34,3122$% 0.21
37,2200€% -0.48
44,4322£% 0.46
3.017,79%-0,07
2.736,14%-0,26
8.885,00%0,24
“Bir musluğun damlamasını durdurmaya çalışıp da başaramazsanız, damlayan bir muslukla yaşamak artık sizin yazgınız olur.” diye okumuştum bir kitapta.
O durdurulamayan damlaların, benim hayatımdaki karşılığı “sosyalleşme beceriksizliğine” denk geldiği için yalnızlık yazgım olmuştu.
Aslına bakarsınız bu yazgıyla ile yaşamak dışardan görüldüğü kadar kötü bir şey değil. İnsan bir süre sonra alışıyor, hatta hoşuna gitmeye başlıyor yalnızlık… Bir çeşit konfor alanı gibi… Karar verirken etrafında kararını etkileyecek kimselerin olmaması büyük konfor bence.
Bende ise karar verme anı böyle işlemiyordu maalesef. Tüm yalnızlığıma rağmen karar verirken karışan biri var hep: öteki Faruken… Tam önemli bir karar vermek üzere iken ortaya çıkar ve konu hakkında benimle bir süre tartışır. Bu tartışmalar kafamı açar ya da bulandırır. Ben de ona göre karar veririm.
Gördüğünüz üzere o kadar şanssızım ki yalnızlığın içinde bile yalnız kalamıyorum.
Yıllar evvel, daha önce bin kere yaptığım halde her seferinde ilk kez yapıyormuşum gibi keyif veren bir şey keşfettim. Ateş yakmak… Tek başınıza iken yapılabilecek en güzel aktivite budur bence. Tam bir terapi. Bir ateş yakıp o ateşi seyredin, pırıl pırıl olursunuz valla. Terapiste vereceğiniz parayı da biraya gömersiniz.
O gün, eski muhasebecimin attığı bir kazık yüzünden çıkan vergi borcunu yapılandırmış, kredi kartı borcumun da o ayki taksidini ödemiştim. Elimde kalan son parayla motosikletimin deposunu fulledim ve iki kutu bira aldım. Bunun üstüne bir ateş yakmanın iyi geleceğini düşünerek motosikletime atladığım gibi Ömerli Barajı’nın kıyısında herkesten uzak bir noktaya gittim.
Sırt çantamdan kutu biraları çıkarıp tabure niyetine kullanılabilecek gibi görünen taşın üstüne koydum. Bir sigara yakıp çalı çırpı toplamak için az ilerdeki ağaçlık alana doğru yürümeye başladım. Ateşi tutuşturmama yetecek kadar kuru yaprak ve ince dal topladıktan sonra biraz da kalın odun parçaları bulmak üzere ağaçlık alanın derinliklerine doğru yürüdüm.
Kuruduğu için kendi ağırlığını taşıyamayıp kırılan uzunca bir dal, ağaca sadece kabuğuyla tutunuyordu. Fazla güç gerektirmeyen bir hamleyle dalı ağaçtan ayırdım. İsviçre çakımdaki testereyi kullanarak dalı kısa parçalara ayırmak için keserken ilerdeki ağacın dibinde bir siyahlık fark ettim. Bir çantaya benziyordu. “Demek ki benden başka birileri daha var buralarda” diye düşündüm. Her kimse onunla karşılaşıp istemediğim muhabbetlere girmemek için işimi hızla bitirip burdan uzaklaşmalıydım. Kuru yaprakları ince dalları ve kestiğim odunları yerden alıp kendi kamp alanıma doğru yürürken merakıma yenik düştüm ve çantanın biraz yakınından geçtim. Bu bir bond çantaydı. “Bir insan piknik alanına niye bond çantayla gelir ki?” diye geçirdim içimden. Birkaç adım daha atıp görüş açımı değiştirince çantanın yarım açık olduğunu ve içinin para dolu olduğunu gördüm. 100 dolarlık banknotlardan oluşan bantlanmış para desteleri ile doluydu çanta. Panikle etrafıma bakındım. Kimse yoktu. Elimde odunlarla büyülenmiş gibi paralara bakarken “Bu kadar çok para beladan başka bir şey getirmez. En iyisi görmezden gelip buradan uzaklaşmak.” dedi öteki Faruken.
