34,7581$% 0.06
36,6210€% 0.21
44,1527£% 0.27
2.963,01%0,43
2.651,86%0,38
9.886,05%0,60
01.01.1952
Karanlık oda. Yalnızlığım kadar sessiz ve derin. Piyanonum üzerinde duran mum ışığından arkamdaki duvara yansıyan gölgem benden daha büyük olmasına rağmen tir tir tireyen bir korkak. Sanırım bu dünyada benden daha korkak biri varsa, o da gölgem olmalı. Parmaklarım ulaşmıyor piyanomun tuşlarına. Birbirine bu kadar yakın olup ta dokunmaya utanan sevgililer gibi. Hangi nota beni erdirecek huzura? Hangisiyle başlamalı tekrar nefes alıp vermeye? Bu s.ktiğimin şehrinde doğuştan kör bir tanrıyım ben. Işığı görmeden sesi yaratmaya çalışan zavallı bir tanrı… Hiçbir şey hissetmiyorum. Hiçbir şey hissetmeden nasıl başkalarının hislerine tercüman olabilirim ki. Sabahtan beri boş boş bakıyorum piyanoya. Daha bir tuşuna dokunmuşluğum yok. Keşke zamanında babamı dinleyip folklöre yazılsaydım. Kafamı s.kiyim!
02.01.1952
Uğruna büyük uğraşlar verip insanlıktan çıktığınız oldu mu hiç? Benim oldu. Vücuduma su değmeyeli sanırım bir aydan fazla oldu. Yüzüme bakıp insan olduğumu anlayabilmeniz için, saçlarıma karışan sakallarımın arasından bir çift göz bıraktım size. Ateşi henüz sönmemiş…
Bu kadar kısır bir sürecin kıskacına daha önce girdiğimi anımsamıyorum. “Piyanonun siyah tuşlarına benziyorum. Arada kalmış ve üzerine basıldıkça hüzünlü çığlıkları haykıran” dedim karım Bayan Monsanteu’ya.
“O saç sakalla daha çok Koray Avcı’ya benzemişsin” dedi.
“O kim ki?” diye sordum merakla.
“Aaa nasıl bilmezsin yaa… Diren ey kara tren diye bi şarkısı var hatta” dedi sevgili karım Bayan Monsanteu. Beni Koray Avcı’yla bir tutan bir karım var Monşer. Ve üstelik şarkının sözlerini yanlış bildiğinin bile farkında değil.
Piyanomun solgun siyah tuşlarında dolaştı parmaklarım. Hüznün büyüsünü beklerken, istemeden “Kasap Havasını” çaldım.
03.05.1952
Bahar, kucağında bir umutla dayandı bu sefer kapıma. Kenarı kırık penceremin tozlu camından içeri doğru süzülen gün ışığı, piyanomun tuşlarını aydınlatıyor, aynı Gitar Hiro’daki gibi sanki basmam gereken tuşları gösteriyordu. Piyanomun üzerinde gezinen parmaklarım takip ederken ışığı, ortaya çıkan melodi tekrar doğabileceğimi hatırlattı bana. Ta ki karım içeri girene kadar… “Bayılıyorum ben bu Beethoven’in Für Elise’sine” diyince Monşer… Ah nasıl anlatayım ki bilemedim. Ofsayta düştüğünden haberi olmayan bir futbolcunun golü atıp göğsüne vura vura sevindiğini düşün, parende ata ata köşe gönderine kadar geldiğini ve kalkan ofsayt bayrağını gördüğünü… O hüznü düşünün Monşer, o bıkkınlığı ve o öfkeyi… Yan hakeme itiraz eden o futbolcu gibi itiraz ettim karıma.
“Beethoven’la ne alakası var bunun?”
“Nasıl ne alakası var? Für Elise işte bu!”
“Yav sen Sinan Akçıl dinleyen adamsın. Ne anlıyon Für Elise, mür elise’de konuşuyorsun be kadın!”
“Ne varmış? İkisini birden dinleyemez miyim? Hem ayrıca yeteneksizliğinin sinirini benden çıkarma. Adam o sağır haliyle senfoniden senfoniye koşmuş. Bir de kendine bak. Piyanonun haline bak! Tuşlarının arasında ekmek kırıntısı var ekmek!
“Beethoven sağır filan değil. Sağır ayağına yatıp prim peşinde koşan bir şaklaban o! Başarısız olma ihtimaline karşı uydurulmuş bir bahanedir o sağırlık hikayesi. Her ne kadar bu uydurma hikayesi onu dahi yapsa da…”
“Aman her boku sen bil. Sana kalsa Ray Charles ta kör değil.”
