kendisinin otomatik hafızaya aldığı ve küçük bir pencere açarak hemen ekrana getirdiği, birkaç saniye önce gerçekleşmiş olan tuhaf olay şuydu: Kalabalığın içinde, normal bir insanın zor farkedebileceği bir pozisyonda, iri yapılı, sakallı bir adam, yanındaki genç kadını zorla elinden tutup çekiştirmiş, ve içinde kadının küçük elini sıktığı kendi kocaman elini, kadının yüzüne vurmuştu. Del'in sunduğu olağanüstü yüksek çözünürlüklü ağır çekimde, tüm detaylarıyla, kalabalıkta kimsenin f ark edemediği, bir anda gerçekleşen bu sinsi darbenin şiddetini ve kadının o anda hissettiği acıyı gördük. Çift, elele, kalabalığın içinden ayrılarak çıkışa yöneldi.
Ve biz ilk defa kararsız kaldık. Yalnızca üzerinde olduğumuz görevi mi sürdürmeliydik, yoksa bu rahatsız edici olayı da takip etmeli miydik? Monitör başında, gözlerimizle birbirimize bunu soruyorduk.
"Senkronlu hızı kullanabiliriz," dedi İzzet. Del'in sahip olduğu müthiş hızı unutmuştuk! Kendisini gönderdiğimiz bir koordinata ulaşması için, neredeyse zaman bile geçmiyordu. Tabii onun adına bu normal bir özellik olsa da, biz sıradan iki insan için aynı anda gerçekleşen olayları gözlemlememiz kolay olmuyordu.
"Ben küçük pencerede bu çifte odaklanırım, sen grubu izlersin," dedim.
Del'in olağanüstü özelliklerinden yeterince faydalanmak için (saatlerce düşünmek ve 'gizemler listesi' başlığı altında sayfalar dolusu notlar tutmak dışında) daha fazlasını yapmalı, güçlü teknolojik donanımlar kullanmalıydık. Bunu İzzet'le defalarca konuşmuştuk. Del, bize müthiş şeyler yaşatıyordu, bir rüyada gibiydik. Her saat, her gece yeni geleceğimize dair hayaller kuruyorduk! Buna rağmen, Del konusunda ne kadar risk almamız gerektiğine halen emin değildik. İzzet, hiç düşünmeden bankadaki vadeli hesabını bozmuş, özel ve güçlü bir bilgisayarı odaya getirip kurmuştu bile. Şu an ancak onun üzerinde Del'in sunduğu yüksek çözünürlüklü stream veri akışını işleyebiliyorduk. Aynı şekilde ben de kendi banka hesabımdaki tüm birikmiş paramı, askeri özellikleri bulunan profesyonel bir Gps sistemine yatırmıştım. Yine de Del'in yanında yetersiz ve yavaş kalıyorduk. (Mesele aslında basitti; fakat ikimiz de bunu dile getirmeye şimdilik korkuyorduk: Del, bize para da kazandırmalıydı.)
İzzet, grubu gözlüyordu. 100eysel üzerinde açtığımız küçük bir penceredeki bir tıklamayla ise, Del, az önce mekandan ayrılan çiftin yanına gidip gelebiliyordu. İki farklı olayı gözlemlememiz, kafamızı sağa ve sola çevirmek kadar basit gerçekleşiyordu.
Bakan yardımcısı Erdan Özgüdenoğlu, yanlarına gelen Talha beyin elini sıktı. Ama ortalıkta durmadılar. Konuşurken yürümeye devam ettiler. Grubun içindeki başka bir adam, mekan yetkililerinden birisi belki, onlara eliyle bir yönü işaret etti. Kamelya dedikleri yerdi herhalde. Servet Degar, bir şarkı söylemeye başlamıştı. Hem bunun gürültüsünden, hem de gizli davranmak istediklerinden, konuşurlarken kafalarını iyice birbirlerine yaklaştırıyorlardı. Del için bir problem yoktu. Tüm frekansları ayrıştırıyor, müthiş berrak aktarımlar yapıyordu. Ancak konuştukları önemli birşey yoktu. Talha bey, ocak başının müthiş lezzetinden ve Ayhan Çiçekçi'nin kızının güzelliğinden bahsetti. Bakan yardımcısı Erdan da, bunak ihtiyarlar gibi, korumasına dönüp iki kere aynı şeyi sordu. Adamcağız da üşenmeden aynı cevabı verdi mecburen. Üç sepet altınlı lokumu, hostes kızların konuklara dağıttığını söyledi. Kamelyaya doğru, ilgi çekmemek için yavaş yavaş, hattâ ara sıra durup başka gruplardan birileriyle kısa konuşmalar yaparak ilerliyorlardı. Bu esnada ben de iki kez, futbolcu ve eşine bakıp geldim. Sadece dört-beş saniyelik bir görüntü testiyle, adamın mesleğini ve yanındaki kadının da dört yıllık eşi olduğunu öğrenmiştik.
