34,8694$% 0
36,8177€% 0.51
44,6492£% 0.36
3.049,08%0,12
2.716,70%-0,01
10.118,30%0,59
İlker Günsay, 2008 yılında asıl mesleğini, karaciğer uzmanlığını bırakıp, plazada hemen bir kat yukarıdaki başka bir klinikte çalışmaya başladı. Burası, Beauty Balance isminde, eski çalıştığı özel kliniğin de sahibi olan aynı patronuna ait, bir güzellik merkeziydi. İlker Günsay, Beauty Balance’da her hafta, kadınların suratlarındaki lekeleri lazerle temizleyip, lokal anesteziyle kaş ekerken veya radyofrekans dalgalarıyla popo yağlarını yakarken, aklında sürekli tek bir şey, tek bir soru vardı… “Nereye gidiyorlar bunlar?”
Daha önce de bu konuyla ilgiliydi. Ama meseleyi bu kadar net bir soru ile ifade edebilmesi için uzun zaman geçmesi gerekmişti. Herkesin başına geldiği gibi, elbet doktor İlker’in de eşyaları kayboluyordu çeşitli zamanlarda. Herkesler gibi, o da, ‘Nereye gitti bu!’ diye soruyordu, o an kayıplarda olan eşyası için. Bundan daha fazlasını merak etmesine ve hayatını değiştirecek önemli kararlar almasına neden olan ilk önemli kaybolma, Ziverbey’deki eve taşındığı gün gerçekleşti. Hattâ onun öncesinde, şu garip günü de gayet iyi hatırlıyordu: Konu hakkında gerçek bir fikir yürütemediği, sadece o ilginç hislerle ilk tanıştığı günü… Ortaokulun kantininde otururken, ‘birdenbire’ elindeki silgi düşmüştü yere. (Sonraları bu bilginin de önemli olduğuna karar verdi: Kayıp eşyalar, sanki ‘birdenbire’ yok oluyorlardı ortadan. “Öyle de olmalı gerçi,” diyordu, “Birdenbire olmaz ise, kayıp eşyanın ortak gerçekliğe veda ettiği ânı görebileceğimiz anlamına gelir bu!”) İlker, silgiyi sadece elinden fırladığı o ilk anda yarım saniye kadar görebilmişti. Fakat ne yöne düştüğüne, yani onu hemen bulabileceğine çok emindi. “Kafamı şimdi o noktaya çevireceğim, ve onu orada hemen göreceğim” diye hissetmişti içinden. Silgiyi, neredeyse yarım saat aradı kantinin beton zemini üzerinde ve kenardaki ağaçların etrafında. Bulamadı. Zil çalınca derse girdi, sonra tekrar aradı. Çok esnek bir eşya olduğunu biliyordu; zıplayarak her yere gidebilirdi bu kahrolası silgi! Ancak bu basit bilgi, mevcut gizemin şiddetini azaltmıyordu. Silgi, istediği yere gidemezdi çünkü. Hepsi, aynı yere gidiyorlardı…
Yıllar sonra, o taşınma gününde, beynindeki gizemli sorular iki katına çıkmıştı. Eşyaları hamallar taşısa da kendi de çok yorulmuş ve acıkmıştı. Bir sandviç ekmeğini aralayıp içine peynir ve domates koydu, üzerine de tuz ekmeyi istedi, hatta bulabilirse karabiber. Ama, neredeydi acaba bu tuzluk? Büyük ihtimal, üzerinde ‘mutfak’ yazan bir koliye koymuş olmalıydı. Daha önce de bir iki kere taşınmıştı ve kolilerin üzerine mutlaka böyle şeyler yazardı. Ancak mutfak yazan kolide tuzluğu bulamadı. Belki şuna koymuşumdur diyerek ‘ıvır zıvır’ yazan koliyi açıp baktı; orada da yoktu. Aslında peynir tuzluydu, ekstra tuza gerek yoktu, ama sinirlendi ve üşenmeyerek bir kutuyu daha parçalayarak açtı. Kayıp tuzluğu bu sefer de bulamayınca, öfkesi yavaşça garip bir hazza dönüştü. Doktor İlker Günsay, bu küçük neşeyi, küçük hazzı, sonraları çok daha iyi tanımlayacaktı. O an yalnızca boş odanın ortasında durmuş, tavana bakarak sesli gülümsüyordu: “Hah haah! Nereye gitmiş olabilir?”
Odada üst üste yığılı kolilerin yarısından fazlasını açtıktan sonra neşesi iyice artmıştı. Karnının açlığını ve aramaya söz verdiği kız arkadaşını aramayı unutmuş, kolilerin arasında kendi kendine konuşarak debeleniyordu. “Elbette şu kolilerin bir tanesinin içinden çıkacak bu meret! Ama beni bu kadar şaşırtmış olması da büyük başarı. Nereye gittin, tuzluuk? Onu hangi koliye koyduğumu hatırlamıyorum. Fakat hatırlamam da gerekmez! Yoksa, tuzluk diye bir şey yok mu hayatta? Benim bir tuzluğum olmadı mı hiç? Hah haah!” (Adamın, belki kendisini eğlendirmek adına ağzından çıkardığı bu garip sözler dışında, hatırlamakla ilgili söylediği şey ise doğruydu. Çünkü belleği çok güçlü bir kişiydi, mesleğinde de, sivil günlük yaşamında da öyleydi. Eşyaların bu kaybolma meselesinde; o eşyaya ulaşamayan (kaybeden) kişinin, onu nereye koyduğunu hatırlamamasından çok daha mühim başka etkenler vardı. “Bu sebepleri keşfedeceğim!” diyordu İlker Günsay.
