34,2344$% -0.06
37,2817€% -0.31
44,7896£% 0.01
2.930,48%0,46
2.663,46%0,55
8.860,30%1,85
“Ben böyle yol görmedim arkadaş… Taşlı olur anlarım, çukurlu olur tamam… Tırtıklı yol ne amk? Zangır zangır arabanın anası skildi.”
“Sakin ol şampiyon, az kaldı. İlerde bi köy var, ondan sonrası asfalt.”
“O köyde bakkal çakkal bi şey vardır umarım. Araba hararet yapmaya başladı, su almam lazım.”
“Bakkal da neymiş? Market var olm. İzzet Market. Hem de iki “Z”li.
********
Aklı bozuk yol ve hararet göstergesinde olan İshak güzelim espriyi kaçırmıştı. “Migros’larda oluyo ya MM ya da MMM hesaabı.” diye espriyi açıkladığım halde gülmeyince fıkrasına gülünmeyen adam gibi hissettim kendimi. Demek ki kötü espriymiş.
“Hah! Geldik işte. Marketin önü boş, oraya park et.”
Arabadan çıktık. Maskemi çene altına indirip bi sigara yaktım. Etrafta fotoğraflık bi şeyler var mı diye bakınırken İshak “Marketten bisküvi falan alayım mı? Acıkmaya başladım ben” dedi.
“Alma alma. Geldik sayılır. Bak şu ilerdeki köyu görüyor musun? Orası balıkçı köyü, balık yeriz orda.”
“Olm şekerin düşünce sinirli oluyosun ya o bakımdan şeyettim”
“Gerek yok. On dakkalık yolumuz kaldı. Mis gibi balık yiyecez işte. Bisküvi ile balığın önünü kesmeyelim”
Marketten elinde beş litrelik suyla gelen İshak kaputu açıp karbüratöre su doldururken bir köylü yanaştı.
“İstanbullusunuz galiba…"
Adam maskesiz olduğu için bir adım geri çekilerek “Evet” diye cevap verdim. 34 plakadan İstanbullu olduğumuz kabak gibi ortadayken “Belli belli! Kıyafetinizden belli amk” gibi bişeyler mırıldanıp yanımızdan uzaklaştı. Tatilde olduğumuz için ikimiz de şort, tişört ve güneş gözlüklerinden oluşan standart kıyafetler içindeydik.
“Bu neydi şimdi böyle?” dedi İshak kaputu kapatırken. Sigaramı söndürüp marketin önündeki çöp kutusuna attım. “Sittiret. Hadi gidip balık yiyelim.”
Sonunda asfalt yola çıkmıştık. İshak’ın yüzü gülmeye başlamıştı. Yunan müziği açmış yolun keyfini çıkarıyordu. Ben de pencereden sarkmış masmavi gökyüzündeki pamuk gibi bulutların fotoğraflarını çekiyordum.
“Lan oolum o parkinsonlu elle çektiğin fotoğraflar nasıl net çıkıyo?
“Yüksek enstantane.” diye cevap verince İshak arabayı durdurdu.
“Nooldu? Zoruna mı gitti?” dedim gülerek.
Eliyle “Parion Kazı Alanı” yazan tabelayı göstererek “Girip bakalım mı?” dedi.
“Ya nesine bakıcan? Kazı alanı dediğin etrafı dikenli tellerle çevrilmiş kırık dökük bir kaç duvar, bi tane de merdiven gibi tiyatrodur. Aynısından bin tane gördük daha önce.”
“Bayılıyorum senin şu engin tarih bilgine” diye laf sokup arabayı çalıştırdı İshak. “Şu derenin paralelindeki toprak yola sap” dedim.
“Gene mi toprak yol?”
“Merak etme çok kısa bi toprak yol. Bak deniz görünüyo bile.”
Toprak yolu bitirince derenin denize kavuştuğu yerde bir pajın önünden geçip köye girdik. İlk dikkatimizi çeken şey köyün girişindeki tabela oldu. Kocaman kırmızı harflerle “KÖY İÇİNDE PLAJ KIYAFETİYLE GEZMEK YASAKTIR” yazıyordu. İshak’la birbirimize baktık. “Lan şimdi şortluyuz diye bize laf etmesinler” dedi İshak, tedirgin bi ses tonuyla.