İlk kontrolümde, otoparkın girişinde buldu onları, Del. Halâ karısının elini tutuyordu adam. Ve o çirkin, iğrenç hareketi yaptı bir kez daha. Avucunun içinde karısının eli bulunduğu halde, iri elini o şekilde kaldırıp kadının suratına çarptı. Kadına, sanki kadının kendi eliyle vurmuştu. İzzet'i dürtüp gösterdim hemen. Gözlerimiz öfkeden kocaman açılmıştı. Seslerini ise dinlemiyorduk. Çünkü hiçbir konuşma bu şiddeti haklı çıkaramazdı. Zaten kocaman enseli, iri yarı herif, mantıklı bir cümle kurmuyor, sadece küfürler edip duruyordu. Anlaşılır tek cümlesi: "Beni orada rezil ettin, pislik," olmuştu.
Gruba döndük. Ama aklımız o çiftteydi. Küçük grubumuz, özel konuşacakları yere gelmişlerdi. Pek bir kamelyaya benzemiyordu burası. Gece klüplerinde, pavyonlarda filan da bulunan, özel köşeli koltuklu, bir yükselti üzerinde yer alan oturma alanlarındandı. Üstelik ahşap filan değildi, her yanında çelik çubuklar ve tuhaf antenler vardı. Belki sadece gündüzleri kamelya işlevi görüyordu. İçeriye hemen girmediler. Bir koruma, elindeki bir cihazı, kamelya içinde gezdirdi. Grup da o sırada başka bir davetli grubuyla karşılaştı, el sıkıştılar. Hemen ekranda 'F' simgesini (Futbolcu) tıklayıp, çiftin yanına gittim. Daha doğrusu, Del gitti! Onun yapabildiklerini sahiplenmiş görünüyorduk. Bu belki de iyi birşeydi.
Çift, arabalarına binmişlerdi. İnanılmazdı doğrusu. Çünkü adam hâlâ, karısının elini tutmaktaydı! Kadın, ağlıyordu. Korktum, bakamadım. Kadına tekrar, aynı saçma şekilde vuracak sandım. Vitesi tutabilmek için, adam mecburen karısının elini bıraktı. Lüks Audi Rs7 otomobil, otoparkın rampasını hızla çıkarak caddeye daldı.
"Del'i peşlerinden gönderelim mi?" diye sordu İzzet. Ne yapabilecektik ki? Elimize iğrenç şeyler görmekten başka ne geçecekti? Dünyada onbinlerce insan benzer eziyetleri yaşıyordu. Bunu durdurmak, en azından azaltmak adına birşey yapamayacak durumdaydık şu an. (Neredeyse bir anda... bir nefeste... her zaman var olmuşcasına ansızın... fakat ortaya çıkmaktan utanırmış gibi usulca belirecekti tüm imkanlar! 'Herşeyi' yapabileceğimizi, her duruma müdahale edebileceğimizi görecektik! Sadece azaltmayacak, durdurmayacak, olayları tersyüz edip değiştirebilecektik! 'Ne yapabiliriz ki' benzeri soruları cevaplamak, kafamızı üç saniye kaşıyıp o akşam ne yiyeceğimize karar vermek kadar kolay olacaktı! Ve tüm bunlara hazır mıydık, ona bir cevap veremiyorum.) Lüks otomobili takip etmedik. Düğün alanına, gruba geri döndük. Fakat, kayıdı tuttuk!
Otoparktaki otomobilin içinde yaşananların yer aldığı on-onbeş saniyelik görüntüler, Del tarafından bize son üç dört haftada aktarılmış tüm acayip sahnelerin içinde, bilgisayara ilk kayıt ettiğimiz verilerdi. Belki Del'in kendi içinde de vardı benzer kayıtlar; bunu bilmiyorduk. Ünlü bir ismin şiddet görüntülerini içeren bir kayıdı (bir 'belgeyi!') ne şekilde kullanacağımız konusunda, aklımızda belli belirsiz bazı düşünceler vardı. Daha çok bir beklenti, bir umuttu. Del'in, 'pek yakında' diyerek fısıldadığı, tatlı bir umut!
