DOLAR

36,1206$% 0.03

EURO

37,8058% 0.66

STERLİN

45,3443£% 0.87

GRAM ALTIN

3.383,74%0,49

ONS

2.914,54%0,48

BİST100

%

İmsak Vakti a 02:00
İstanbul KAPALI
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyonkarahisar
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkâri
  • Hatay
  • Isparta
  • Mersin
  • istanbul
  • izmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kahramanmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce
a

Metin Fidan’dan bir öykü: Utanmadan herkesin içinde

ad826x90
ad826x90
ad826x90

   Vicdan gibi yapışkan, insana rahat huzur vermeyen, kafasını didik didik eden başka bir duygu yoktur sevgili okurlar. Vicdan, iki aylık kira alacağı olan evsahibi gibi, asla peşinizi bırakmaz. Alacağı neyse alana dek sürekli peşinizde dolanır, musallat olur, elbisenizden, kolunuzdan filan çekiştirir. Ancak kendisini ciddiye alarak küçük bir sorgulama, yani muhasebe yaptığınızda sakinleşir, yanınızdan bir süreliğine uzaklaşır. 

ad826x90

   Şair Ersan Öztürkel’in de, böyle bitmek bilmeyen gizli bir derdi vardı. Vicdanı öterek, devamlı uyarı sinyali veriyordu. Bu gizli derdi yıllardır içinde kanayan bir yara gibiydi. Aslına bakılırsa, öyle fazla da düşünmüyor, normal hayatını sürdüyordu, ama geceleri birdenbire aklına geldiği oluyordu. Genelde aşk ve gemiler üzerine şiirler yazan Ersan Öztürkel’in derdi şuydu: Bu duygu yüklü şair, küçüklüğünde erkek kardeşini sürekli dövmüştü. Kafasına kafasına vurmuştu çocukcağızın. 

   Aslında kalıcı hasar veren dayaklar değildi, tabii yine de acımasızcaydı. Kardeşi, zavallı yavrucak, ağbisinin önünde diz çöküp ağlardı. Ersan Öztürkel’in aklına bazı geceler bu ağlama görüntüleri geliyor, adamcağızı neredeyse çıldırtıyordu. Daha sonra, kardeşinin dilini çıkartarak ve küfrederek kaçışını görüyor, kendisine uzaktan yaptığı ayıp el hareketlerini hatırlıyor, vicdan sızısı böylece biraz diniyor, üzüntü çılgınlığı geçiyordu. Gene olsa gene vururum! diyerek yalancı bir rahatlama içerisine sokuyordu kendini. 

   Bu anılara ortak olan bir iki eski mahalle arkadaşı, erkek kardeşinin kafaya atılan o tokatlar yüzünden aptallaştığını söyleyerek, şairin aklını daha da kurcalıyorlardı. Bu yersiz şakalar Ersan Öztürkel’i sinirlendiriyor, hatta gerçek olduğuna inandırıp daha fazla üzülmesine sebep oluyordu. Halbuki, kardeşi Talat Öztürkel, başarılı bir yöneticiydi. Bahariye caddesindeki üç katlı bir sinema salonunun işletmeciliğini yapıyordu. Ağbisi gibi bir yuva kurup evlenememişti, ama herhalde bunda da kafasına atılan şaplakların suçu olamazdı. Zaten çok güzel, Fransız bir bayan arkadaşı vardı. 

ad826x90

   Hiç lafı uzatmaya gerek yok sevgili okurlar. Şair Ersan Öztürkel’in bu tuhaf derdiyle nasıl uğraştığını, günlerini bu vicdan azabıyla nasıl geçirdiğini, hattâ karısıyla bu konuda aralarında geçen konuşmaların detaylarını anlatarak değerli vaktinizi çalmayacağım. Hemen asıl olaya geçeceğim. Zaten öykümüzün tek ilginç yanı da bu olay! Onun dışındakilerin bir esprisi yok, hepsi bildiğimiz şeyler: Çevremizde maalesef, erkek kardeşine dayak atan ağbi oranı hatırı sayılır derecede yüksek. Dayak günümüzde, ve memleketimizde ne yazık ki bir disiplin yöntemi olarak kabul görüyor. Okulda bazı öğretmenler bu yönteme başvuruyor. Karakolda polis seve seve uyguluyor aynı yöntemi. Keza, askerimizin pek hoşuna gidiyor gene. Ben de bu toplumun bir malıyım! Şurada iki süslü laf ettim diye sütten çıkmış ak kaşık sayılmam. Benim de kimi zaman bu disiplin yöntemine başvurduğum oldu istemeden. Oğlumun ensesine üç beş şaplak patlattım. Ama sonra çok üzüldüm ve dakikalar boyunca hüngür hüngür ağladım. Bir de kedim var, onu da ısırarak severim. Sevme yöntemim biraz kabadır. Her ne ise, biz şairimize dönelim hemen: 