Üniversite ile bir anlaşma yapması ve televizyonda haber programlarına dahi konuk olmasına kadar giden olaylar dizisini başlatan üçüncü önemli kaybolma, bir yıl sonra yaşandı… Elinde tuttuğu uzaktan kumanda aleti, ‘birdenbire’ ortadan yok oldu. (Bu arada, Beauty Balance uzmanı İlker Günsay, o güne gelene dek, çeşitli kaybolma senaryoları yaratmaya çalışmıştı. Söylediğimiz gibi, belleği güçlü bir insandı; eşyaları öyle sıkça kaybolmuyor, çünkü nerede olduklarını hatırlıyor ve onlara kolayca ulaşıyordu. Bu sebeple, kafasındaki deneyleri devam ettirebilmek için yapay kayboluşlar tasarlamaya çalıştı. Ne var ki başarılı olamadı. Bunun dışında, kız arkadaşına, kendisinde kaldığı bir gün, bir eşyayı evde bir yere saklamasını, ona asla söylememesini istedi. Ne yazık ki bu da gerçek bir kaybolmaya hiç benzemiyordu! Eşyanın kendisinin kaybolup uzaklaşması gerekliydi; birisinin onu alıp götürmesi değil. Neyse ki fazla beklemesi gerekmedi; kumandası kaybolmuştu işte.) Bir eşyası kaybolan ve onu aramaya başlayan bir insan, arama esnasında gerginleşir, hattâ bulamayacağına olan inancı artınca ümitsizliğe ve korkuya dahi kapılabilir. İlker’de böyle duygular ortaya çıkmıyordu; o, az önce sözünü ettiğimiz garip neşeye, mesleğinin de neden olduğu bir araştırma heyecanına kapılıyordu. Büyük gizemin peşinde, iz üzerinde olduğunu hissediyordu! Yıllar önceki silgi; gün boyu aranınca bulunmuştu elbet. Beş altı metre ilerideki kantin kapısından içeriye girmiş, kapı ile duvar süpürgeliğinin arasına saklanmıştı. Onu tesadüfen nasıl bulduğunu iyi hatırlıyordu. ‘İnsanlar şu kapıdan girip çıkıyorlar, acaba eşyalar da özel bir mekana girip çıkıyorlar mı’ gibisinden anlamsız bir düşünce çağrışım yapmış, o anda kapıya göz atmış ve altındaki minik beyazlığı görmüştü. Sonra, tuzluk. Son koliden bir önceki, parçalayarak açtığı ‘Cd ve kasetler’ kolisinden çıkmıştı. Ne alakası varsa. Çok gülmüştü! Gülüp geçmişti. Çünkü mühim olan, nerede ortaya çıktıkları değildi. Oraya neden gittiklerini, yaptıkları yolculuğu merak ediyordu. Ve yolculuk sırasında, kesinlikle bir yere uğradıklarını düşünüyordu! Hiç bulunamayan, yani tamamen kaybolan eşyalar ise,yolcuk sırasında uğranılan o mekanın sahibi olan varlık tarafından kışkırtılıyorlardı. Geri dönmemeleri için.
Bu tuhaf düşüncesini ne yazık ki kanıtlayamıyordu doktor İlker. Çünkü şu ana dek, tamamen kaybolan bir eşyası olmamıştı! Kumandayı da o gün bulmuştu. Garip bir yerden çıkmıştı, orası kesin! Ama bulmayı istememişti onu. İlker Günsay, garip bir ikilem içerisindeydi. Kayıp eşyasını, normal bir insan gibi, elbette bulmaya gayret ediyordu. Ancak o eşyaya ihtiyacı olduğu için değil, (amacında ilerleyebilmek için yüzlerce kumanda cihazını feda edebilirdi! Bir iki sene sonra yapacağı yüklü garip harcamalar da bunu gösterecekti.) eşyayı bulduğu anda, yoğunlaşıp tam kıvamına getirdiği düşünceler birdenbire kayboluyordu zihninden. Kısacası, mesele üzerine sadece ‘arama’ yaparken odaklanabiliyordu. O yüzden televizyon kumandasını da bulmamayı, daha doğru ifadeyle, bulunuşunu geciktirmeyi istedi. Bunu nasıl yapacağını ise bilmiyordu: ‘Arama yapmak ama bulmamaya çalışmak!’ Kafasındaki refleks yöneliş mekanizmasını durduramazdı. İşte, balkondaki masaya göz atmıştı bile, acaba orada mı diye. Sonra diğer odalara, kanape ile perdenin arkasına ve yere baktı. Bir şey denemek için, daire kapısını açıp, paspasın üzerine baktı. Kalbi güm güm atıyordu, delice bir heyecan içerisindeydi. Onu burada, paspasın üzerinde bulsa ne olurdu acaba? “İnşallah şu anda ilginç bir yerdedir!” diye hayal ediyordu. Düşüncelerinde önemli bir ilerleme kaydetmişcesine, dudaklarını ısırıyor ve yalıyordu. Kumanda, paspasın üzeri kadar ilginç olmasa da, yine garip bir yerde ortaya çıktı. Buzdolabının ikinci rafında. Herhalde öğle üzeri karpuz tabağını almak için tek eliyle dolaba uzandığında o rafa bırakmıştı. İşin bu kısmıyla ilgilenmedi bile. Çok güzel olmuştu. Güzel geçmişti bu arama seansı!
