35,9851$% 0.26
37,4582€% 0.17
44,8949£% 0.48
3.312,95%0,52
2.865,52%0,32
9.853,34%0,11
Şehrimizde iki kişinin bir araya geldiğinde heyecanla yaptığı konuşmalar bir sıralamaya koyulsa, ilk 5’e girenlerden bir tanesi rahatça aşağıdaki olur:
“Şu trafiğe bak! Her arabanın içinde bir kişi var. En azından dört kişi aynı arabada yolculuk etse, trafik sıkışıklığı diye birşey kalmaz.”
Birçok kişinin mantıklı bir çıkış noktasıyla sözünü ettiği, fakat bir fanteziden, bir hayalden öteye geçiremediği bu olayı, biz yakın bir zamanda gerçeğe dönüştürdük sevgili okurlar! Ben ve komşularım yaptık bunu. Aslına bakarsanız ilk başta kolay oldu. Yalnız sonrasında çok tatsız gelişmeler yaşandı. Buyrun, anlatayım:
Müsaadenizle, bilgisayar dilindeki ifadeyle “kopyala-yapıştır” yapacağım şimdi. Yukarıdaki bir paragrafı aynen kopyalıyorum: “Şu trafiğe bak! Her arabanın içinde bir kişi var. En azından dört kişi aynı arabada yolculuk etse, trafik sıkışıklığı diye birşey kalmaz!” Evet, karşılıklı konuşuyorduk ve bu coşkulu tespit aynen, bir kez daha yinelenmişti. Elindeki poşetlerle Salı Pazarı’ndan dönen ikinci kattaki komşumuz Erdinç Bey ile karşı komşumuz Orhan bey ve ben, apartmanımıza giden sokağın başında dikilmiş, minibüs caddesindeki feci sıkışıklığı izleyerek laflıyorduk.
“Bu nedir arkadaş? Bakar mısınız lütfen şuraya. Gerçekten de her arabanın içinde bir kişi var! Hadi iki kişi olur, anlarız. İnsan karısıyla, sevgilisiyle rahatça, özgürce bir yolculuk yapma hakkına sahiptir dersin geçersin. Fakat, bir kişi yahu? Yazık aracın içindeki o kadar boşluğa!”
Orhan bey, kabaca bir hesap yaptı:
“Şu geçen belediye otobüsü de bayağı boş sayılır. Arabalı olan insanlardan en az elli kişi daha alsa bu otobüs diyelim. Elli arabalık taze yer açılacak yani trafikte. Dile kolay.”
“Tabii canım!” diye öfkeyle elini kaldırdı Erdinç bey.
“Allahaşkına, şuna bir bakın. Nasıl da kurulmuş sürücü koltuğuna. Parmaklarında sigarası, elinde telefonu, önünde CD-çaları. Kolunu da bırakmış çengel gibi dışarıya. Ey cahil, bu neyin çalımı!? Bir metre yol alamadan öylece kıpraşıyor, bomboş arabanın içinde konforlu bir eziyet çekiyorsun! Seni görmemişin oğlu, medeniyet düşmanı…”
Güneş gözlüklü adam, sahiden de gıcık bir tipe benziyordu. Gene de tartışmanın dengesini oluşturmak adına onu korudum:
“Canım, oturmak istiyor işte insanlar. Heh heh, kıçlarını bir yere koymak istiyorlar. O daha mühim geliyor herhalde, bir yere çabuk varmaktan.”
“Vallaa, kusura bakma Metin bey, ben kıçımı bir yere dayamadan bir süre havada tutmayı tercih ederim. Yeter ki hareket ederek bir an önce evime varayım. Böyle ahırdaki inek gibi saatlerce beklemek daha yorucu.
“Eh, orası öyle.”