“Yok oğlum öyle değil. Üstümüzde tişört var bizim. Sadece şortla ya da sadece mayo ile üstü çıplak gezmekten bahsediyorlardır” diyerek İshak’ı rahatlatmaya çalıştım. Köyün kahvesinin önünden geçerken çay içen köylülere el sallayıp selam verdim. Biri bile selamıma karşılık vermedi. Sadece bakışlarıyla biz gözden kaybolana kadar takip ettiler. İshak araba kullandığı için bu selamlaşma fiyaskosunu görmemişti. Tabeladan tedirgin olan İshak’ı daha fazla germemek için hiç bi şey olmamış gibi davrandım.
“Aha! İşte balıkçı lokantası. Arabayı gölge bi yere park edelim de dönüşte pişmeyelim” dedim. Durup etrafa bakındık. En yakın gölgelik alan lokantadan yaklaşık yüz metre ilerideki iki ağaçtı. Yüz metre güneşte yürümek dönüşte fırın gibi ısınmış arabada seyahat etmekten iyidir diyerek ağaçların oraya geldik. Büyük olan ağacın gölgesine iki araba park etmişti. Küçük olan ağacın gölgesine girebilmek için arabayı neredeyse ağaca değecek kadar yanaştırmamız gerekiyordu. Ben arabadan inip İshak’a gel gel yaparak iyice yanaşarak park ettik.
********
Balık lokantasından çok bir çay bahçesine benziyordu. Giriş kapısının solunda mutfak olduğu belli olan küçük bir kulübe ile beton zemine dizilmiş plastik masa ve sandalyelerden oluşuyordu. İçerisi boş sayılırdı. Sadece bir masada bir kadınla bir adam çay içiyordu. “Tahminim doğruymuş. Burası aynı zamanda çay bahçesi olarak da hizmet veriyor” diye düşünürken kadın apar topar masadan kalkıp mekanı terk etti. Bayağı kapıdan çıkıp gitti.
Adam çayından bir yudum alıp ayağa kalktı. Eliyle masalardan birini işaret ederek “Hoşgeldiniz. Şu tarafa, gölgeye alayım sizi” dedi. Meğer mekan sahibiymiş masadakiler. “Hoş bulduk” diyerek gösterdiği masaya oturduk. Benim balık kültürüm “Kılçıksız olursa daha kolay yerim” den ibaret olduğu için sipariş olayını İshak’a devrettim. Siparişleri alan adam “İçecek bi şey ister misiniz?” diye sorunca “Şöyle buz gibi birer bira iyi gider” dedim.
“Bira satışımız yok!”
“Peki. İki soda alalım o zaman” dedim.
“Tamam” deyip siparişleri hazırlamak için mutfağa gitti adam. Biz de cep telefonlarımızı çıkarıp mesajlarımızı falan kontrol ederek bir süre oyalandık. Biraz da geyik muhabbeti falan derken bi yirmi dakikayı devirdik. Siparişler hala gelmemişti. Bizden başka müşteri de yoktu.
“Amma uzun sürdü ha… Bi balık pişirmek ne kadar vakit alır ki? diye sordum İshak’a.
“Salata malata bi şeyler de hazırlıyordur. Hem böyle yerlerde insanların acelesi yoktur. Ağır ağır yaparlar. Biraz daha bekleyelim”
Yarım saat geçti, kırk dakika oldu hâlâ balıklar gelmedi.. Dönüp mutfağa baktım. İçerde hiç hareket görünmüyordu. Balıkları bırak, ortada adam da yoktu. Şekerim düşmeye başlamıştı.
“Keşke o bisküvileri alsaydık marketten” dedim İshak’a.
“Dedim olum sana!”
“Ya nebleyim böyle olacağını”
“Kalkalım istersen. Başka bi yerde yeriz”
Tam bu sırada kapıdan siyah takım elbiseli bi müşteri daha girdi. Adam bizim masaya doğru yürüyordu. ‘Bi şey soracak heralde’ diye düşündüm. Herif sandalyeyi çekip direkt oturdu masamıza. Ne bi şey soruyor, ne de söylüyordu. Bi bana, bi İshak’a bakıp duruyordu sadece. Ortalık acayip gerilmişti. Sonra masaya doğru eğilip sol dirseğini masaya dayadı. Sağ elinin avuç içini bize göstererek “Siz hayırdır?” dedi.