ad826x90

   Ersan Öztürkel’in, bu vicdan meselesi yüzünden, son dönemde sanatsal yaratıcılığı da etkilenmişti. Ya da o öyle sanıyordu. 

   Çekinerek karısına bile sordu, “Ben artık sahiden yazamıyorum mu yoksa? Bu eski mesele kafama girip zihnimi mi meşgul ediyor sence? Ne dersin?” dedi. 

   Karısı, “Ay, ben ne bileyim!?” diye cevapladı. “Belki de dediğin gibi  olabilir. Git bir özür dile istersen. Özür dile, kurtul.” 

   Bunun üzerine şair, acilen son kararını verdi, ve bir akşam üzeri kardeşinin iş yerine doğru yola çıktı! Zaten iki aydır aklındaydı. Sadece o günü bekliyordu. “Perşembe midir, Salı mıdır, adı önemli değil, işte o gün bu gündür!” diye kendi kendine merdivenlerde bağırdı. Telefonla duygusal bir mesaj yazarak, hattâ mesleki ustalığını konuşturup bir mektup kaleme alarak bile değil, direkt ayağına kadar giderek, kardeşinin yüzüne karşı özür dileyecekti. Üstelik kuru bir özür de olmayacaktı bu. Aklında başka birşey vardı. 

ad826x90

   Biraz acele alınmış bir karar olduğu belliydi. Ersan Öztürkel, bir gün önce ağır bir gripten yeni çıkmıştı. Geceleri ateşli rüyalarında, kafasına şaplak atılmış ağlayan kardeşini gördüğünü sanıyordu. Halbukisi gördüğü, daha doğrusu duyduğu, sokaktaki kullanılmayan bir hurda kamyonun kasasında bağırışıp tepişen azgın kedilerdi. 

   Sinema salonunun kapısına dayandığında, şair kendini biraz bitkin hissediyordu. Eliyle kenara tutundu. Düşüncelerini kontrol ettiğinde ise, istek ve inanç gücünü yerinde gördü! Bu akşam, belki de aile ilişkileri konusunda daha önce duyulmamış birşeyi başaracaktı. Büyük bir başarı sayılmasa bile, en azından kesinlikle çok doğru birşeyi yapmış olacaktı. Gözleri çakmak çakmak yanıyordu. Hâlâ ateşli hastalığın etkisinde de olabilirdi. Kapıdaki üniformalı adam, önce bilet soracaktı, sonra onu bir yerden tanıdığını hatırladı. 

   “Hoşgeldiniz ağbi,” diyerek, onu eliyle içeriye buyur etti. 

   Ersan Öztürkel, lobiye birkaç adım attı, sonra durup, “Nerede o!? Kardeşim nerede!?” diye bağırmaya başladı. 

   Tam geçmeyen hastalığının etkisiyle sesinin çıkmadığını sandığından, gereğinden yüksek bir sesle konuşuyordu. 

ad826x90

   Sinema binasının üst katında bir erkek kafası göründü, aşağıya eğilip baktı. Şairin kardeşiydi bu. 

   Ersan Öztürkel, çok güzel bir saç traşı olmuştu. Şimdi “Haydaa! Ne alaka?” diyeceksiniz. Haklısınız, benim hatam. Çünkü az evvel araya sokup anlatmayı unuttum. Ersan Öztürkel, sinema binasına gelmeden önce çarşıdaki bir berbere girerek saçını kestirmişti. 

   “Nasıl olsun?” diye sormuştu berber kalfası. 

