38,0053$% -0.06
41,3368€% 0
49,4505£% 0.04
3.675,33%-0,06
3.010,96%-0,02
9.299,36%2,82
Ses dışarıdan geliyordu. Şimdiden beş dakika olmuştu bile ama uyandırması amaçlanan kişi ya da kişiler dışında herkesi uyandıran alarmın susmaya pek niyeti yok gibiydi. Geceden kurduğu alarmın diğer insanları rahatsız etmesi ihtimaline karşı, çalmasına beş dakika kala kendiliğinden kalkarak alarmı iptal eden bir insan olarak bu vurdumduymaz insanları bir türlü anlayamamışımdır. Bu arada hayatım boyunca teorik olarak uyanmamı sağlayan şey alarm gibi gözükse de pratikte uyanmamı sağlayan alarmın sesi değil, çalarken diğer insanlar üzerinde bırakabileceği olumsuz etkilerin bende yarattığı psikolojik baskı olmuştur.
Bu yönüyle “kendimde en sevmediğim özellik insanlara gereğinden fazla değer vermem” diyerek kendini alttan alta yücelten bir “tiki”den farkım yokmuş gibi görülebilir ancak bendeki davranış biçimi, insanlara değer vermekten çok onları rahatsız etmek istememekten kaynaklanıyor. Bu da özünde “biriyle muhatap olmak istememek” dolayısıyla “kimse tarafından rahatsız edilmek istememek” ve en nihayetinde “hepinizin Allah belasını versin!”e doğru evrilen bir sürecin sonucu olarak değerlendirilebilir.
Gözlerimi açmadan alarm sesinin gelebileceği muhtemel yerleri tahmin etmeye çalıştım. Gözlerimi açmadan diyorum çünkü uyumaya devam etmek isteyen kişinin baş düşmanı açık gözlerdir. Siz siz olun uyurken gözlerinizi açmayın. Yoksa uyanırsınız. Uyku sırasında uykuya kasteden tehlikelerin (ağlayan bebek, horlayan koca, kapatılması gereken telefon…vb.) bertaraf edilmesini kapalı gözlerle yapan uyku sevdalısı binlerce insan deyimlere bile konu olmuştur; afyonu patlamadan iPhone’u patlamak: uyku sersemiyken telefon alarmını kapatmak isteyen kişinin telefonunu yere düşürerek kırması.
Sekizinci dakikaya girildiğinde, sesin geldiği yönü de gözlerim kapalı biçimde tahmin ederek (bir uzvunu kaybedenlerin diğer bir uzvunun çok gelişmesi; bkz. karate filmlerindeki kör olduğu için çok iyi duyan dövüşçü) şimdiye kadar yaşam alanımın yakınında, gözümün tutmadığı potansiyel vurdumduymazları listelemeye başladım. Karşı apartmanın terasında yaşayan gençler duvarlara grafiti nakşetmek, geç saatlere kadar mangal partisi ve doğum günü kutlamaları yapmak, terasta müzik açık şekilde üstü çıplak uyumak gibi aktiviteleriyle kafamdaki “umursamaz insan” şablonuna oturmuş, rakiplerini uzak ara geride bırakmış, zirveyi kimseye kaptırmamışlardı. Sesi durduramasam da sesin geldiği yeri anlamlandırmış olmanın verdiği yarı huzur içimi kaplamıştı ki filmlerde kameranın yukardan çektiği yataktaki adamın gözlerinin aniden açılması klişesi gibi gözlerim bir anda açıldı. Açılır açılmaz karşı karşıya kaldığım tavanın beyazlığı, içine düştüğüm derin kuşkuyu kuvvetlendirdi; “Yoksa bu ses bizden mi geliyordu?”
