35,9007$% -0.02
37,2963€% -0.29
44,5186£% -0.94
3.308,18%0,12
2.867,41%0,18
9.832,79%1,16
Eeey internetten dijital olarak bağ bahçe yapan, durmaksızın oyun isteği gönderen yeni nesil. Dinleyin lan! Bir diyeceğim var gene. Hem de şu kargaşada kafanız dağılır.
Evlere henüz içme suyu taşınmadığı zamanlar. İçme suyu bir zamanlar sokak başlarındaki ortak çeşmelerden temin edilirdi. Kadınlar, kızlar olmadı erkekler ‘boyunduruk’ denen, iki yanına kovaların takıldığı, omza alınıp su taşımaya yarayan aletlerle suyu evlere taşıyorlardı. Çeşme başlarında “Sen aldın, ben alamadım” kavgaları yaşanırdı. Öyle musluğu açtın, evin içinde su aktı. Yok öyle lüks! “İstanbul’da, Ankara’da evlerde akıyor lan!” derlerdi de “Hass.. olur mu olm öyle şey lan?” denilirdi. Bunları diyenler hep büyüklerdi. Biz sadece dinlerdik.
İçme suyu dışardaydı ama sulama suyu her yerdeydi. Gidip gidip de Fırat Nehri’ne dökülen Lih Çayı’ndan bağa bahçeye su verilirdi. Hem de taa Osmanlı’dan, Selçuklu’dan kalma su kanalları ile… Akşam vakti sulama saati gelince millet seferber olur, bağına bahçesine su dönderir, su bağlarlardı.
Akşam karanlığında bütün şehirde şırıl, şırıl su sesi olurdu. Şiir gibi, şarkı gibi Yukarıdan aşağıya bahçeler sırası ile sulanır, sırayı savan suyu diğerine çevirirdi. Su kesildikten sonra bahçelerden ilginç sesler gelirdi. Kalan su birikintilerine biri ayağıyla hızlı hızlı, ritmik bir şekilde vurur gibi… Bahçelerde her yanda bu sesler olurdu. Şap, şap, şap!… Bir de ellerinde kovalarla, gece karanlığında, seslerin geldiği yöne doğru koşuşan ev sahiplerinin birbirlerine bağırışları…
– Aha burda da var.
– Şuradan da ses geliy!..
Sulama suyu ile Divriği’ye gelen, su çekilince de bahçede açıkta kalan balıkların çıkardıkları seslerdi bunlar. Balık gövdesini kaldığı su birikintisine veya çimenlere vurarak çırpınırdı. Ev sahipleri de bahçeye çıkıp balık toplarlardı. Bahçeden balık toplama budur. Divriği balıkçılığı da bu kadardı. Kimse kötü konuşmasın lütfen. En azından dinamit kullanmadık balık tutmak için… Bir çeşit ayağa gelmiş kısmet olayıydı.
Muhtar
Çocukluğumda Divriği’nin köylerinden birinde yerel seçimler sonrası muhtar seçilen bir amca, seçimi kazandığı açıklanınca, yüksekçe bir taşın üzerine zıplamış ve teşekkür konuşması yapmıştı. Konuşmada en manidar nokta şuydu:
– Eeey köylüler! Daha düne kadar ben de sizin gibi sıradan biriydim, ama artık işler değişti. Bugünden sonra başka bir ben var karşınızda. Yanlış yapmayın, karıştırmayın, saygısızlık etmeyin!
Kurban olduğum halkımın seçen ve seçilene nasıl baktığı konusunu vurgulamak için anlattım. Bütün bu anlattıklarım acınızı bir derece hafifletmek için… Film şeridi bütün bunlar.
Hasan Ali
Hatırlayabildiğim kadarıyla, Divriği’de yaşayan önemli simalardan biri de Hamal Hasan Ali’ydi. Hasan Ali, ya hamallık eder ya da odun kırardı. Aslında ne iş olsa onu yapardı. Çocukluk yıllarımdan onu çarşıda boynunda tüpgaz, yaylana yaylana yürürken hatırlıyorum. Bir gün baltasını çaldırmış, mutsuz mutsuz otururken hatırını soran birine “Baltayı çaldılar, inşallah ağzını taşa vurmazlar, daha yeni bilettiydim!” demiş.