Doktor İlker, bu işin üstesinden sadece kendi kafasındaki bilgilerle gelemeyeceğini anladı. Başka insanların gözlemlerinden de faydalanmalıydı. İnternette geceler boyunca araştırmalar yaptı, konuyla ilgili materyal, belge ve kitaplar aradı. Arama motoruna ‘kayıp eşyalar’ diye heyecanla yazdığında, karşısına ilk olarak belediyenin kayıp eşya bürosunun sitesi çıkması onu üzdü. Ancak ‘kayıp’ ve ‘kitap’ kelimelerinin dijital çağrışımları, onu Rus yazar Zoşçenko’nun kayıp ayakkabısını anlattığı küçük bir öyküye kadar götürdü. Öykü harikaydı. Sonra ‘kayıp eşyalar’ yerine, biraz daha tersini ve detaylısını, ‘eşyaların kaybolması’ cümlesini yazdığında, içeriğinde parapsikoloji alanında yazılar bulunan bir siteye götürüldü. Ancak çeşitli fikirler verse de, o da pek işe yaramadı. Eski iç hastalıkları ve yeni Beauty Balance uzmanı olarak, parapsikoloji pek ilgisini çekmiyordu. Kaybedilen eşyalara, transa geçilerek, rüyada görülerek veya dua edilerek ulaşılabileceğini okuyunca hemen ayrıldı o siteden. Daha bilimsel, en azından daha ‘edebi’ bilgilere ihtiyacı vardı. Zoşçenko’nun öyküsü fena sayılmazdı, ancak onun gibiler de işin dalgasındaydı, çünkü bir mizahçıydı. Doktor da mizahçıları, mizah dergilerini veya başka mizahi yayınları seviyordu elbette; ama mizahçıların fazla ciddiye alınmadıklarını da görüyordu. İlker Günsay da ister istemez bu bakış açısından etkilenmişti. Zoşçenko’dan filan farklı, ismini duyunca insanın şöyle bir irkilip kendine geleceği, ciddi, gösterişli bir edebiyatçı bakındı. Marcel Proust denen adam çıktı karşısısına. İrkildi İlker Günsay. Bu titremesinin sebebi başkaydı gerçi. Bu adamın Yitik Zaman Ardında denilen roman serisini yıllar önce birazcık okumuş, sonra bırakmıştı. Kitabı tekrar okumaya korkuyordu; çünkü hiç sevmemişti. Romanın başında, hatırladığı kadarıyla bir çocuk mu vardı ne, eski günleri düşünüyor, oradan başka bir şeye ve başka bir zamana geçerek onu düşünüyor, o sırada kokulu şekerlik, cam bardak, sehpa gibi eşyalardan oldukça detaylı tasvirlerle söz ediliyordu. Üstelik kitabın isminde ‘Yitik’ lafı vardı. Sıkıcı bile olsa bu yazar kendisine önemli bilgiler kazandırabilirdi. “Belki Kafka okumalıyım?” diye düşündü. Kafka’yı seviyordu doktor. Günlükler’inde bu konuda ilginç birşeylerden bahsetmiş olabilirdi! Bir internet forumunda, günlük yaşamda eşyalarını kaybeden üyelerin üstünkörü yazdıkları çeşitli yorumları okudu; bir teknoloji sitesinde cüzdanlara veya gözlüklere kaybolmamaları için yerleştirilecek ucuz maliyetli çipin tanıtımına baktı; derken, yine bir dijital çağrışım, onu daha önce hiç duymadığı bir yazara ve kitabına götürdü. Böylelikle Marcel Prost okumaktan da kurtularak derin bir oh çekti.