“Hah! Geldin demek… Hoş geldin”
“Dediğimi duymadın galiba… Hadi acele et, uzayalım hemen buradan”
Bir süre daha paralara baktıktan sonra “Haklısın” diyerek hızlı adımlarla kendi kamp alanıma döndüm. Kuru yaprak ve ince dallarla bir ateş yakıp üzerine birkaç kalın odun attım. Bitmek üzere olan sigaramı yanan ateşe fırlatıp bir bira açtım. Tam biradan bir fırt alacakken “Naapıyorsun oğlum?” diye çıkıştı öteki Faruken.
“Bira içiyorum”
“Oğlum, buradan uzayalım derken pılıyı pırtıyı toplayıp motosikletle gitmekten bahsediyordum. Hemen o birayı ateşin üstüne döküyorsun, eşyalarını toplayıp buradan uzaklaşıyorsun!”
Biramdan uzunca bir fırt çekip ateşe bir odun daha attım.
“Hassiktir! Düşündüğüm şeyi yapmayacaksın değil mi?”
Sopayla ateşi karıştırırken;
“Hava kararana kadar beklerim…” dedim.
“Hava zaten kararmak üzere… Hadi gidelim burdan.”
Dediğini duymazdan gelip başladığım cümleye devam ediyormuşum gibi devam ettim.
“Biri gelip alırsa geçmiş olsun… Ama gelen giden olmazsa…”
“Napıcan, alıcan mı? Oğlum kafayı mı yedin sen? O kadar parayı yönetemezsin, yüzüne gözüne bulaştırsın.” dedi
Biramı fondip yapıp ayağa kalktım.
“Nereye?”
“Parayı almaya.”
“Hani birkaç saat bekleyecektin? Gelen giden olmazsa…”
“Beklemekten vazgeçtim.” dedim çantaya doğru hızlı adımlarla yürürken. “Ya oradan alakası olmayan biri geçerken parayı alıp giderse?”
“Ne güzel işte… Hayatta kalırsın o zaman.”
“Güzel mi?” diye karşı çıktım. “Hayatının en büyük fırsatını kaçırmış biri olarak ömrümün kalanını pişmanlık içinde geçirmek mi güzel dediğin?”
Çantayı almak için elimi uzattım.
“Dur!” dedi. “Bari eldivenlerini tak. Çantaya ve paralara parmak izini bırakma.”
Korona yüzünden artık evden çıkarken cebime birkaç çift lateks eldiven atmak günlük rutinlerimden olmuştu… Cebimden çıkardığım eldivenleri giyerken öteki Faruken son kez şansını denedi;
“Bi daha düşün… Çantayı bırakıp gi…”
Çantayı kaptığım gibi koşar adımlarla motosiklete doğru yürümeye başladım. Heyecandan, bagajdaki kaskı çıkartmadan bond çantayı aynı bagaja sığdırmaya çalışıyordum.
“Naapıyorsun lan geri zekalı?” diye çıkıştı öteki.
“Birincisi… O oraya sığmaz. İkincisi… Çantada kesin takip cihazı vardır. Çantayı bırak, sadece paraları doldur bagaja”
Çantayı yere koydum. Bagajdan kaskımı çıkartırken çaktırmadan etrafa bakındım. Etrafta kimselerin olmadığından emin olunca çantadaki paraları hızla bagaja doldurmaya başladım. Bagaj tıka basa doldu. Kapağını zor kapattım. Kalan beş-altı desteyi de motosiklet montumun ceplerine tıkadım.
Öteki Faruken’e “Evde görüşürüz” diyerek motoru çalıştırdım.
“Evde görüşürüz” dedim çünkü motosiklet kullanırken bırak öteki Faruken’i, öteki her şey zihnimden çıkıyor. Bütün zihnimi sadece “Yolda olmak” meşgul ediyordu.