Bakan yardımcısı, Talha bey, diğer kel kafalı yaşlı adam ve mekandan yetkili bir kişi, alçak ve genişçe bir sehpanın etrafını çevirmişlerdi. Sehpanın üzerinde bakan yardımcısının ve şişman adamın içkileri, bir iki ilginç cihaz, ve bir paket altınlı lokum duruyordu. Danışman ile bakanın yaptığı lokum muhabbetini hatırlayınca, İzzet'le beraber elimizde olmadan güldük. (bkz: bölüm 2). Mekan yetkilisi adam, gruptan ayrılıp, bir koruma ile beraber çiçekli bir kapının önüne yürüdü. Çelik bir raftaki tablet cihaza dokundular. Oturma alanının üzeri ağır ağır kapanırken, benim kamelya sandığım şey, bir dakika içinde kapalı ve korunaklı bir odaya dönüştü. Mekan sorumlusu, girişin üzerine sıralanmış, belki yirmişer otuzar antene sahip, kapkara aletleri gösterdi korumaya. Koruma, kafasını salladı. İlk defa Dış İşleri Bakanlığı binasında gördüğümüz, jammer cihazlarıydı bunlar.
Del'in, insan medeniyetinin tanıdığı hiçbir elektronik sinyal veya farklı bir biyosinyal yaymadığını, tamamen çevreden soyutlanmış olduğunu bildiğimizden, böyle bir nesneyi kullanma ehliyetine sahip olduğumuz için, o inanılmaz gururu duyduk yine! Sırf bu özel his bile, yukarıda sözünü ettiğim 'herşeyi yapabileceğimize' inanmamız için yeterliydi. Yine de biraz korktum dersem yalan olmaz. Del'in tamamen bize ait olmadığını da biliyorduk. Her an kafasına göre (belki Karaltı'nın gizli komutlarına göre) hareket edebilir diye düşünüyorduk, aklımızın küçük bir köşesiyle. Evdeyken, çalışmadığı, kapalı olduğu zamanlarda sehpanın üzerinde durmayı seviyordu.
"Ne bileyim," diye lafa girdim hızla, sesli düşünerek: "Şimdi gidip, adamların önündeki sehpanın üzerinde dursa ve birdenbire görünür olsa? Ne olacak?"
"Saçmalama, Emin. Niye yapsın böyle birşey? Hiç yapmaz demiyorum da tabii. Neyse, düşünmeyelim böyle şeyleri."
"Haklısın. Özür dilerim." (Bilgisayar masasının çekmecesinde duran, iki adet küçük defterimiz vardı. Bir tanesi, en ufak şekilde akıl sır erdiremediğimiz, ama Del'in kolayca uyguladığı fantastik becerilerini sıraladığımız 'Gizemler listesi' idi. Boş zamanlarımızda kanapeye oturuyor, bu maddeler hakkında inatla fikirler üretmeye devam ediyorduk. Diğeri ise, en az Del'in gizemleri kadar önemli, yalnızca bizi anlatan 'Prensipler listesi' idi. Bu yüzden İzzet'ten özür dilemiştim. Çünkü listemizin başlarında, 'Görevimizi aksatmamak için, ne kadar ilgi çekici görünse de hiçbir gereksiz detaya yoğunlaşmayacağız' maddesi vardı.
Zihnimdeki kötü şeylerden sıyrılıp, gruba, görevime geri döndüm. Bir polis, bir asker, bir devlet adamıymışız gibi, 'görev' kelimesini kullanmak artık bizi inanılmaz mutlu ediyordu! Onların hepsine verilenlerden daha faydalı ve anlamlı bir görevin, bizim omzumuza, beynimize yüklenmiş olduğunu hissediyorduk. Bakan yardımcısına, işte bu hırs ve bu odaklanma ile baktım. Üçlü grup, hâlâ sessizdi; bir tabaktan çerez atıştırıyorlardı. Mekan sorumlusu dışarıya çıkmış, içeride yalnız iki koruma kalmıştı. Güvenliğin tamamen sağlandığına kanaat getirilince, ilk olarak yaşlı adam girdi söze:
"Rikke Kuhle denen şu karıyı, temizleyelim."