İlker Günsay, sahiden böyle bir kitap var mıydı, bilmiyordu, çünkü hiçbir yayınevi sitesinde rastlayamamıştı. Okuduğu da kapaksız, resimsiz, kötü aktarılmış bir Pdf dosyasıydı zaten. Kitabın ismi ‘Kaybetmeye Razıyım’dı. Hikaye eski zamanlarda geçiyor, baş karakter (belki yazarın kendisi) berberler için özel fırçalar üreten bir marangoz ustası. Usta, yabancı bir şehirden gelen genç ve zengin bir kadınla aşk yaşıyor. (Açıkçası, İlker bu kısımları tam okumamıştı bile. Kitabın yalnızca eşyaların kaybolmasıyla ilgili bazı bölümleri ilgisini çekmişti.) Marangoz, sevgilisinin mektuplarını yastığının altında saklıyor. Bir gün bu mektuplardan bir tanesi kayboluyor. Usta, kaldığı handaki temizlikçiye ‘Sen mi aldın yanlışlıkla’ diye soruyor. ‘Hayır. Zaten size mektup getiren bir uşak filan da görmemiştim hiç. Mektuplar hep benim elimden geçer’ diye yanıtlıyor hizmetçi kadın. Kitapta olayların hiçbiri mantıklı birer sonuca bağlanmıyordu, ancak yazarın fikirleriydi doktor İlker’in ilgisini çeken. Kayıp konusunda şunu diyordu örneğin: ‘Mektubun nerede olduğunu bilmiyorum. Belki çirkin hizmetçi kıskanıp çöpe attı, belki ben yastığımın altına koymadım. Ama mektup okunduğu için, artık sonsuza dek bana ait bir eşyadır. Kayıp olan sadece onun kağıdıdır. Eşyaların hep bir parçası kaybolur, tamamen asla kaybolmazlar. Eşyanın evrensel maddesi, bir reçine gibi akıp uzayarak yere (Dünya’ya) tutunur. Atomlar, bu şeffaf reçine üzerinden geçerek kayıp bilgileri taşırlar. Bilgi, bazen sessiz ruhsal çığlıklar, bazen de zihindeki kasılmalar ile oluşur. Yakından iyice bakarsanız, reçinenin aktığı yaralı oyuğu görebilirsiniz.”
İlker Günsay, heyecanla bu esrarlı satırların ve başka okuduğu şeylerin anlamını çözmeye çalıştı. Disiplinli bir şekilde günlerce düşündü, kendisi de üzerlerine fikirler ekledi, notlar aldı. Hızla, garip bir sürecin içine doğru çekilirken; iyi veya kötü de olsa bir amaca doğru yaklaşan insanın o müthiş kararlığını iliklerine dek hissetti.
Artık tamamen yoğunlaşmış, hızını arttırmıştı, karşısına bir duvar bile çıksa duracağa benzemiyordu. Aynı dönem içinde şansına, bir iki küçük eşyası daha kayboldu. İlk kayboluşu, çekecek gerçekleştirdi. Arama kısa sürede ve basitçe sona erdi. Metal ayakkabı çekeceği, her zaman asılı olduğu askılıkta, uzun bir paltonun içinden çıktı. İkinci küçük macerada, içki bardağının altına koyduğu ahşap altlığı bulamadı. Altlık, ilginç bir aramanın ardından, başka bir altlığın altında göründü; birbirlerine yapışmışlardı. Bu beş dakikalık arama (bulamama) esnasında, Dr. Günsay, kayıp altlığı koridorda, havada, mutfağa doğru ilerlerken gösteren bir saniyelik bir halüsinasyon yaşadı. Ancak ona göre bu bir yanılsama değil, en son arka odada rastlanan eşyanın (Kaybetmeye Razıyım’ın yazarının söylediği gibi) ilk görüldüğü mutfağa doğru hayâl atomlarını geri çağırma yolculuğuydu. Bir yıl sonra, Üniversite temsilcisi, kendisini: “Eşyalar kendileri kay-bol-maz-lar! Sadece siz onların nerede olduğunu hatırlamazsınız!” diyerek azarladığında, Günsay, şu coşkulu karşılığı verecekti:
“Gerçek bir bağnaz ve bilim düşmanısınız, hanımefendi. Evde kayıp ettiğinizi sandığınız bir çakmak, o anda türlü tesadüfler eseri Norveç’e gitmekte olan bir valizin içinde de bulunabilir. Bu saçma yolculukta kabahat, evet, yüzde doksandokuz benim eserim olsa da; bendeniz o ufak yüzde birlik, eşya’ya ait olan iradenin varlığını aramaktayım! Size söz veriyorum bir hafta içinde, iyi ya da kötü, elle tutulur bir sonuca mutlaka ulaşacağım!”
İlker Günsay’ın bu vaadde bulunmasından altı ay kadar önce, garip görüşmelerin ilki Beauty Balance’ın müdüriyet odasında yaşandı. Kliniğin sahibi (aynı zamanda sivilce uzmanı) Özgür bey, karşısındaki doktorun artık raydan çıktığını, garip davranışlarının dozunun arttırdığını fark etmişti. Günsay’ın, evinde bilimsel bir araştırmayla uğraştığını düşünüyor, ama bunun kayıp eşyalar üzerine değil; karaciğer yağlanmasını diyete ve diyabet ilaçlarına gerek kalmadan, karaciğerdeki tüm yağı vakumlayarak tedavi edecek bir cihazın icadıyla ilgili olduğunu sanıyordu. Beauty Balance’nin açılışındaki kutlama partisinde, ikisi de alkollü olarak bu fantastik cihazdan konuşmuşlardı bir süre.