Bir süre sustuk, sohbetimizin başından beri neredeyse yolun aynı noktasında duran gözlüklü, havalı sürücüyü izledik. En azından Orhan bey’le ben öyle yapıyorduk. Erdinç bey ise garip bir ruh hali içindeydi. Gözleri kaymıştı, bulutlara bakıyordu.
“Yapalım öyleyse!” dedi, birdenbire. “Neyi bekliyoruz? Hep sözde kalıyor bu tür şeyler. Yapalım, görelim faydasını. Çevremizde, hattâ belki de ülke çapında bunu ilk uygulayan biz olalım!”
İkimiz de şaşkın, ona baktık. Doğru söylüyordu, bunun lafı hep edilirdi de, “hadi yapalım” diyen çıkmazdı hiç. İşte, birisi en azından kendisini feda ediyordu. Acaba Erdinç bey bu cesareti nereden almıştı?
Garip bir adamdı doğrusu! Kendisi kırk yaşın az üzerinde olan Erdinç beyin, oldukça yaşlı bir karısı vardı. Yaşlı ve çirkin karısı ona bu cesareti veriyor olmalıydı. Biraz aptalcaydı belki ama böyle düşünüyordum. Karısından hoşlanmayan bu Erdinç, bazen tuhaf bir hırsa kapılıyor ve ancak böyle delilik anlarında görülebilecek acayip şeyler yapıyordu. Sevgisizliğin cesareti bu, diyordum kendi kendime. Örneğin, hiçbir daireye sormadan apartmana oldukça modern, başarılı bir uydu anten sistemi kurmuş, daha da acayibi bunun için kimseden para istememişti! Sadece uzatma kablosu satın almıştık ve şimdi bedava uydu yayını izliyorduk. Sokakta bunlar aklımdan geçti. Gene de adamın cesaretine hayran kaldım. Peşine takılıp:
“Yapalım valla!” dedim.
Beni duyan Orhan bey de fazla düşünmeden, sadece bir kere yutkunarak, “Olur, yapalım!” dedi. “Deneyelim yani en azından.”
“Denemek yook!” dedi, Erdinç bey, garip bir çıkışla. “Yapacağız ilk seferde. Denersek menersek şindi vakit kaybederiz!”
Trafik meselesi konusunda içimizde en dolu olanımız Orhan bey gözükmesine rağmen, bizi ateşleyen, o tuhaf hırsıyla Erdinç bey olmuştu. Biraz ürkütmüştü bizi gerçi. Yine de sonuçta gayet mantıklı ve faydalı bir işe kalkıştığımızı hepimiz hissediyorduk. Hiç vakit geçirmeden o hafta sonu bir toplantı yaptık. Öncesinde kapı kapı dolaşıp, apartmanda arabası olan insanlara bu etkinliğimizi anlatmıştık. Fikri genelde herkes beğenmişti; daha doğrusu bu klişe fikrin hayata geçirilmesi fikrini pek beğenmişlerdi! Açıkçası bunu, beraberce pikniğe gitmek gibisinden, bir eğlence, bir oyun olarak görenler vardı.
Öte yandan, karşı çıkıp, asla kabul etmeyeceklerini söyleyenler de oldu. Girişte oturan, sokağa bakan güneş şemsiyeli balkonunda sürekli uzun cam bardaklarda garip içecekler içerek vakit geçiren kel kafalı adam: “Yok yahu, enayi miyim ben?” dedi. “Niçin dört kişi aynı otomobile sıkışacakmışız, manyak mıyım!?” Kabaydı ama en azından dürüsttü kel kafalı komşu. Bu tür çatlak sesler, arzumuzu ve hevesimizi yok etmedi. Hem şehrimize, hem enerjisi tükenen gezegenimize, hem de cebimize fayda sağlayacaktık sonuçta.