“Kör değil demiyorum sadece fazla kıpır kıpır. Rahatsız ediyor o hiperaktiflik beni. Aşık Veysel de kör ama onun kadar coşmuyor.”
“Öff valla tartışamıycam senle. Ben içeri geçiyorum. Televizyon izleyeceğim. Şu müziğin sesini biraz kıs.”
Piyanomdan kaset çalar gibi bahseden bu kadın, benim karım Monşer. Ve ben daha karıma anlatamamışken kendimi tutmuş bir de tüm insanlığa anlatmaya kalkıyorum.
07.09.1952
“Neden müzik yapıyorum?” Bu soruyu ilk defa bu kadar ciddiyetle sordum kendime. “Neden müzik?” Kendi sorumdan kaçmaya çalıştım. Her seferinde yaptığım gibi. Kaçamak cevaplar verdim kendime.
“Çünkü kendimi en iyi müzikle ifade edebiliyorum” Saçma!
“Tamam da neden resim veya heykel değil? Neden kendini müzikle daha iyi ifade edebiliyorsun?”
Kendimi köşeye sıkıştırıyordum resmen.
“Notaların ahengi…”
Lan bırak bu cilalı cümleleri.
“Abi valla seviyorum müzik yapmayı”
Gülümsedim. Alaycı bir gülümsemeydi bu. Cevabı bulamıyordum. Ve daha ne için beste yaptığımı bile bilmiyordum. Delirmek üzereyim Monşer. Bazen ne için müzik yaptığının bir önemi yoktur. Sadece yapmak istersin ve yaparsın. Tanrının kainatı ne için yarattığının bir önemi olmadığı gibi… Felsefi gibi görünen ama laf kalabalığından başka bir şey olmayan bu cevap, eminim ki uzun bir süre daha oyalayabilirdi zihnimi.
19.11.1952
(Eski dost John Cage’in ansızın beliren ziyareti üzerine)
Uzun zaman sonra ilk defa bir dost yüzünü görmenin mutluluğu sardı içimi. Sevgili yoldaşım, ünlü piyanist John Cage, aradan geçen onca yılın ardından sıcaklığından ve samimiyetinden hiçbir şey kaybetmemişti. Hasretle sarıldık birbirimize. Koyu bir sohbet eşliğinde yediğimiz enfes yemeğin ardından içilen birer kadeh rom, bizi tekrar eski günlerimizde olduğu gibi notaların arasında başlayacak derin bir münakaşanın eşiğine sürükleyecekti.
“Anlat bakalım sevgili dostum Cage. Bunca yıldır nerelerdeydin?”
“Ah Monsanteu! Cefakar dostum. Ne de özlemişim seni. Bunca yıl nerelerde olduğuma gelirsek, her yerdeydim dostum. Ve aynı zamanda hiçbir yerde…”
“Hiç değişmemişsin Cage. Karmaşık cümlelerle kafa s.kmekten vazgeçmemişsin hiç!”
“Ne demeliyim ki dostum. Halamların Zonguldak’taki yazlığındaydım desem daha mı mutlu olacaksın?”
“Kızma dostum. Sadece takılıyorum. Özlediğim için…”
“Kusura bakma Monsanteu. Çok zor bir süreçten geçtim dostum. Bir kadının doğum sürecinden daha sancılı bir süreç.”
“Tıpkı şuan benim içinde bulunduğum gibi desene."
“Ama başardım dostum. Tam vazgeçtiğim anda her şeyden, başardım. Bunca yıl, bizi hasrete koşan o lanet olası besteyi çıkardım gün yüzüne. Asırlardır toprağın altında kalmış kıymetli bir hazine gibi… İncitmeden nazikçe sunduğum insanlığın önüne.”
“Ne kadar sevindiğimi anlatamam sevgili dostum. Bunu bir an evvel kutlamalıyız.”
“Bitirir bitirmez ilk iş yola çıkıp yanına gelmek oldu Monsanteu. Çünkü bu eser sadece benim değil, aynı zamanda senin de eserin. Yıllar içinde bana verdiğin ilhamı, sanki hiç yokmuşçasına sayamam dostum. Bu yüzden, bunu ilk önce senin dinlemeni isterim.”
“Beni ne kadar sevindirdin bilemezsin Cage. Seni ihtiyar piç. Gel buraya, sarılmak istiyorum sana.”
Piyanomun kapağını kaldırıp, tek parmağımı tuşların üzerinde sırasıyla dolaştırdıktan sonra yerimi dostum John Cage’e verdim. Usulca tabureye oturup parmaklarını gerdi. Derin bir nefes alıp bıraktı. Yüzüme baktı. Gülümsedi. Cebinden çıkardığı deden kalma saati tutuyordu bir elinde. Heyecanla beklemeye başladım sevgilimi dostumu.