Yürüyüşü çok ilginçti. Öyle ki adımını attığı anda diz kırılır, hareket ettikçe bütün gövde bir aşağı, bir yukarı iner kalkardı, diz kapağı yere değecek gibi olurdu. Çok dürüst ve saf biri olarak hatırlıyorum. Bir defasında tüpgaz taşırken bir traktöre bindirmişler, gideceği yere kadar götürmüşler. “Ben bu parayı hak etmedim” diye sırtında tüple geri dönüp, aynı yolu yürüyerek tüpü teslim etmiş.
Bildiğim kadarıyla rahmetli Hasan Ali, toprak bir damda kalırdı. Evini görmedim ama anlatıldığına göre bizim oralara özgü eski, tipik kerpiç örme bir köy eviydi. Öyle ki kaldığı odanın pencereleri yokmuş. Sanırım evin ambar kısmını oda olarak kullanıyordu. Pencere yerine tavan kısmında bir delik açılmış ve buraya da cam takılmış.
Hasan Ali, fukaralıktan ve bilgisizlikten saat kullanmazdı. Evde de saat kurmak gibi bir alışkanlığı yoktu. Sabahları gün ışıyınca kendiliğinden, “Gün ağardı, sabah oldu” diye kalkarmış. Günün ilk ışıklarıyla evin tavanındaki delikten (pencere sayılabilecek) ışık vurduğu için uyanır, öyle kalkarmış. Günlerden bir gün, “Sabah oldu, çok uyudum yahu” diye fırlamış kalkmış. Yalnız evin içi hâlâ zifiri karanlık. “Allah Allaaah! Gün henüz ışımadan uyandım” diye geri yatmış. Biraz sonra tekrar uyanmış. Hâlâ karanlık… Geri yatmış. Bir süre sonra tekrar kalkmış; yine karanlık… Bir kaç kez yatmış, kalkmış, bir türlü gün ışımıyor. Her yer zifiri karanlık.
Zavallı Hasan Ali, fenalık geçirmiş ve ağlamaklı bir sesle sokağa fırlamış. “Heeeey kurban olduğum Allah, ya sende bir hal var, ya bende!” Kapıyı açınca fark etmiş ki, her yer ışıl ışıl aydınlık. Öğlen sıcağı basmış, güneş tepede. Çarşıda sormuşlar “Hasan Ali, niye geç galdın, neredeydin?” diye..
“Heç adam, mahlenin cagalari cama gara çalmışlar!” demiş. (Anlamayana Türkçe meali: Önemli bir şey yok, mahallenin çocukları camı siyaha boyamışlar) Mahallenin çocukları saf olduğunu bildikleri için arada Hasan Ali’ye böyle şakalar yaparlardı.
Karabeti
Çok afedersiniz, rahatsızlık vermiyor isem Memleket Hikâyeleri’ne irili, ufaklı devam edeceğim. Anlattıklarım, Anadolu mizahına örnekler oluşturabilecek kişiler, durumlar… Divriği’nin köylerinden birinde meşhur Karabeti lakaplı tanınmış bir sima vardı. Bir süre İstanbul’da, Ankara’da çalışmış. Büyük şehir, medeniyet görmüş ve memlekete geri dönmüş.
Bir gün tarlada çift sürerken, komşuları bakmışlar Karabeti’nin boynunda gravat. Evet, çift sürerken gravat takıyor. Bununla da kalmıyor, öküzlerin boynunda da birer gravat… Hatta eşeğinin boynunda da bir gravat…
Köylüler seslenmiş, “Hayrola Karabeti, senin boynunda gravat, hayvanların boynunda gravat? Hayırdır!” Karabeti cevap vermiş:
– Var ki takıyoruz efenim!
Alpay Ocak çiziyor: Sabri ve şiirleri
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.