İki kişiyi daha, altımızda, Perşembe Pazarında hırdavatçı dükkanı işleten kardeşiyle beraber oturan bankacı Ayşen hanımı ve üçüncü kattaki, bir çizgi-film stüdyosunda çalışan genç İzzet beyi de grubumuza aldık, bizim evde toplandık. En azından tesadüfen bir araya gelmiş kişiler değildi gruptakiler. İş saatlerimiz birbirine yakın sayılırdı. Örneğin, Kızıltoprak’taki bir şarküteride çalışan, saat 9-10 gibi geç bir saatte mesaisi biten Yalçın beyi, o çok istese de aramıza alamamıştık. Buna çok üzülmüştü, nedense çok ısrar etmişti. Binada pek sevilmeyen tuhaf bir adamdı; kendisini bir kere merdivenlerde, basamaklara oturmuş sessizce ağlarken görmüştüm. Dönüşümlü olarak kendisine yer verebileceğimizi söyledim. Belki ileride ikinci bir grup bile oluştururduk!
Karım, minibüs caddesinin karşısındaki Kerem Pastahanesinden aldığım susamlı galetalardan ve küçük sosisli pidelerden koyduğu tabakları getirdi, ben de çay fincanlarını doldurdum. Karım beş aylık hamileydi. Onu bu trafik macerasının dışında tutmuştum. Bir şart olarak da Erdinç beyin tuttuğu deftere yazdırmıştım: Karımın özel hastane işleri için, kullanımda olan otomobili gerekirse her dakika kendime ayırabilirdim.
Orhan bey de iki madde eklettirdi: Kesinlikle sigara içilmeyecekti. Ya da içmek için durulmayacaktı. Bir de arabanın teybinde çalan müziklere ortaklaşa karar verilecekti; ayrıca o gün bir kişinin bile başı ağrıyor olsa müzik açılmayacaktı. Kabul ettik. Çok heyecanlıydık! Önümüze konulacak daha acayip şeyleri de imzalayabilirdik. Ne kadar çok kural, o kadar ciddiyet demekti. Biz de çok ciddiye alıyorduk bu işi. Ülkede bunu ilk uygulayan sosyal sorumluluk sahibi bireyler olabilirdik! En azından gazetelerin şehir veya eğlence sayfalarında, bu fanteziyi gerçekleştiren birilerinin olduğunu okumamıştık.
Bu idealist mutluluğun yanında, yakıttan kâr etmenin hoşluğu da duruyordu. Çaylar tazelendi, galetalar çaya batırıldı, araba konusu konuşuldu: Orhan bey, bir otomobilin şehir içi trafiği, şehir dışı kullanımı ve kilometre-kuruş cinsinden hesaplamalarında, içimizde en beceriklimizdi. Kafasından bir hesap yaptı. Araba elbette ağırlaşacağı için yakıt tüketimi biraz artacaktı ama, tek kişilik ayrı kullanımlar kadar değil. Bir çoğumuzun işyeri aynı rota üzerinde bulunduğundan, bu konuda zaten çok kazançlıydık. En son otomobil seçimine ve sırasına geldik. Burada ilk başta mantıklı görünen, her gün birimizin aracının trafiğe çıkmasıydı. Fakat şöyle küçük bir problem yaşandı:
İşyerlerine dağılım rotamızın en sonunda, Ayşen hanımın işyeri bulunuyordu. Yani bir önceki kişinin bırakılacağı yerden o bölgeye kadar, aracı Ayşen hanım sürecekti, ve o da otomatik vitesli araç kullanıyordu.
“Otomatik çok yakmaz mı?” dedi, çizgifilmci İzzet bey.
“Onu geç, araçların düzenli ve eşit süre ile kullanılması lazım,” diye ekledi Orhan bey, “Bir hafta yatan aracın lastiği de iner, aküsü de biter, tepesini komple kuşlar pisler!”
“Otomatik kullanmayalım?” diye önerdi Erdinç bey. “Dağılım rotamızda biraz değişiklik yaparız. Orhan bey, önceliği Ayşen hanıma vererek onu bırakır, sonra kendi işyerine aracı sürer.”