   “Kısa olsun,” demişti şair, “Oldukça kısa. Kulaklar ve en önemlisi ense iyice açılsın!” 

   Talât Öztürkel, yukarıdan ağbisinin yeni traşlı kafasına bakarken, nerdeyse kırk yıllık kardeşini tanıyamayacaktı. 

   Elindeki defterleri, çıktığı odaya geri baktı. Sinemanın gişecisi ile bilet hesabı yapıyorlardı. “Niye geldi şimdi bu salak” diye düşündü. O da ağbisini sevmiyordu. Hattâ yazarlığını ve şairliğini de sevmiyordu! “Basit, aptalca şeyler. Bir yerinden uydurduğu gerizekalı cümleler,” diyordu.

   Bu konuda aralarında tuhaf şeyler yaşanmıştı zamanında. Küçük kardeş Öztürkel, kendisinin de aslında ‘sanatçı’ olmayı istediğini, aralarında çıkan çeşitli tartışmalarda itiraf etmişti. Ağbisini, mesleği sebebiyle biraz kıskanıyor, üstelik onun bu mesleğin şânını hak etmediğini düşünüyordu. Öyle ki, bir dönem işi inâda bindirmiş, internet sitesinde kendi yazdığı kısa hikayeleri ve şiirleri yayınlamıştı. Bir şiiri, İtalyan kahveleri ve mozaik pastalar hakkındaydı. Ersan Öztürkel, bunu tesadüfen görmüş, kahkahayı basmıştı. Onun bu çekememezliğine şaşırıyordu. Kardeşi bir keresinde kendisine: “Ben çalışıp eve bakmak zorunda kaldım, ama sen fırsattan istifade sanatçı oldun!” diye çıkışarak, durumu tamamen dramatize etmişti. Oysa ki hesap bu kadar basit değildi. İki kardeşin de çalıştığı, veya ikisinin de tembellik edip az çalıştıkları, veyahut bir tanesinin çalışıp diğerinin çalışmadığı ya da tersinin yaşandığı eşit dönemler olmuştu.

   Kısacası, iki yetişkin adam arasında yeterince bir soğukluk mevcuttu. Gene de kardeştiler tabii. İşletmeci kardeş, elindekileri odaya bıraktıktan sonra aşağıya indi.

   Ağbisi, onu merdivenlerin önünde karşıladı. İkisi de bir an ne yapacaklarını, ellerini kollarını nereye koyacaklarını bilemediler. Çarşıda sokakta tesadüfen karşılaşmaları dışında neredeyse üç dört senedir karşı karşıya gelmemişlerdi. 

   Ersan Öztürkel, burnunu çekip derin bir soluk aldı. Ve kafasını eğerek, yeni traşlı parlak ensesini kardeşinin önüne uzattı: 

   “Patlat bir tane!” dedi. “İstersen iki tane patlat. Hattâ üç tane de olabilir. Patlat lütfen! Yıllarca mahallede arkandan koşup yakaladım, dövdüm seni. Kafana acımasızca şaplaklar attım. Şimdi sıra senin! Vur, çekinme!” 

   Şair, hızlı ve bağırarak konuştuğundan soluk soluğa kalmıştı. Ter içerisindeydi. Salon görevlisi tanıdık bir genç kızcağız yaklaştı, üzerinden pardesüsünü çekip aldı.

   “Dışarısı ayaz. Verin lütfen. Sonra birden çıkınca üşütmeyin.”

   Ersan Öztürkel, pardesüsü alındıktan sonra başını tekrar kardeşinin önüne eğdi. Ters durduğunu fark ederek az yana döndü, ensesini doğru bir açıdan uzattı:

   “Buyur, vur oğlum! İnan ki hakkındır! Sana az çektirmedim. Patlat, şaklat canının çektiği kadar!” 

   Kardeş Öztürkel, fecii şaşkındı, ne halt edeceğini, nasıl davranacağını bilmiyordu. Ağabeyi olacak hıyarın “Ben sanatçıyım, ve sanatçılar hep özgün, değişik şeyler yaparlar” bahanesiyle, bazen eşek şakaları yaptığı olurdu eskiden. Ancak bu bir şakaya da benzemiyordu. 