Eve geldiğimde hava kararmıştı. Motosikleti garaja soktum. Düğmeye basıp garaj kapısının yavaş yavaş inmesini seyrettim. Sadece motosiklet farının aydınlattığı garajda, kafayı toplamak ve sakinleşmek için bir süre hareketsiz durarak bekledim.
Kalp atışlarım yavaşlayınca garajın ışığını açıp motosiklet farını kapattım. Duvardaki raftan siyah battal boy çöp rulosunu alıp bir poşet kopardım ve paraları doldurmaya başladım.
“Şimdi ne yapıcan amk?” diyerek tekrar geldi öteki. “O kadar parayı götüne mi sokacan?”
Para dolu çöp poşetin ağzını bağlarken “Saklayacağım” dedim ve poşeti çuval taşır gibi sırtıma atıp garajın arka kapısından çıktım. Komşulara görünmeden eve girdim. Poşeti yere bırakıp yatağa oturdum.
Öteki Faruken “Nereye saklayacaksın?” deyince refleks olarak etrafa göz gezdirerek odayı taramaya başladım.
“Hakkatten geri zekalıymışsın” dedi. “Evde bir yere saklamayı mı düşünüyorsun?”
“Evet… Nooldu ki?
“Lan oğlum nesini anlamıyorsun? İzini bulduklarında ilk bakacakları yer burası olacak. Parayı burda saklamayı bırak, artık senin de bu evde bulunmaman gerekiyor”
“İzimi bulduklarında mı?
“Ya ne olacaağıdı? O kadar paranın peşini bırakırlar mı sanıyorsun?”
“Nasıl bulacaklar oğlum? Doğanın ortasında ıssız bir yerdeydik, etrafta da kimse yoktu.”
“İşte bu yüzden izini bulmaları daha kolay ve hızlı olacak”
“Nasıl ya?”
“Şimdi, Fikirtepe’den baraja giden bir tane yol var değil mi?
“Evet!”
“O yoldan pek fazla araba geçmez biliyorsun.”
“Eeee?”
“Ve bu yolda sadece bir tane benzinci var. Hani şu yola çok yakın duran küçük benzin istasyonu…”
“Sadede gel oğlum ne demeye çalışıyorsun?
“Kısaca o benzincide güvenlik kamerası varsa izini bulmaları sandığından daha çabuk gerçekleşecek demektir.”
“Ulan bu şimdi mi söylenir? Hayvanın oğlu!”
“Dedim oğlum sana, o çantayı alırsan daha önce tatmadığın belalara bulaşacaksın diye”
“Felaket tellallığını bırak da bir fikrin varsa onu söyle”
“Öncelikle bir saniye bile kaybetmeden burayı hemen terk ediyorsun.”
“Neden? Önce oturup sağlam bir plan ya…”
“Çünkü silahlı bir adam buraya gelmek üzere” diye lafımı kesti öbür Faruken.
“Hangi silahlı adam?”
“Parayı bulması için gönderecekleri silahlı adam… Önce ağaçlık alana bakacak. Boş çantayı görünce benzinciye ulaşması taş çatlasa 5 dakika… Güvenlik kamerası kayıtlarına bakması üç-dört dakika sürse… Motosikletin plakasını birkaç telefonla sorgulatıp adresini öğrenmesi ve benzinciden buraya ulaşması 15 dakika…. Yani gelmek üzeredir… Kalk! Kalk!”
“Nereye gideceğim ki?”
“Bilmiyorum yolda düşünürsün… Şu an önemli olan tek şey buradan uzaklaşmak.”
“Yolda düşünemem” dedim panikle.
“Haaa… Tabi yaa… Nasıl da unuttum? Şu senin meşhur motosiklet kullanırken her şeyle bağım kopuyor da bilmem ne… Saçmalığı di mi?” dedi alaycı bir ses tonuyla… “Artistlik yapmanın sırası değil oğlum.”