Patron, doktorun özensiz kılık kıyafetine, yüzündeki uykusuzluk izlerine bakarken, Günsay büyük bir ciddiyetle şu teklifi yaptı:
“Klinik cihazlara ihtiyacım var, Özgür bey. Bu deney, sizin sağlık firmanız adına da prim getiren bir çalışma olacak, inanın! Evimde, takdir edersiniz, yeterli donanım yok. Güzellik kliniğinin yukarıdaki, arka sokağa bakan geniş odasını bu önemli deneye ayırmamız yeterli. Zaten gürültü çıkaran, etrafa rahatsızlık veren bir araştırma da olmayacak.”
Cildiyeci patron, hemen hayır diyemedi. Beauty Balance’nın ikinci katı sahiden de bomboş sayılırdı. Ancak oraya, elli yaşın üstündeki kadın müşterilerinin talebi üzerine, beş altı tane Intimate Whitening Machine (Özel genital bölge beyazlatıcı makinesi) getirip koymayı düşünüyordu. Fiyat araştırmaktaydı şu an. Yıllardır beraber çalıştıkları doktor biraz daha ısrar edince, başından savmak için “Bakarız,” dedi. Öte yandan, kliniklerinin hiç birinde şu ana dek, kendini bilimsel çalışmalara adayan bir elemanı olmamıştı. Doksan yaşındaki göz doktoru elli yıldır sadece, ehliyet raporu için gelenleri dört dakikada muayene etmekle meşguldu. Laboratuvar bölümündeki kan alan doktorun ilgi alanında damarlar veya alyuvarlardan çok, sürekli yanında bulunan beş yaşındaki oğluna kliniğin printırından Batman resimli renkli çıkışlar basmak vardı. Üst kattaki Beauty Balance ise manikür ve pedikür eğitimini aşmamış çalışanlarla doluydu. Eski dostu Günsay’ın ‘karaciğer vakum makinesi’ bir an hayalinde parıldadı. Gerçi böyle bir cihaz için yalnızca tıp uzmanlığı değil, mühendislik bilgisi de gerekliydi. Her konuda samimi doğrularını dile getiren doktor, o konuda sallamış, ‘Yurtdışında bir arkadaş var, o bakıyo mühendislik kısmına’ demişti.
İlker Günsay’ın aklı henüz yerindeydi. Hedefine ulaşması için kurnazca davranması gerektiğini biliyordu. İkinci görüşmede, üniversiteye de aynı şeyleri söyledi. Araştırmasının gerçek konusunun, Kaybolan Eşyaların Nereye Gittiğini bulmak olduğundan bahsetmedi elbet. Zaten bu üniversitenin değil prapsikoloji gibi psişik bir bölümü, normal psikoloji, ya da fizik veya kimya okunan herhangi bir fen bölümü bile yoktu. Eğitiminin büyük bölümünü tamamladığı bir okuldu; ne var ki zaman içinde iktidarlarca bir boşaltılıp bir doldurularak kadro manyağı yapılmış, ardından önemli bölümleri bir bir kapatılmış, geriye kuş kadar birşeycik kalmıştı. Mevcut paralı öğrencilerinin çoğu da aktif siyasetçilerin çocuklarıydı. Bir parçacık akademik saygınlığa öyle ihtiyaçları vardı ki, (şu anda çıldırmak üzere olduğunu bilemedikleri) mesleki geçmişi başarılı tecrübeli doktora, bir proje taslağı filan sormadılar. Ona hemen küçük bir fon ayarladılar.
Üniversitenin samimi tavrını öğrenince, patronu da destek verdi. Bazı cihazları bu işe ayırabileceğini ve Beauty Balance’nin iskeleye bakan odasını kullanabileceğini söyledi. Okulu da cihaz desteğinde bulundu, hatta doktora tam günlü bir asistan bile ayarladılar! Ancak doktor, evinde yoğunlaşmasının Üniversite ve Beauty Balance’de çalışmaktan daha iyi olacağı şeklindeki yeni kararını bildirdi destekçilerine. Fakat asistanı kabul etti. Yaklaşık on kişiden oluşan bir işçi ve teknisyen grubu, cihazları Erdinç Günsay’ın Ziverbey’deki apartman dairesine taşıdılar; elektrik, internet ve diğer bağlantılarını yaptılar. Günsay, “Güzellik merkezi ile okulu, elde ettiğimiz verileri işlemek için kullanırız!” dedi, asistanına. Sonra genç adam işi anlamasın diye çeşitli laf cambazlıkları yaptı: “Karaciğer vakumlama prosedürüne geçmeden evvel, antikorları önlemek için doku immünolojisi çalışması yapmalıyız! Olası yan etkiler içinse şahsen bir endokrin diyetine gireceğim, günlerce kanapede uzanarak kendimi gözlemleyecek, bazı viral testler yapacağım!”