“Pardon. Anlamadım” diye lafa girdi İshak.
“Siz diyorum. Ne ayaksınız? Mayoyla güneş gözlüğüyle falan köyün içinde… Ha?”
“Bunlar mayo değ…"
“Şşşşt! Cevap verme” diye İshak’ın sözünü kesti.
‘Mayoyla güneş gözlüğüyle falan’ lafı takıldı aklıma. Mayoyu bi nebze anlar gibiyim. Hani köyün içinde yarı çıplak gibi gezinmesin diye insanlar. Tabelayı da o yüzden asmışlar da ‘güneş gözlüğü’ ne amk? Ben bunları düşünürken bi taraftan da şekerim düştüğü için sinirlenmemeye çalışıyordum. Çünkü sinirlenirsem böyle bir adama atar yapıcam ve balık yerine temiz bir dayak yiyecez. Terlemeye başladım. Herif bana dönüp “Ne o? Arabanız gibi hararet yaptın bakıyorum” dedi.
Haydaaa… Bu ne şimdi amk? Arabamızın hararet yaptığını nasıl bilebilirdi ki? Herifle göz göze gelmemek için çaresizlik içinde etrafıma bakınırken kapıda başka bi adamın “kelebek” denen bıçağı sallayıp bize baktığını gördüm. Bu bir önceki köyde bize yanaşıp “İstanbullusunuz galiba” deyip uzaklaşan adamdı.
“Bira da sormuşsunuz” lafını duyunca bakışımı tekrar masadaki herife yönelttim. “Efendim?” diye devam etti soru sormuş gibi. Sonra masada duran telefonlarımızı kendi önüne çekip kurcalamaya başladı. İshak’ın en hoşlanmadığı şeydir telefonunun izinsiz kurcalanması… Tam müdahale edecekken elimle İshak’a “dur” işareti yaptım. Bir süre kurcaladıktan sonra telefonlarımızı ceketinin iç cebine koyarken sert bir tonla: “Arabada pantolonunuz yok mu? Hadi gidip giyinin çabuk!” diye emir verdi bize.
Herif göz göre göre telefonlarımızı çalıyordu ve biz gıkımızı bile çıkaramıyorduk. İshak’a kafamla ‘hadi gidelim’ işareti yaptım. Arabaya doğru yürürken kısık sesle “Arabaya atlayıp uzayalım burdan” dedim.
“Telefonlar nolucak?”
“Skmişim telefonu… Yürü oğlum yürü!”
Yaşadığımız tüm bu gerginlik yetmiyormuş gibi kapıda kelebek sallayan diğer adamın yanından geçerken adam kelebek bıçağın sivri ucunu kendi çenesine nerdeyse kanatacak kadar bastırıp “Burası İstanbul değil… Adam olun biraz, adam?” diye tehdit etti bizi.
Bir an önce burdan uzaklaşmak için adımlarımızı hızlandırıp arabaya doğru yürümeye başladık. Bizi takip ediyorlar mı diye arkama dönüp baktım. Kimsenin gelmediğini görünce rahatladım.
“Ucuz yırttık haa…” dedim.
“Neresi ucuz monakoyim? O telefon kaç para biliyor musun sen?
“Oğlum ne telefonu? Götü kaybediyorduk az daha. Hadi hadi daha hızlı.” diyerek kalan mesafeyi koşarak arabanın yanına vardık.
“Hassiktiir! Şimdi yrrağa yan bastık işte”
Arabanın tam arkasına bi araba daha park etmişti. Önümüzde ağaç, arkamızda araba çıkmanın imkanı yoktu. Etrafta da kimse yoktu ki ‘Araba sizin mi?’ diye soralım… Çaresizce etrafımıza bakınırken kelebekli ve takım elbiseli adamın bize doğru çok yavaş adımlarla yürüdüklerini gördüm. Açlıktan şekerim iyice düşmüştü. Şekerim düşünce parkinsondan dolayı titreyen sol elim daha da çok titremeye başlardı. Görenler heyecandan titrediğimi zannederdi. Bunun bir sonraki adımı sinirlenmeydi. Sinirlenince de karşımdaki kim olursa olsun atar yapardım. Bu yüzden bir kaç defa dayağın eşiğinden dönmüştüm.