“Yok lan artistlik değil. Valla bak… Kendiliğinden oluyo… Ben de çok memnun değilim bu durumdan… İnsan arada başka şeyler de düşünmek istiyor. Hep yol, hep yol… Nereye kadar?” diye açıkladım.
“İş ciddi diyorum sen ne anlatıyorsun? Hadi acele et! Uzayalım hemen buradan.”
Pasaportumu ve iPad’imi sırt çantama attım. Para dolu poşeti bagaja koyup kilitledikten sonra motora oturdum. Marşa basmadan önce öteki Faruken’in “Sakın ana yollardan gi…” dediğini duyabildim sadece.
Virajlarda motosikletin farı yolun sağındaki ağaçları ve solumdaki Çayağız Deresi’ni aydınlatınca Paşamandıra üzerinden Riva’ya doğru gittiğimi fark ettim.
Gösterge panelindeki elektronik saate gözüm takıldı. Saat dokuza çeyrek vardı… “Hassiktir” dedim yüksek sesle. Sokağa çıkma kısıtlaması başlayacaktı 15 dakika sonra. Dereboyu yolunda Selim’in Yeri’ne gelmeden sağdaki toprak yola sapıp ormana girdim. Biraz ilerledikten sonra durdum.
“Oğlum deli mi s*kti seni? Kaptırmış nereye gidiyorsun böyle?” diye azarlayarak ortaya çıktı öteki Faruken.
“Ne bileyim amk… Yok silahlı adam gelecek, yok izini bulacak falan gerdin iyice beni… Kafa mı bıraktın bende?
“Sokağa çıkma kısıtlaması başlamak üzere. Riva’nın girişindeki jandarmalara bir çuval dolusu parayı nerden bulduğunu açıklamak istemiyorsan geceyi burada, ormanda geçirmelisin”
“Ormanda? Çadırsız?” diye tepki gösterdim. “Ulan çadırla bile kaldığımda tek başıma iken, yok ordan bi hırıltı geldi, yok şurdan bi çıtırtı duydum diyerek güneş doğana kadar gözümü bile kırpmadan elimde İsviçre çakısıyla öylece duruyorum çadırda… Çadırsız hem donarım hem zerre uyuyamam”
“Mükemmel” dedi öteki.
“Bir çuval parayla gecenin zifiri karanlığında ormanda tek başımayım ve üşüyorum… Bu durumu mükemmel yapan hangi detayı kaçırdım acaba?”
“Aslına bakarsan motosiklete atlayıp içgüdüsel olarak bu yolu seçmen çok iyi olmuş. Planımızın birinci aşaması için arayıp da bulamayacağın kadar uygun bir ortam”
“Planımız mı? Sadece senin planın olmasın? Çünkü benim böyle bir plandan haberim bile yok sayın öteki bey!”
Alaycı ses tonumu fark etmedi bile… Oysa söylerken gayet başarılı bir alaycı ses tonu yaptığımı düşünüyordum.
“Garajda iken” diye devam etti. ‘Götüne mi sokucan o kadar parayı?’ dediğimde ne demiştin?”
“Saklayacağım demiştim” diye cevap verdim.
“Gördün mü bak senin planınmış…”
“Saklayacağım” Bir plan değil ki, sadece bir fikir.”
“İşte o yüzden ben de bazı detaylar ekleyip onu bir plana dönüştürdüm.”
“Anladım… Parayı gömeceğim di mi?”
“Evet de buraya değil!” dedi
“Ne demek buraya değil? Hani mükemmel bir yerdi?”
“Öyle ama burası yola çok yakın… Şimdi Enduro motosikletinin hakkını verme zamanı… Yoldan mümkün olduğunca uzağa, ormanlık alanın derinliklerine doğru gidebildiğin kadar git.”
“Oh ne âlâ amk… Şöyle yap, böyle yap diye atıp tutmak senin için kolay tabi… Ne de olsa hayali bir karaktersin. Zifiri karanlıkta ormanın içinde tek başına olan benim ve ormanın yola yakın olan bu kısmında bile korkudan altıma yapmak üzereyim. Sen hâlâ, daha derinlere git, ormanda kal filan diyorsun… Daha derinlere gidip DELIVERANCE tadında bir şeyler yaşamak istemiyorum.”