Böylelikle, nihayet ilk deneylerine başladı İlker Günsay. Genç asistan durumdan pek bir şey anlamıyor, işlere karışmıyor, yalnızca doktorun eline tutuşturduğu parayla elektrikçiye, nalbura, tekel bayiine veya bakkala gidip geliyordu. Ve temel sorun halen aynıydı, değişmemişti: Bir eşya kaybolmuyordu! Ciddi bulgular elde edilecek güçlü bir deney için, İlker Günsay’ın çok önemli bir eşyası kaybolmalıydı. Kanapede oturup, doğal yolla gerçekleşmesini beklemekle olmayacaktı. Müdahale etmeye karar verdiler. Bir hatırlamanın gücünü azaltmak için, duyum sistemine zarar vermek, yani beynin çalışma düzenini bozmak yeterliydi. Doktor, asistanı dışarıya gönderdi, üç kutu bira ile bir şişe votka aldırdı. Bunları ağır ağır içerek, kanapenin yanındaki sehpanın üzerine koyduğu küçük eşyalarla beraber bir günü geçirdi. Bunu üç dört gün, aynı biçimde sürdürdüler. Ne var ki hiçbir eşyası kaybolmadığı gibi, başı da çatlarcasına ağrımaya başladı. Hafta başında hemen ikinci yönteme geçtiler: Üniversiteden getirilen özel sakinleştirici ilaçlar kullanılacaktı. Doktorun etrafında bulunan kişisel eşyaların sayısını arttırdılar: Bir kutu kibrit, bir tükenmez kalem, cep telefonuyla beraber bir akıllı dijital saat, bir tatlı, bir de çay kaşığı, az önceki sebeple bir ufak porsiyon Kıbrıs tatlısı, biri ince ve küçük, iki adet not defteri, doktorun beklerken film izlediği üç boyutlu Tv’nin bluetooth bağlantılı 3D gözlüğü, akıllı saatin minik şarj aleti, çakmak, doktorun rahatlamak için parmakları arasında gezdirdiği tesbih benzeri plastik Xiaomi küp, bunlar sehpaya yerleştirildi; yanına, kanapenin üzerine de kırmızı Wi-fi panik butonuyla beraber başka kişisel eşyalar koyuldu. Bunların hepsi doğal olmak zorundaydı. Kullanılması gerekmeyecek bir eşya ortama eklenmedi. ‘Kaybetmeye Razıyım’ın yazarının satırları doktorun zihninden geçti: “Eşyaları kandıramazsınız. Ortadan yok olmadan önce size haber vermeye tenezzül etmedikleri gibi, eğer onlara ihtiyacınız yoksa kaybolmaya bile üşenirler!”
Asistan, doktora iğneyi yaptı, odada üç ayak üzerine yerleştirilmiş Uv lambalı sensörleri açtı ve daireden dışarıya çıktı. Caddedeki pastahanede oturup bekleyecekti. Bir kaybolma yaşandığında, doktor panik butonuyla ona bildirecek, asistan koşup şok cihazını çalıştıracak ve doktora elektrik verecekti. Zihni birdenbire tazelenen İlker Günsay da odadaki sensörlerin yardımıyla hemen kayıb’ın rotasını takibe başlayacaktı!.. Asistan, boş yere pastahanede bekledi; neyse ki yediği bütün pizzalı küçük çörekler ve kahveler üniversite hesabına yazılıyordu. Tüm çabalarına rağmen, iki gün boyunca gene bir şey kaybolmadı. Doktorun cildi fena tahriş olmuştu. Beauty Balance’dan getirtilen Afrika yapımı kremler ve yağlardan sürüldü, elleri kolları misler gibi koktu. Asistan, yakın bir semtte oturan halasının evine gitti. Günsay, tam o anda birdenbire, kıçının altına koyduğu minderin kayıp olduğunu fark etti!
Hemen sensörleri çalıştırdı! Kameraları o bölgeye (yani minderin son görüldüğü yere) çevirdi. Bir yandan da hatırlamamaya çalışıyordu ki, en güç olanı buydu! Bilincin mutlaka hatırlayamama pozisyonunda kalması gerekiyordu. Sehpanın altına doğru giden bir noktada, hep beklediği o yarığın açıldığını görünce kalbi güm güm attı! İçi kara ve mor, girişi ise turuncu parlak çeperli bir delik! Çoklu evrenler arası bir solucan geçidi, Okyanusları birbirine bağlayan gizemli Atlantis geçidi, Marmaray geçidi.. hayır, hepsinden daha önemli olan bir geçitin giriş deliği bu! İlker Günsay’ın zihni geçide övgüler düzerken, aynı anda ‘hatırlamamaya’ da çalışıyor! Uyanmak ile uyuya kalmak arası, müthiş keyifli, aynı zamanda iğne batması gibi acı veren bir bölgede. Mevcut gerçeği reddederse, daha önemli bir gerçekliğe yaklaşacak; kabullenir ise uzaklaşacak. “Ancak bu reddediş, elbette bilinçli yapılmamalı; çünkü böylesi de deliliği kabullenmektir. Mevcut gerçeği reddetme işi, bilinç haricindeki başka karmaşık mekanizmalara yüklenmeli!” Turuncu parlak çeperler, soluklaşıyor. “Lütfen! Hatırlamamalıyım.” Gözü ister istemez kanapenin sağına soluna kayıyor; orada yok minder, iyi! Şans yanında. Yarık, tekrar ışıldadı, irileşti. Elini, usulca deliğin içine doğru uzatırken… bu kez çaresizce, görüş açısına giren balkon yönüne bakmak zorunda kalıyor… Minder orada. (Asistan, balkon kapısı rüzgarda çarpmasın diye araya koymuş.) Kapanma saati gelen çaybahçesi gibi, geçidin renkli ampulleri usulca sönüyor.