"Şaka mı bu? Yabancı uyruklu bir kişiyi ortadan kaldırmayı filan bırakın, ülkeye girişini engellemek dahi anlamsız bir hareket olur."
İşadamı ve amatör fotoğrafçı Talha beyin bu mantıklı açıklamasına rağmen, bakan Özgüdenoğlu, sinsi gülümsemesine engel olamamıştı. Gazetecinin bir helikopter kazasında filan ölmesi, gerçekten de onu en mutlu edecek şey olurdu.
"Tamam, ne yapacağız kardeşim, bırakalım konuşsun mu kaltak orada burada?"
"Gazetecileri herhangi bir biçimde engellemek hoş olmaz, Erdan bey. Çok tepki alıyor Avrupa'da. En ufak bir şekilde dokunmayınız derim. Hatta akreditasyonunu geri verin, tekrar katılabilsin basın toplantılarına."
"Oldu, bir de evlendirelim hatunu, düğününü yapalım burada. Lojmanlardan ev de veririz."
"Çok tipsiz bir karı, sayın bakan yardımcım. Kim evlenir onunla? Hah hah!"
Bakan yardımcısı ve ihtiyar yandaşı, gevrek gevrek sırıttılar.
Amatör sanatçı Talha bey, tekrar ipleri eline aldı: "Bu kadını buraya, YAP'dan şey çağırmadı mı? Kimdi şu?.." (YAP: Yeni Aydınlık Partisi. İktidar partisinin ensesinde boza pişiren Ana Muhalefet partisi.)
"Birol Özhan. O maymun çağırdı. Oslo'daki, temiz çevre bilmem ne, öyle bir toplantıda tanışıp görüşmüşler ilk. Yeşilci ya bu pezevenklerin hepsi."
"Tamam, biliyorum o toplantıyı. Orada, bu herifle bir röportaj da yapmıştı, kadın. Sonrasında İstanbul'da Lizbon belediye başkanıyla yapacağı röportajı da, Biröl Özhan'ın önerdiği söyleniyor." (bkz: bölüm 2) " Her neyse, bizim adamımız budur işte."
Kırmızı yanaklı şişman Talha beyin, bunları anlatırken terlemesi devam ediyordu niyeyse. Del'i bulunduğu yerden (üçlünün oturduğu sehpanın tam karşısında, zeminden doksan santim kadar yukarıda), adamın yüzüne yaklaştırmak, heyecanını veya endişesini, her ne ise o duygusunu izlemek istedim. İzzet oyun oynadığımı sanır diye vazgeçtim.
Herkes Talha beye bakmaktaydı.
"Bizim adamımız derken?"
"Bu Birol Özhan'ın, genç ve çok hoş bir hanım arkadaşı olduğunu, yirmibeş yıllık eşi bilmiyor... Siz biliyor muydunuz peki!?"
Bakan yardımcısı Erdan Özgüdenoğlu, gizlemeye gerek duymadan, bu kez gönlünce sırıttı.
"Peki, iki hafta bir, koca bir günlerini, Polonezköy'de bir çiftlik evinde geçirdiklerini biliyor musunuz? Ya da, bu işletmenin, benim otellerimden bir tanesi olduğunu!?"
Bakan yardımcısı, çok mutluydu. Bitmek tükenmek bilmeyen şu yolsuzluk şüphelerinin kendisi üzerinden bir parçacık kalkması için ne istenirse vermeye hazırdı. Sehpaya doğru hafif eğilerek:
"Ne istiyorsun, Talha bey?" diye sordu.
"Fazla birşey değil... Seninkilerden, bir helikopter... Bizim oğlan hastası da. Çok istiyor bir tane."
"Onlar, askeri helikopter, biliyorsun değil mi!? Ordunun malı. Şehir içinde ordu donanımlı bir Z-10 mu kullanacaksın yahu?"
"Sen orasına karışma, Erdan bey. Benim oğlan dediğim, otuzbeş yaşında adam. Hayatı boyunca bunun eğitimini aldı herif. Kendi firmasında arkadaşlarıyla kolayca modifiye ederler onu bir güzel. Evlat işte. Ne isterlerse he diyorsun, bakarız diyorsun."
"İyi o zaman, bakarız!" dedi, bakan yardımcısı. "Bir tanesi sorunlu çıkmıştı galiba. Ankara'da, birliğin deposunda duruyor."