“Ben niye kullanmayacağım, ayol! Araba sürmeyi de seviyorum hem!” deyip, ağız dolusu bir kahkaha patlattı Ayşen hanım.
“İzzet beyin söylediği gibi, benzin fazla yakabilir,” dedim.
“Aman, yakarsa yaksın Metin bey. Ben veririm aradaki farkı! Ay, biz para için mi yapıyoruz bunu? Memleketin trafiğini rahatlatmak için!”
Birazcık utanıp kafamızı öne eğdik. Sonra İzzet bey kafasını kaldırdı:
“Sigorta işi ne olacak? Bence her aracın ortak sürücüsü olacağız. O yüzden trafikte bir kazaya sebep olursak masrafı da ortak üstlenmeliyiz.”
Bu azıcık kafamızı karıştırmıştı, daha sonra benzin işini masaya yatırdık. Benzini içimizden biri, depo azaldıkça satın alabilir, biz de ona ödeme yapabilirdik, veya herkes kendi aracındaki yakıttan sorumlu olurdu. Ya da gün sonunda bir hesap yapardık belki? Herşeyi defterdeki notlara ekleyen Erdinç bey, birdenbire pes ederek kalemini kaldırdı! Neredeyse çayını devirecekti:
“Böyle olmaz, arkadaşlar! Biliyorum, zahmetli bir şeye kalkıştık. Bir yığın detayı, zorluğu, bazı karmaşık tarafları var. Ama bu ince hesaplarla hiç başlayamayız. Çıkalım bu hafta yola, olsun bitsin! Binelim birimizin arabasına, dağılalım işlerimize. Hayırlısı olsun!”
Hepimiz başımızı sallayarak onayladık. Böyle lider konuşmalarına ihtiyacımız vardı.
“Doğrusu da budur,” diye ekledi Orhan bey. “Çıkacağız yola, önümüze bakacağız. Allah yardımcımız olsun! Ben şahsen yapacağımıza inanıyorum! Bundan ötesi var mı yahu!? Kralların padişahların tahtırevana kurulması gibi, tek bir arabaya kurulmayacağız öyle. Beş kişilik küçük bir devrim gerçekleştiriyoruz!”
Alkışladık, ağzımızdan galeta kırıntıları saçıldı halıya. Güldük, birbirimizi tebrik ettik…
İşte böyle sevgili okurlar! Lafta bırakmamıştık. İlk toplu yolculuğumuz gerçekleşmek üzereydi. Pazartesi günü, apartmanın önünde bir kurban kesmediğimiz kalmıştı. Herkes otomobilin başında, heyecanlı, neşeliydi. Ayşen hanımın erkek kardeşi, Orhan beyin uykulu oğlu, Erdinç beyin yaşlı çirkin karısı ve benim karım gelmişti bizi uğurlamaya. Nezaketen ilk gün sürüşünü Ayşen hanıma vermiştik. 2001 model, otomatik vitesli bir Japon otomobili vardı. Garip bir heyecan içinde arabaya doluştuk. Arkamızdakiler el salladılar bize. Sokaktan, caddeye çıktık…
Yukarıda söylediğim gibi, içimizde sahiden de, o anda hemen tanımlayamadığım garip bir heyecan vardı. Buna ek olarak, bir çoğumuzun yüzünde hüzünlü bir ifade belirmişti! Herkes uzun zamandır ilk kez, bir başkasının arabasında yolculuk ediyordu; bir yadırgama, bir yabancılaşma duygusu vardı üzerimizde. Ve elbette içerisi çok kalabalıktı!
İlk gün, biz ne olduğunu anlamadan bitiverdi. İkinci gün sorunlar başladı.