“İyi sen bilirsin o zaman… Kendini bir araba mezarlığında, ellerin arkadan bağlı arabaları ezerek küçülten presin içinde bulduğunda 250 tonluk pres kemiklerini yavaş yavaş kırmak için yaklaşırken, kör bir bıçakla kesilerek ağzına zorla tıkılan kendi t*şakların ve s*kin yüzünden çığlık bile atamayacaksın. İşte o an DELIVERANCE filmindeki şişman elemanın yerinde olmak isteyeceksin.”
“Bazen gereğinden fazla ikna edici olabiliyorsun” diyerek motora atladığım gibi ormanın derinliklerine doğru sürmeye başladım.
Yaklaşık 20 dakika çeşitli engellerle boğuşarak ormanda ilerledim. Yeterince derinlere gittiğimi düşünerek durdum ve motosikletten indim.
“Güzeel” diyerek ortaya çıktı bizimki. “Paraları buralara gömücez” diye devam etti.
“Buralara derken?”
“Bütün parayı tek bir çukura gömmeyi düşünmüyorsun herhalde…”
“Birden fazla çukura mı gömücez?”
“Birden fazla değil yirmiden fazla çukura gömeceksin.”
“Nedenmiş?”
“Şanslı birinin çukuru bulup bütün parayı tek seferde götürmemesi için”
“Madem böyle bi planın vardı garajdayken niye söylemedin? Yanıma kürek alırdım.”
“Küreğe gerek yok. İsviçre çakın var ya.”
“Kafan mı iyi olum senin? Yirmiden fazla çukuru çakıyla nasıl kazayım?”
O meşhur videodaki annenin sesini taklit ederek;
“Salak. Yemin ederim geri zekalı bu çocuk” diye kendi kendine söylendi öteki Faruken. “Çakının tornavida kısmını açıp motosikletin egzozundaki ısı koruma kalkanını sök. Güzel kürek olur” diye devam etti.
“Şerefsizim benim aklıma gelmişti”
“Ya**amı gelmişti… Bi kere, heyecan yapınca beynin duruyo oğlum senin.”
Egzozdan söktüğüm ısı kalkanıyla bir çukur kazmaya başladım .
“Dur oğlum dur! Ne yapıyorsun?
“Gene ne oldu amk?”
“Öyle değil oğlum… Bir işaret bırakmak lazım. Para almak için buraya döndüğünde nasıl bulacaksın gömdüğün parayı? Bütün ormanı mı kazacaksın?”
“İşaret koyarsam buradan geçen başkalarıda bulur o zaman”
“İşte tam bu noktada sende olmayan bir şey devreye giriyor”
“Neymiş o?”
“Zeka!”
“Ayıp oluyor ama…”
“Tamam tamam kızma, şaka yaptım… Şimdi şu İsviçre çakını tekrar çıkar bakayım. Hah. Önce şu battal boy çöp poşetinden küçük küçük parçalar keseceksin. Kestiğin parçalar en fazla iki desteyi saracak kadar olsun.”
Dediği gibi yaptım. İşim bittiğinde 25 tane parça gömülmeyi bekliyordu yerde.
“Güzeel” diye onayladı. “Şimdi sana şifreli işaret bırakmayı öğreteceğim. Çakının arka kısmındaki delik açmaya yarayan sivri ucu çıkart ve bir ağacın yanına git.”
Bir ağaca yanaştım ve “Evet şimdi ne yapıcam?” diye sordum.
“Ağacın sağa sola giden dallarından birini seçip yaklaşık onar santim aralıklarla üç tane delik aç”
Üçüncü deliği açarken “Bunun neresi şifreli? Kabak gibi ortada”dedim.