Neden olmasındı. Evler kendi kendilerine bir anda çalmaya, çalışmaya başlayan elektronik cihazlarla dolu değil miydi? Cevap veriyorum: Doluydu. Yıllar önce 15 dakika filan da değil tam 3 gün boyunca dolap çekmecesinden gelen dijital metronom sesini komşudan gelen bir ses zannederek direkt olarak komşuya, dolaylı olarak kendime küfür etmemiş miydim? Cevap veriyorum: Etmiştim. Pil bitmesine yakın tuhaf sesler çıkaran kol saatleri, geym maçlar (bkz. 80’lerde çocuk olmak), elektrikler varken kapalı olduğu halde nedense elektriklerin kesilip tekrar gelmesiyle coşup çalışmaya başlayan dijital çerçeve, televizyon, alarmlı radyo, bilgisayar monitörü, müzik seti, sıradan ebeveynlerden usta yönetmenler yaratan bebek kameraları, bu şenliğe ritmik sesler çıkararak ve yanıp sönen kırmızı 00:00 yazısıyla katılan fırın, buzdolabı hep evimizde bulunan gizli düşmanlar değil miydi? Cevap veriyorum: Düşmanlardı. E o halde bu ses de basbayağı bizim evden geliyor olabilirdi. Hemen yataktan fırlayıp sesin gelmesi en muhtemel yer olan salona yöneldim. Bu yolculuk sırasında alarm sesinin netleşmesi şüphelerimi güçlendiriyordu. “İstemsiz ötme” potansiyeli yüksek ıvır zıvırların konulduğu televizyon sehpası çekmecesine yöneldiğim sırada ses desibelinin artan ivmesi beni mutfağa doğru çağırdı “dit dit diT diT dİT dİT DİT DİT”.
Mutfağın kapısına geldiğimde elimde olmadan ikinci bir sinema klişesine imza attım; bkz. kamera bir odanın içinden, kapıda durup anlamsız gözlerle bir şeye bakan adamı çekmektedir. Anlamsız gözlerle mutfak tezgahının üstündeki tuhaf alete bakıyordum. Üzerinde yanıp sönen ışık ve sesin uyumlu birlikteliği aradığımın “o” olduğunu doğruluyordu. Bu aleti daha önce bir ya da iki kez görmüş olmalıydım. Şekli ve boyutu benim kafamda kurduğum durup dururken ses çıkaran ve hemen kapatılması gereken alet tanımına uymuyordu. Bu, güzel tasarımlı, teknolojik, yeni ve YAKIŞIKLI bir aletti. Benden daha yakışıklı ve öten bir aletle karşı karşıyaydım.
Mutfak kapısında biraz daha bakıştıktan sonra (onun da bana baktığını hissediyordum) yanına ürkek adımlarla usul usul yaklaştım. Havalı turuncu şeffaf kapağından içine bakınca onu tanıdım. Yolda bir anda seni durdurup “Abi naber?” diyen, senin de o an tanıyamadığın ama karşıdakinin ısrarlı bakışları sebebiyle hatırlaman gereken biri olduğunu anladığın kişiye duyulan mahcubiyetle “haaaa yoğurt makinasıııııı” diyebildim. Meğerse uykumu böldüğü için sinirlendiğim ses aslında bize organik ve sağlıklı bir yaşamı müjdeliyormuş. Hayat kalitemizi arttırmak için gece gündüz durmadan çalışan (12 saatte anca mayalayabiliyor) bu ulu varlıktan özür dileyerek bize verdiği yoğurtlar için teşekkür ettikten sonra (uzak doğu kültüründe minnettarlık ifade eden hareketi yaparak) fişini çektim. Ses kesildi. Oh bee dedim. Ama kalbi kırılmasın diye içimden dedim.
Yatağa dönerken geçtiğim on iki adımlık yol boyunca, küçük ipuçlarını takip ederek hedefine ulaşmış bir hafiye gibi gururlu, grafitici gençlerin hakkına girdiğim için mahcup ama en önemlisi uykumun en güzel yerinde kalkıp 15 dakikadır bu saçmalıklarla uğraştığım için uykusuz hissediyordum. Mahmur gözlerle yatağın içinden bakan karıma “Yoğurt makinesiymiş” dedim. Milli görüş geleneğinden gelmediğini bildiğim halde bana Necmettin Erbakan Hoca’nın baş parmak işaretiyle karşılık verdi. Tam yatağa giriyordum ki kendisinden can alıcı soru geldi: “Yoğurtları dolaba koydun mu?” bu sözde soru cümlesine hiçbir cevap vermeden mutfağa gidip yoğurtları buzdolabına koydum. Dönüşümde hemen hemen aynı noktada bu kez “Kapaklarını açtın mı?” sözde soru cümlesiyle karşı karşıya kaldım. Tepkim farklı olmadı. Dolaptaki yoğurtların kapaklarını açtıktan sonra yatak odasının kapısına kadar geldim. Ama içeri girmedim. Bir süre kapıda bekledim. Karımın iyice daldığına emin olduktan sonra yatağa girdim. Uykunun baş düşmanı açık gözlerimle beyaz tavana baktım. Uykum kaçalı çok olmuştu. Ama fazla seçeneğim de yoktu. Zira bunca işi kapalı gözlerle yapmam bir faciaya sebep olabilirdi.
Alper Ocak’tan “Beşibiryerde” karikatürler
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.