Arabayı bu kez Orhan bey sürüyordu. Kendisini fazla incitmeden Ayşen hanım’a aracı çok yavaş kullandığını söylemiştik. “Ne istiyorsunuz yani?” demişti, “Yanmakta olan kırmızı ışığın dibine kadar süratle gidip, orada mı frene basayım aniden!” Kös kös oturuyordu kadıncağız önde. İzzet beyin kulağıma, “Park yerinden ana caddeye bile yirmibeş dakikada çıktık” diye fısıldayışını duymamıştı neyse ki. Öte yandan Orhan bey otomatik vitese bir anda alışamamıştı. “Elimi nereye koyacağım?” deyip duruyordu. “Nereye koyayım elimi arkadaş? Elim boşta! Sıkılıyorum. Tamam, bunda da vites var ama, bir halta yaramıyor!” Böyle diyerek sürekli radyoyu kurcalayıp durdu.
Arka tarafta ise, ortada ben, solumda İzzet bey, sağımda Erdinç bey oturuyordu. Açıkta duran, bir yere tıkıştıramadığım ve kıçıma batan emniyet kemeri tokası yüzünden biraz rahatsızdım. İlk bıraktığımız kişi Erdinç bey olmuştu; Hasanpaşa’da belediye binası karşısındaki bir handa çalışıyordu. İnmeden önce Ayşen hanıma çok küsmüştü. Ambalajıyla tuttuğu bir paket bisküviyi yiyordu, Ayşen hanım kendisinden kibarca “yememesini” ricâ etmişti. Gücendiğini beceriksizce belli etmemeye çalışarak, “Heh heh, nolucak canım, ben temizlerim sonra,” demişti.
“Mesele, temizlik meselesi değil. Bir tür prensip diyelim. Yemezseniz sevinirim.”
“Ayrıca çok fazla ısırma sesi geliyor,” demişti Orhan bey, “Katır kütür!” Bunu Ayşen hanıma inat, espri maksatlı mı söylemişti yoksa ciddi miydi, anlamamıştık.
Sesi titreyen Erdinç bey kulağıma eğilmişti: “İnsanın, kendi arabası gibi yok. Pisletir de, sıçratır da…” Bir yanıt verememiştim. O sırada, uyuşan sol dizimi İzzet beyin dizinden uzak tutmaya çalışıyordum. İlkokulda tahtada kullandığımız dev pergeller gibi aralamıştı adam ayaklarını. Ne acayip; hiç öyle birisine benzemiyordu halbuki. Duyarlı ve nezaketli birisi sanmıştım hep kendisini. Balık istifi gibi bir araya gelince birbirlerini daha iyi tanıyordu demek insanlar.
Neyse ki Erdinç beyi Hasanpaşa’da bıraktığımızda arka taraf biraz rahatlamıştı. Ferahlayınca, bu ruh halimden güç alarak, Orhan bey’e “Radyo kanalını değiştirebilir miyiz acaba?” diye seslendim.
“Sormuştum yalnız size. Olur demiştiniz bu istasyon için.”
“Ben demedim. Erdinç bey demişti. O da indiğine göre.”
“Canım, ne güzel sanat müziği işte,” dedi Orhan bey. “Ne diye böyle detaylara takılıp kalırsınız bilmem ki. Pencereden dışarıyı, ağaçları, kaldırımdaki insanları seyretmek varken.”
“Detay değil bunlar,” dedim, “Bir arada bulunacaksak eğer, çok gerekli olan küçük şeyler. Bu arada, ben ortada oturuyorum genelde. Kafamı çevirip pencereye bakabilmem öyle çok rahat olmuyor.”
“Zaten sanat müziği değil bu,” dedi Ayşen hanım. “Şu, ‘fantezi tür’ denilen iğrenç müziklerden.”
“Herkesin müzik zevki kendine!” diye yanıtladı Orhan bey. Vites değiştirme arzusu yüzünden, elleri hırsla topuzun üzerindeydi. “Dün, İzzet beyin dinlediği Caz cuz müziğine birşey dedim mi ben hem?”