   İçerideki salonda birazdan suare, yani günün son film gösterimi başlayacaktı. Bu binada aynı zamanda konser, opera ve tiyatro gösterileri de düzenleniyordu. Lobide bekleşen insanlar, bu olayın sürpriz ve doğaçlama küçük bir şov olduğunu sanarak ağabey ve kardeşin etrafına toplanmışlardı. 

   Şair, ilk dakikalardaki hırsından hiçbirşey kaybetmemişti ve olayı gittikçe duygusallaştırıyordu: 

   “Vuruver hadi, yalvarıyorum! Hatıraların ve zamanın acımasızca sertleştirdiği o dost elinle şaklat bir tane! Yıllarca eziyet ettim çünkü sana. Biliyorum, aynı şey değil! Bana üç beş şaplak patlatman acılı geçmişimizi değiştirmeyecek. Ama bu sembolik birşey. Sen de şiir yazıyorsun, sembol filan nedir bilirsin!? Şiirin güzeldi bu arada, beğendim! Dizelerde vanilya ve çilek sözcükleri fazla geçiyor ama olsun! İçten yazmışsın belli ki. Tamam, patlat şimdi bir tane! Sen enseme en az dört şaplak atmadan gitmem buradan.” 

   Boynu eğik şair, bunları söylerken çaresizce, yerdeki fayans döşemeye bakıyordu. Burnundan damlalar düşüyordu parlak zemine. 

   Kafasını kaldırıp, tekrar kardeşinin tavrını kontrol etti. Vurmaya niyetlenmek bir yana, öyle şapşal gibi dikildiğini görünce tepesi attı. Gözleri de kararmaya başlamıştı artık. İyi bir dinlenme geçirmeden bir de bu saçmalığı yaşadığından, mikroplar vücuttan tam çıkacaklarken vazgeçip geri dönmüşler, hastalığı tekrar nüksetmişti. Ama pes etmiyordu. Ateşli bir çılgınlığın pençesinde, bağırarak gösterişli laflar ediyordu. Lobideki müşterilerden ıslık öttürüp alkışlayanlar bile oldu. Ersan Öztürkel, son kez şunu dedi: 

   “Allahaşkına vur, canım kardeşim! Elini korkak alıştırma. Ben sana hiç acımadım, sen de acıma. Patlat hadi… Aaağ!” 

   Arkalardan yanaşan yaşlı bir adam, “Eh, çok istiyorsan al öyleyse!” diyerek, şairin ense köküne, kemikli elini kürek gibi indirmişti! 

   Şair zaten bitkindi, bu darbeyle inleyerek yere yıkıldı, öylece oraya yapışıp kaldı.

   “Küçücük kardeşini acımadan dövmüş. Bir de utanmadan herkesin içinde söylüyor. Gaddar köpek, zalim!” diye söylenen yaşlı adamı, kolundan tutarak uzaklaştırdılar. 

   Sonra şairi de yerden kaldırıp yumuşak bir koltuğa oturttular. Az önce pardesüsünü alan kız, limonlu sıcak bir ıhlamur getirdi. 

   Şair, eğer kafasını biraz daha kaldırabilseydi, kardeşinin bıyık altından sırıtışını görebilirdi. Kardeşi, “Allahın sopası yok işte. İyi oldu bu,” diyordu herhalde. 

   Karısına telefon ettiler. Ersan Öztürkel’i sinema binasından almaya geldi. Kardeşi, son anda saçma bir nezaket gösterip, “Yenge, isterseniz hemen gitmeyin, oturup filmi izleyin? Yeni geldi bu film!” dedi. Şairin, şu durumda film izleyecek hali yoktu elbette. “Daha sonra, Talât,” dedi, Ersan Öztürkel’in karısı. Bir taksiye binerek eve gittiler. Kardeş Öztürkel de yukarıdaki odasına geçip, bilet hesaplarına geri döndü.

Öykü, Metin Fidan’ın Kara Karga Yayınları’ndan çıkan “Jüpiter Kaç Lira?” kitabından alınmıştır.


ad826x90
ad826x90
YORUMLAR

s

En az 10 karakter gerekli

Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.

Sıradaki haber:

Aytemis Yalanlar Diyarında: Behiç Pek yazıp çiziyor!

HIZLI YORUM YAP

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.