Yaşlı adam, Talha beye doğru kadehini kaldırdı:
"Sen şimdi, aleti edavatı bile hazırlamışsındır? Hah hah."
"Herhalde. Aletlerimiz hep yanımızda. Kameralarımız her an kayıda hazırdırlar!"
Üçü de arkalarına yaslandı, mutlu mutlu güldüler... Korumaya işaret verildi. Kamelyanın deri kaplama duvarları yavaşça açıldı; grubun gülümsemesi, düğünün uğultusuna ve Servet Degar'ın şarkılarına karıştı...
Öfkeyle Del'i oradan çekerken, belki benim kontrolümün acemiliğinden, veya Del'in kendi problemiydi, bilemiyorum, hiç beklemeyeceğimiz birşey oldu. Gizemli mini küremiz , hızla geri çekilirken, dev vitray panellerden bir tanesine çarptı. Sahip olduğu olağaüstü hızla da, ardında kurşun deliği benzeri, kenarları erimiş bir delik bırakarak, delip geçti cam paneli. Sinek vızıltısı kadar çarpma sesini ise kimsenin duyduğunu sanmıyorum. Aşağıda bulunan gelinin arkadaşlarından bir genç kadının çıplak sırtına, üç beş gram renkli cam tozu döküldü sadece.
Çok acemice davrandık. Bu olayın üzerinde niyeyse fazla düşünmedik, neredeyse unuttuk gittti. Bir yıl kadar sonra, harap bir binada, hükümet ajanları bana işkence ederlerken, ilk soracaklarından biri şu olacaktı: "O deliği açan mermi, nasıl bir silahın namlusundan çıktı? Konuş!.."
* * *
Emirgan... İzzet'in kız arkadaşı Yonca'nın, halasının yazlık evi... İzzet ve Yonca, geniş ve gölgeli bir bahçede, mavi ortanca çiçeklerinin yanıbaşındaki, minderli demir bir kanepede oturuyorlar...
"Emin yüzünden mi? O birşey söylediği için mi sana gelemiyorum artık?"
"Ne ilgisi var. Ne söyleyebilir ki hem? Bak, sen sanıyorsun ki, Emin senden hoşlanmıyor. İlgisi bile yok. Kaç defa, senin ne kadar zeki ve becerikli birisi olduğunu söyledi bana."
"Peki mesele ne, İzzet? Ne olup bitiyor o evde? Neden beni çağırmıyorsun hiç!? Eskiden seyrek de olsa, toplanıp yemek yerdik sizin balkonda. Şimdi siz, neler yaşıyorsunuz orada yaa? O daireye girip çıkmamın bir önemi yok. Burası var, Beşiktaş'taki ev var, hepsinde beraber olabiliyoruz. Ama niçin inine kaçıp gizleniyorsun benden? Sen teklif ettiğinde buluşuyoruz ancak... Madde mi kullanıyorsunuz yoksa orada yaa? Ne bok çeviriyorsunuz!"
Yüzü önüne düşmüş ve ağlamaya başlamıştı kız. İzzet, onu yatıştırmaya çalışmadı hiç. Çünkü ne diyeceğini bilmiyordu. Yonca, hıçkırıklarını tutarak ağlamasını birdenbire kesti, başını kaldırdı:
"Ben senin sevgilinim. Bilmem lazım! Benim bilmemem gereken ne yapıyor olabilirsiniz? Söyle bari, iyi birşey mi yapıyorsunuz, kötü birşey mi?"
İzzet, konuşamadı. Boşlukta bir noktaya bakıyor, çıldırmış gibi aklını ve hayalini zorluyor, ama ne yapması gerektiğini göremiyordu. Anlatmalı mıydı? Yeni kaderine, Yonca da dahil miydi? Bilemiyordu... O anda tam karşısında, bahçenin taşlı küçük yolunun üzerinde, Del'in durduğunu bilemediği gibi.
3. Bölümün Sonu
Sonraki bölümde: İzzet, Emin'e, Yonca hakkında verdiği önemli kararı açıklıyor... / Doğa üstü bir varlık ve insan üstü bir kamera olan Del, Polonezköy'deki otele, insan yapımı basit kameraları bulmaya gidecek mi?.. / Karaltı'dan, bir tuhaf armağan daha: Acaba, gerekli donanımlar için 'para' kazandırabilir mi bu yeni beceri!?
Ayıp bir Amsterdam yazısı
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.