Adamlar yanımıza geldi.
“Ee… hani? Pantolonları giymemişsiniz.” dedi takım elbiseli olan. “Pantolon falan yok sizde di mi? Merak etmeyin biz sizi giydiririz. Beni takip edin” diyerek yürümeye başladı.
Donakalmıştık. Öbür adam kelebeği “Şlak! Şluk!” diye iki kere çevirip bıçağın ucu ile yürümemizi işaret edince mecburen takım elbiseli adamı takip etmeye başladık. Kelebekli de kaçmaya teşebbüs etmeyelim diye arkamızdan yürüyordu. Elimin aşırı titrediğini gören kelebekli korkudan titrediğimi zannedip “O kadar korkma lan. Az giydirecez.” diye gülmeye başladı.
Resmen dayak yemeye gidiyorduk. Bi ara “İmdaat, yardım edin!” diye bağırmayı düşündüm ama belli ki bu herifler kendilerince buranın güvenliği ve namusunu korumakla görevliydi. Kimsenin bu tiplere karşı geleceğini sanmıyorum. Bağırmam “Az giydirecez” den “Kat kat giydirmeye” yol açmaktan başka işe yaramazdı.
Takım elbiseli adam bir bakkala girip “Selamün aleyküm” dedi. Bakkal “Aleyküm selam” diyerek tezgahın arkasındaki kapıyı açtı ve kenara çekildi. Takım elbiseli olan kapıyı göstererek “Şöyle buyrun beyler” dedi. Biz girmek istemeyince kelebekli arkamızdan bıçağın sivri ucuyla kapıya yönlendirdi.
İki odadan oluşan bir depoydu burası ve içerisi bira kasalarıyla doluydu. İshak’ı diğer odaya götürdü kelebekli. Ben de takım elbiseliyle kalmıştım. Herif kasadan bir bira alıp açtı ve bana uzatıp “İster misin?” dedi ve sonra şişeyi kafasına dikip içmeye başladı. Bu arada diğer odadan bir yumruk sesi ardından İshak’ın acı içinde inleme sesi duyuldu. Dayak faslı başlamıştı. Peş peşe iki yumruk sesi daha ve İshak’ın yere düşme sesini duyunca İshak’ın bi bakıma şanslı olduğunu düşündüm çünkü dayak seslerini dinleyerek sıranın bana gelmesini beklemek psikolojik olarak çok yıpratıcıydı. Üçüncü vurma sesi yumruk sesine hiç benzemiyordu. İshak’ın “İiiiiiiiğğh!” diye tiz inlemesinden taşaklarına tekme yediğini anladım.
Dayak sesi dinlemek dayaktan betermiş. Benimki ikinci birayı açmış içiyordu. Sinir noktam gelmeden dayağımı yesem de bitse diye düşünüyordum. Sinirlenip atar yapmam dayağın miktarını arttırmaktan başka işe yaramayacaktı. Sinirlenme noktamın gelmemesi için başka şeyler düşünmeye başladım.
Nerden aklıma geldiyse, bundan bir kaç yıl önce kış vakti bu civarda başka bir köye fotoğraf çekmeye gelmiştim. Köyün kahvesinde sobanın başında çayımı içerken yan masadaki adamların konuşmasına kulak misafiri olmuştum. Bu bölgenin mafya babası olan Kara Memed ve sağ kolu olan Musa Dayı diye birilerinden bahsediyorlardı. Özellikle Musa Dayı’nın bir arsa anlaşmazlığını çözerken kullandığı yöntemin ne kadar korkutucu olduğundan falan konuşuyorlardı. Dayak sıramı beklerken aklıma gereksiz bir fikir geldi. Fikir şuydu: Kara Memed’in tanıdığı rolü yapıp dayaktan kurtulmak. Fakat bunu inandırıcı bir ses tonuyla söylemek için Haluk Bilginer kadar rol kabiliyeti gerektiriyordu. O yüzden vazgeçtim.