…
Yaklaşık iki dakikadır piyanonun başındaydı ve henüz tek bir tuşuna bile dokunmamıştı. Öylece durmuş bir piyanoya, bir de elinde tuttuğu saate bakıyordu. Usulca yanına sokulup ayakta dikeldim bir süre.
“Evet sevgilimi dostum? Yoksa nerden gireceğini mi unuttun?”
Konuşmuyordu bile. Sadece yüzüme bakıp gülümsedi. Ardından tekrar piyanoya ve saate baktı. Elimle dürtükleyip seslendim;
“Cage! Hadi eski dostum. Seni bekliyorum”
Hiç ses yoktu. Delirmiş olacağını düşündüm. Yüzüme bakıp gülümsemekten başka bir şey yapmıyordu. Bir de sık sık elindeki saati kontrol ediyordu. Bu sessizlik sinirimi bozmaya başladı. Biricik arkadaşım kafayı yemişti ve benim belki de kısa bir süre sonra geleceğim yere gelmişti. Omuzlarından tutup sarstım. Saate bakıp tekrar gülümseyince daha fazla dayanamayıp indirdim tokatı suratına. Oturduğu tabureden yere yuvarlandı. Attığım bu tokat her ne kadar kalbimin derinliklerinde bir acı bir sızıya neden olsa da, bunu eski dostumun sağlığı için yapmıştım. Hiçbir şey olmamış gibi yerden kalkıp tekrar tabureye oturdu. Tekrar saate baktı, parmaklarını kütürdetip saati cebine koydu. Tabureden kalkıp yanıma geldi.
“Eee! Nasıl buldun yeni eserimi? Tam dört dakika otuz üç saniye…”
“Lan olum ta.ak mı geçiyorsun benle! Ne eseri .mına koyim. Kafayı mı yedin?”
“Ah Monsante! Sevgili dostum. Bu benim bu güne dek yaratmış olduğum en büyük şaheser. Doğada kulağımıza gelen her şey müziktir Monsante. Kuşların cıvıltısı, yağmurun sesi, sonbaharda yere düşen bir yaprağın çıtırtısı ve hatta az önce bana attığın tokatın şaplağı bile… Bu arada elin gerçekten ağırmış sevgili dostum. İntikamım acı olacak!”
“Abi sen hakikaten bu yüzden mi sancı çektin. Yıllarca bu yüzden mi ortalardan yitip gittin. Bir tuşa bile dokunmadan sessiz sessiz oturdun piyanonun başında. Bir de beste yaptım diye koşa koşa bana geliyorsun.”
“Bir noktayı kaçırıyorsun sevgili dostum. Sessizlik diye bir şey yoktur. Sessizlik diye düşündüğün şey rastlantısal seslerle doluydu, ancak sen onu dinlemeyi bilmedin.”
“Ya bi bırak Allaşkına. Yıllarca boş boş oturdum, hiçbir şey üretemedim, aklıma bişey gelmeyince de sessizlikti, rastlantıydı diye salladım demiyorsun da…”
Yüzüme baktı. Gözleri dolmuş, sesi titremeye başlamıştı. Birden sarıldı bana sıkıca. Ağlamaya başladı.
“Özür dilerim dostum. Affet beni. Kendime inandıramadığım bu yalanı sana inandırmaya çalıştım. Eski dostum, ne olur affet beni. Artık hiçbir şey üretemiyorum. Aklıma hiçbir şey gelmiyor. Ne zaman piyanomun başına geçsem, içimde bir isteksizlik boy gösteriyor. Bir iki tuşa basıp kalkıyorum piyanomun başından, televizyonda O Ses’i açıyorum. İnce sesli çocuğa yazık ettiler diye ağladım eski dostum. Düşünebiliyor musun?”
“Seni benden daha iyi kim anlayabilir ki eski dostum. İnan senden hiçbir farkım yok. Yaşamaya mecbur olduğumuz bir süreç maalesef bu. Tanrı tarafından bize bahşedilmiş yeteneğin, cezası maalesef bu sancı. Ama bundan sonra bırakmam seni. Burada, bu piyanonun başında beraber üreteceğiz seninle. Tıpkı eski günlerde ki gibi. Ha! Ne dersin? Var mısın?”
“Varım ulan! Varım anasını satayım” dedi. Romlarımızı fondipleyip, sarıldık tekrar eski dostumla.
Not: Hikayenin YouTube videosuna aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz. Ya da YouTube'a direk John Cage 4'33 de yazsanız çıkar. Kır saçlı bi abimizi göreceksiniz piyanonun başında.
İyi seyirler.
RIZA AKIN’I TANIMAK
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.