İlker Günsay, öfkeyle ayağa kalktı. Odada yürüyüp, asistana küfürler savururken, o anda salon kapısını fark etti. Daha doğrusu kapıyı göremedi. Kapı yoktu...
Ertesi gün, asistan kapının kayıp olmadığını söyledi. İşçiler tesisatı kurarken onu şimdilik çıkarmışlar, arka odada bir yere dayamışlardı. Doktor, “İyi ki onu kendi kayıbım sanıp, nerede olduğunu hatırlamaya çalışmadım,” diye düşündü, “Aksi takdirde, Kaybetmeye Razıyım’ın yazarının dediği gibi, ‘Bana sevgiyle yazılmamış, yani bana ait olmayan bir mektuptaki satırları hatırlamaya çalışırsam; hatırlayacaklarım sadece, evrenin karanlık boş enerjisinin keskin parçaları olur. Boş enerjiler, adından da anlaşılacağı üzere boşturlar, cisimlere etki etmezler; ancak kendilerini doluluktan, yani varlıktan ayıran hiçlik çerçevelerine sahip olduklarından, beni de çerçevenin içine alıp, bir pastayı dilimler gibi varlığımı temel gerçekliğimden ayırabilirler!’ ” Doktor İlker, düşüncelerinden sıyrıldı. Asistanla beraber bilgisayar masasına geçtiler; ultraviyole kameraların geçen gece kaydettiği görüntülere baktılar. Kanapenin üzerinde bir takım ilginç izler mevcuttu. Ancak bunlar, Kıbrıs tatlısının lekeleriydi.
Doktorun asistana öfkesi geçmemişti. Monitörden kafasını kaldırıp ona döndü, artık bir yardımcıya ihtiyacı olmadığını söyleyip, teşekkür etti. Akşama doğru, evde tek başınayken, başarılı bir kayıp daha yaşamayı ümit ederken ve geçen akşam düşündüğü, ‘reddedişini kılıfına uyduracak bilinç haricindeki mekanizma’nın projesini zihninde çizerken, telefonu çaldı.Arayan, üniversite yönetim kurulu başkanıydı. Araştırmasından söz etmesi için kendisine bir televizyon sohbeti ayarladıklarını söyledi. Kadının sesi heyecanlı ve neşeliydi. Akademik saygınlığa acilen ihtiyaçları vardı anlaşılan. İlker Günsay kabul etti.
Ve ipler böylece koptu. Bazı kişiler onun samimiyetine ve ciddiyetine inanıyordu; ancak karşı çıkanlar, saçmaladığını söyleyenler de vardı elbet. Kendisinin yer alacağı programdan önce, televizyon kanallarında başka bir iki konuşmada adı geçmişti; bir profesör, karaciğer vakum makinesi diye birşeyin aptalca olduğunu söyledi. Ülke ve bilim gündemini meşgul eden böyle adamlara fırsat verilmemeliydi. Birkaç gün sonra kameraların karşısına geçen doktor Günsay, bu profesörün söylediklerini daha konuşmaya başladığı anda kabul etti. Üzerinde o garip neşesi vardı: “Tabii ki aptalca bir şey canım. Vücut yağlarının elektrik süpürgesiyle vakumlanması, artık karikatürlerde espri olarak bile yapılmıyor. Herneyse, benim herkesten gizlenen asıl araştırmam: Kayıp eşyaların gittiği o deliği bulmak hakkındadır!”
İlker Günsay, pek rağbet görmedi. Ne çok ilginç, ne de internette sıkıp suyunu çıkartacak kadar komik buldular onu. Ünlü olup para kazanmaya çalışan amatör bir medyuma benziyordu, ayrıca kurduğu tutarsız cümleleri kimse anlamıyordu. Yalnızca, ruhlarla, cinlerle ilgili sansasyonel programlar hazırlayan uyduruk bir televizyon kanalı çağırdı onu son kez. Kendisine, suyla çalışan motor icat eden bir sanayii ustası gibi davrandılar. Spiker, şöyle sordu: “Peki, kayıp eşyamız, o parlak deliğin içinde mi saklanıyor şindi, hocam!?” Bir sokakta yapılan çekimde, Günsay, spikere bakmadan, ilerideki çöp kutusunun yanında kartonları ayağıyla ezen hurdacıyı dalgın gözlerle izleyerek, şöyle demişti: “Henüz bilmiyorum. Bilinç dışındaki harici mekanizmanın tasarımıyla meşgulum şu an. ‘Reddetmeyi’ başardığımda, delil-i kayb’ı tüm yönleriyle gözlemleyebileceğim.”