Benimki ikinci birasını bitirip şişeyi yere attı. Şişe daha yere değmeden sol gözüme gelen yumrukla yere kapaklandım. İbnenin evladı haber vermeden vurunca erteleyip durduğum o ‘sinirlenme anı” gelmişti. Artık ben ben değildim…
“Amoğa koduğum çocuğu!” diye bağırarak yerden kalkıp herifin burnuna bi kafa attım. Herifin kırılan burun kemiği alnımı kesmişti. İkimiz de kan revan içinde kalmıştık. Herifin yaşadığı şaşkınlıktan kurtulup yerden kalkmasına fırsat vermeden az önce fırlattığı şişeyi kırarak üzerine çullandım. Kırık şişeyi boğazına dayadım. “Bu yaptığınız yanınıza kâr mı kalacak sanıyorsun lan orospu çocuğu? Eninde sonunda Kara Memed'in kulağına gidecek. O zaman götünüzden şırıngayla kan çekecekler.”
Lafım bittiği anda boğazıma serin bir metalin değdiğini hissettim. İshak’ı döven diğer adam bir eliyle saçımdan tutmuş diğer eliyle bıçağı boğazıma dayamıştı. Kırık şişeyi yere attım. Burnu kırılan adam elini burnundan çekip elindeki kana baktı ve ayağa kalkarken “Bak seen… Kimleri de biliyormuş bizim İstanbullu” dedi.
Bir cebinden mendil çıkarıp kanayan burnuna bastırırken diğer eliyle belinin arkasında sakladığı tabancayı çıkarıp kafama dayadı. Amına kodumun şeker hastalığı! N’olurdu sanki şu sinir krizi bi yarım saat geç gelseydi. Gereksiz atar ve blöf yapmadan paşa paşa dayağımızı yiyip evimize gidecektik. Şimdi işler iyice boka sarmıştı. Ne atarım ne de blöfüm işe yaramıştı.
“Bi düşün bakalım… Sizi burda öldürüp küçük parçalara ayırıp balıklara yem yapınca Kara Memed’in nasıl haberi olacak? Haa!?”
O anda bir ampül yandı bende… ‘Kara Memed’in nasıl haberi olacak?’ dediğine göre biraz inanmış gibi geldi. Şansımı son bir kez denemeye karar verdim.
“Asıl sen düşün. Musa Dayı gelip bizi sorduğunda ne diyeceksin? Bizi buraya bir arsa işi için o gönderdi.”
Yere düşen kelebek bıçağının sesini duydum önce. Sonra bana bıçak dayayan adamın saçımı bırakıp ağlamaklı ses tonuyla “Mu… Musa Dayı mı?” dedikten sonra düşercesine az önce benim oturduğum bira kasasına oturduğunu duydum. Bana silah dayayan herif silahı beline geri koydu.
“Kalk kardeşim kalk. Kusura bakma bi yanlış anlama oldu” diyerek yerden kalkmama yardım etti. Sonra kelebekli adama dönüp “Sen de kalk ordan çabuk! Arabayı çek, arkadaşların yolunu aç! Fırla!” diye bağırdı. Peşinden taşaklarını tutarak kalkmaya çalışan İshak’a dönüp “Sen iyi misin kardeş?” diye sorunca İshak büyük bir şaşkınlık ifadesiyle “Neler oluyor?” diyebildi sadece. Adamın kafası İshak’a dönükken sus işareti yaptım İshak’a.
“Osmaan! Çabuk havlu kağıt ve su getir buraya!”
Bakkal elinde kağıt havlu ve suyla içeri geldi. Yüzümüzdeki kanları temizledikten sonra adam cebinden telefonlarımızı çıkarıp bize verdi “Gidebilirsiniz” dedi.
Bakkaldan çıktığımızda İshak hala taşaklarını tutuyordu “Araba kullanabilecek misin?” diye sordum. “Kullanırım. Sadece yürürken acıyor. Oturunca problem yok da neler oluyo .mına koyim? Anlatsana.”
“Yolda anlatırım… Bi arabaya binip yola çıkalım da…”
Arabaya bindik yola çıktık ama köyden çıkana kadar her an bi şey daha olacak diye hala tedirgindik. Asfalta çıkıp gaza kökleyince derin bir nefes alabildik.
Eve dönüyor olmamıza inanamıyorduk.
Netflix filminden uyarlanan Düş Yakamdan Şeytan raflara çıkıyor
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.