“Diyemezsiniz,” dedi adam. “Çünkü herkes o müziği anlayamaz. Bir yorum yapabilmek için önce anlamak gerek.”
“Ay!” diye küçük bir inleme çıkartan Ayşen hanım, kafasını bana çevirdi: “Dizinizi koltuğumun arkasından çeker misiniz lütfen? Sırtıma vuruyorsunuz farkında olmadan.”
“Çok özür dilerim.”
“Yaa, naaptınız ama yaa!? diyerek, ellerini havaya kaldırıp haykırdı İzzet bey: “Köprü yoluna saptınız. Acıbadem yönüne gidecektik!”
“Tamam, sakin olalım,” dedi Ayşen hanım, “İleride, köprüden önce son çıkış var.”
“Az önce geçmedik mi son çıkışı?” diye sordu İzzet bey.
“Onu kaçıranlar için son bir çıkış daha yapılmış. Oradan döneriz!”
“Ee? O zaman ben geç kalacağım!” diyerek araya girdim, “Bir de geri mi döneceğiz sonra?”
“Ben ne yapayım peki,” dedi İzzet bey, “Hiç gitmeyeyim mi yani işe?”
“Estağfurulah, onu demek istemedim.”
“O su, benim suyum!” dedi Ayşen hanım.
“Oohoo, ama!” dedi Orhan bey, üfleyip püfleyerek. Aldığı pet şişeyi yerine bıraktı. “O su benim, şu müzik senin. Olmayacak bu iş!”
Bir şekilde işlerimize dağıldık. Arabada kalan son iki kişinin durumunu akşamleyin öğrendik. Orhan bey, inip bir otobüse binmiş. Ayşen hanım da köprü çıkışında, Beşiktaş civarında yolda kalmış. Beş kişinin birden daha ikinci günde yakıt durumunu kontrol etmekte aciz oluşu, organizasyonumuzun lakaytlığını taçlandıran bir durumdu. (Daha sonraları, “sizleri ben aceleye getirdim” diyen Erdinç bey, dünyaya küsüp kimselerle konuşmadı, kendisini çirkin karısıyla beraber aylarca eve kapattı.)
Toplu taşıma fantazimiz erken bitmişti sayın okurlar! Nerede hata yaptığımızı bulmaya çalışıyordum. Niçin bu olacakları görememiştik? Hattâ bunun tartışmasını, daha doğrusu küçük bir sohbetini bile yapmıştık evdeki toplanmalarımızda:
“Özgürlük ve konfor karıştırılıyor” demişti Erdinç bey. “İnsanlar, özgür olmaya hakları olduğunu söyleyerek, her yerde ve her vakit kişisel bir rahatlık arıyorlar. Aslında bu, konfor bağımlığıdır! Özgürlük gibi kutsal bir duygu ile karıştırmamak lazım.”
“Bir yerde okumuştum,” diye lafa girmiş, bu düşünceyi onaylamıştım: “Bir insanın, bir esir toplama kampında bile ruhunda özgür olabileceği; ama böyle bir becerisi yoksa, her türlü serbestlik ortamında kendisini tutsak hissedeceği söyleniyor.”
“Peki, konfor şeysi bunun neresinde?” diye sormuştu Orhan bey.
“Yani,” diyerek ekledi Ayşen hanım, “konfor, modern insanın günümüzdeki en büyük düşmanı oluyor. Yanıltıcı bir hayat algılama biçimi.”
İşte sevgili okurlar, bu kadar bilgili, güzel laflar eden, detaylı düşünen, kitap dergi okumuş, eğitimli insanlardık çoğumuz. Fakat iki-üç metrekarelik bir yere kıç kıça sığışınca, bu bilgilerimiz acı bir gerçeklik karşısında güçsüz kalmıştı. Neyse ki iki günde bu gerçek ortaya çıkmıştı da fazla eziyet çekmemiştik. Fakat benim maceram henüz bitmemişti.