Adının belki son kez geçtiği bir sağlık programında, iyi niyetli bir adam, doktor hakkında kısaca şunu söyledi: “Tabii, nasıl başladığını bilemeyiz. Orası çok da önemli değil, zamanla ilerliyor. Ağır gerçekler ile mücadele edemeyen kişiler, zihinlerinde farklı gerçeklik evrenleri inşa edebiliyorlar. Bu evrenin tüm kurallarını da kendileri koyduğundan, ‘hayat mücadelesi’ denen ezici sıkıntının, nisbeten kolay katlanılabilir bir kopyasını inşa etmiş oluyorlar…”
İlker Günsay, ne kendisinin katıldığı, ne de kendisinden söz edilen hiçbir programa merak edip de bakmamıştı bile. Son dönemde yaşananların hepsini zaman kaybı olarak gördü, hattâ projesini tamamlamadan insanların önüne çıktığı için kendine çok kızdı, iki gün kendisiyle konuşmadı. Sonra tekrar neşelendi, yeniden hırslandı. Kayb’ı bulacağına inanıyordu. Nasılsa bir kere görmüştü, elini uzatmıştı! Ansızın şunu fark etti: Belki ona ulaşacak, fakat kimseye gösteremeyecek, anlatamayacaktı? Şu etraftaki sensörler, kameralar işe yaramayacaktı, belki yalnızca kendi gözleri ve kendi hisleriyle algılayabilecekti gerçeği. Peki ama, bilim, gözlem demek değil miydi? Gözlem sonucu elde ettiklerini insanlara aktarması görevi değil miydi? Garip bir şekilde utandı, cevap veremedi; o noktada artık bilimle mi uğraşıyordu, emin değildi. “Her neyse canım!” diye söylendi, “Bilim midir, sanat mıdır, ne haltsa, adını sonra koruz! Önce bir işimi bitireyim de. Ah! Bitireceğim kesin! Hissediyorum, çok sürmeyecek.”
Derin düşüncelerle bir hafta eve kapandı, işe gitmedi, kimseyle görüşmedi. Kaybetmesi gereken eşyayı beklemeye başladı. Üniversite yöneticisi kadın aradı ısrarla. Televizyon programlarıyla ortaya çıkan saçmalığın sebebini sordu ona. Önce dostça davranmaya çalıştı, sonra kendini kaybetti ve doktoru azarladı. Ardından, akşama doğru Beauty Balance’den telefon geldi. Açtı, “Lambalarını vericem Özgür bey, merak etme,” dedi. Cildiyeci patron, ağzını fena bozdu: “Al o ultraviyole lambaları, götüne sok! Mor mor kıllarını incelersin. Boş kata dört tane Genital Beyazlatıcı koydum ben zaten; gerek yok! Mesele, sensin. Ulan, niye gelmiyorsun, aramıyorsun? Eşşek başı mıyız biz burada? Ben de seni bir adam sanmıştım.”
“Ben bir adamım,” dedi, İlker Günsay, “Hem de iyi, insancıl, gayretli ve prensipleri olan bir adam! Aramayın lan beni bir daha, siktirin gidin!” Elindeki telefonu tüm gücüyle fırlattı. Vaktinin azaldığını hissediyordu. Bu insanlar kendisini daha fazla sıkıştırmadan, Reddedişi gerçekleştirmeli veya Kayb’a ulaşmalıydı, hangisi önce olursa! Neredeydi şu? “Allahım! Veya Tanrım! N’olur bir kayıp eşya yarat bana!”
Koridora fırlayan telefonun parçalarına baktı… Olabilir miydi? Kayıp eşyanın, ihtiyaç duyulan bir eşya olması gerekiyordu. Telefonla artık kimseyi aramayacaktı, ancak cep telefonları günümüzde sadece bir uzaktan konuşma aracı değil, birer akıllı ajandaydı. İçinde notları bile vardı. Demek ki eşya halen gerekliydi. Koridora koştu.
Telefonun ana gövdesi, banyonun kapısının önüne kadar gitmişti. Ancak kapağı ve pili yoktu! “Harika.” Kapağı, ileride buldu, istemeden. Pil hâlâ yoktu görünürde. Kurnazlık etmeden, aramaya dürüstçe devam etmesi gerekliydi. Delik, arama yapılırken çıkıyordu yalnızca. Ve çıktı da! Bir iki metre ötede, ayakkabılıkla duvar arasında, turuncu çeperler parıldadı. Kara ve mor delik, ışıldadı. Daha net, daha kolay görüyordu artık. Yaklaştı, kolunu uzattı. Bir risk daha alarak, son kez etrafına bakındı (görürse arama sona erecek, delik kaybolacaktı!) pili göremedi. Yere uzandı, elini delikten içeriye soktu usulca. Sevinçten ve korkudan titriyor, garip kelimeler mırıldanıyordu. Dikkatlice biraz daha uzattı elini. Parmakları, yumuşak, nemli bir şeye değdi. Üşüyüp kendi içine büzülmüş bir hayvan gibi, küçük, hareketsiz bir nesne. Galiba canlıydı ve ona dokunulmasına hiç aldırmadı. Doktor, ince bir zar tabakasının altında hissettiği yağlı, kıvrımlı yarıkların üzerinde parmaklarını gezdirdi. O anda gıdıklanmış mıydı, yoksa çok mu neşelenmişti, kendisini tutamadı, bir kahkaha attı. Sonra tekrar dokundu hayvana.
Asistan ve iki polis kapıyı yumruklarken, doktorun içeriden kahkahaları yükseliyordu.
Turhan Selçuk’un çizgileri genç nesillerle buluşuyor
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.