Bir hafta sonra, eve geldiğimde, “Polisler seni sordu” dedi karım. Bir kağıt bırakmışlar. Yarın saat 11’de karakolda olmalıymışım. Karakola gittiğimde, ifade vermem için savcının karşısına çıkarılacağım söylendi. “İsterseniz polis minibüsüyle gidelim” diye teklifte bulundu polisler. Nasılsa başkaları da varmış adliye sarayına götürülecek. Teşekkür ettim, kendi arabamla gitmek istediğimi söyledim.
Savcının odasında herşey anlaşıldı. Kendisini gruba almadığımız şu Yalçın bey delisi, bizim, daha çok da benim hakkımda şikayette bulunmuş. Evimde toplantılar düzenlediğimi, kurulma aşamasındaki bir örgüte liderlik ettiğimi belirtmiş. Beni bir koltuğa oturtan savcı, yüzüme bakmadan, önündeki kağıtları çevirerek:
“Örgütünüzün adı nedir?” diye sordu.
“Bir örgütümüz yok” dedim.
“Burada, “T.T.Ö, Toplu Taşıma Örgütü” şeklinde bir ifade yer alıyor. Doğru mudur, tam açılımı bu mudur Metin bey?”
“Dediğim gibi, bir örgütümüz filan yok. Öyle bir grup kurduk. Yani kurmak filan da demeyelim, işe gitme saatlerimizde anlaştık, bir araya geldik işte. Tek bir otomobille toplu taşıma yapmak istedik.”
Zamanında bir büyüğüm, ifade alan savcılarla ilgili şu acayip şeyi söylemişti sevgili okurlar: “Bir savcı, gerektiğinde suçluyla suçlu, cahil ile cahil, komik ile komik olur!”
“Ne kapasitede bir toplu taşıma? Bu beşli taşıma planınız yoluna girdiğinde, ileriye götürmeyi amaçlıyor muydunuz? Dilekçedeki ifadeye göre, şehirler arası korsan bir otobüs şirketi kurmayı düşünüyormuşsunuz.”
O Yalçın denen manyak nasıl uydurmuştu bu kadarını? Herhalde eğlendiğini sanıyordu. Savcıya tekrar, bir örgüt olmadığımızı söyledim, sadece dostane bir etkinlikti. Zaten becerememiştik, iki günde dağılmıştık, bunun acısı bize yeterdi, bir delinin anlamsız şikayetlerine ilgi gösterilmemesini ricâ ettim. Bir iki kağıdı daha inceledi savcı. “Tamam, gidebilirsiniz,” dedi, “Birşey olursa biz haber veririz.”
Aslında adliye binasına, hiç trafiğe yakalanmadan metroyla da gelebilirdim. İnat edip arabamla gelmiştim. Hani, tatlıyı fazla kaçırdığında kilo alacağını bilen ve üzülen bir kişinin, bazen üzülmeyi anlamsız bulup birdenbire daha fazla tatlı yemeye karar vermesi gibi saçma bir isyan! Mahkemenin otoparkından yola çıktım, çıkar çıkmaz da feci bir trafiğe yakalandım. Teybimde istediğim müziği açtım, kolumu yan koltuğa attım, cep telefonumun ana ekranındaki simgelerin yerini değiştirip kurcaladım. Kıpırdamayan bu trafiğin içinde ölüp çürüyeceğiz belki de. Arkasına kaykılmış, kolunu yan koltuğa atmış, öteki elinde de gofret ambalajı bulunan iskeletimi bulacaklar arabanın içinde. Ah, sevgili okurlar, konfor düşkünü birer iskeletiz bizler!
Öykü, Metin Fidan’ın Kara Karga Yayınları’ndan çıkan “Jüpiter Kaç Lira?” kitabından alınmıştır.
Gülünç bir olay
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.