“Hemen izah edeyim” diye cevap verdi. “Her bir deliği beş adım olarak hesapla ve dalın uzandığı yöne 15 adım sayarak birinci parçayı göm”
“Haaaa… Çaktım köfteyi” dedim.
Adımları sayıp birinci parçayı gömmek için çukur açarken “Bir sonraki parçayı başka bir ağacın dalından başka bir yöne doğru adım sayıp gömeceksin” diye devam etti. “Her seferinde üç delik açman gerekmiyor. Dalın işaret ettiği yöndeki boşluğa göre iki delik de olabilir beş delik de… Kafana göre!”
“Aferin lan. Saksın çalışıyormuş” diye övdüm öteki Faruken’i.
Son parçayı gömerken el fenerimin pili bitti. Gömme işini cep telefonumun ışığını açarak tamamladım. Yanıma almak için ayırdığım son desteyi motosiklet montumun iç cebine koyup fermuarı çektim ve bir sigara yaktım. Cep telefonumun fenerini kapatırken saat 4:30’u gösteriyordu. Bütün gece hareket halinde çukur kazmakla meşgul olduğum için üşümemiştim.
“Tebrik ederim, planımızın ilk aşamasını başarıyla tamamladık” diye lafa girdi öteki Faruken. “İki saate kalmaz hava aydınlanır. Hava aydınlanınca yapacağın ilk iş…”
“Eve gidip bir duş alıp fosur fosur uyumak” diye lafını kestim.
“Ev yok oğlum. Evi unut artık… Yapacağın ilk iş motosikletten kurtulmak. En iyisi ıssız bir kıyı şeridinde denize yuvarlamak ama yuvarladığın yer derin olmalı… Bir de yuvarlamadan önce plakayı sökmelisin plakayı iyice parçalayıp başka yerlere at!”
“Benim daha iyi bir fikrim var” diyerek saatime baktım: 04:50. Sokağa çıkma kısıtlamasının kalkmasına 10 dakika kalmıştı. Kürek olarak kullandığım ısı kalkanındaki toprakları temizleyip egzoza geri taktım ve havanın aydınlanmasını beklemeden Gebze’ye doğru yola çıktım. Saat 7:00’ye doğru Gebze’nin dışındaki sanayi mahallesinin girişinde durdum. Motordan indim ve plakayı sökmeye başladım.
“Ne yapıyorsun? Ne işin var Gebze’de?” diye bağıran öteki Faruken’in sesiyle irkildim.
“Lan oğlum böyle aniden belirmesene… Ödümü patlattın a*ına koyayım”
Söktüğüm plakayı defalarca katlayıp açarak ikiye böldüm. Sonra o iki parçayı da aynı şekilde bölerek dört parça plakayı montumun cebine koydum.
“Belli ki bir planın var.” dedi öteki. “Anlat da bilelim”
“Bundan bir önceki motosikletimi hatırlıyorsun değil mi?”
“Evet… Şu çalınan motorun di mi? Suzuki DR-Z400… “
“O motoru çalan çocuklar, parçalarına ayırıp satmak için tam da bu sanayi sitesine getirirken yakalanmışlardı.”
“Ne yapıcan? Dükkanlar açılınca tek tek dolaşıp ‘abi çalıntı motorum var şunu parçalarına ayırabilir misiniz’ mi diyeceksin?”
“Hayır. Sadece buraya park edip motosikletten uzaklaşmam yetecek. Parçalayıp satma işini yapan elemanlar birazdan dükkan açmak için bu yoldan geçecekler ve yol kenarında duran plakasız bir motosikleti orda bırakacaklarını zannetmiyorum.”
Yaklaşık yüz metre ilerdeki çalılıkların arkasında motoru görebileceğim açıda oturup beklemeye başladım. Bir süre sonra üç kişi motosikletin yanından geçti. Hiçbiri motosikletle ilgilenmemişti. Sadece geçerken şöyle bir bakış attılar ve yollarına devam ettiler. Onların peşinden bir kamyonet geçti. Kamyonet biraz ilerledikten sonra durdu ve geri geri motosiklete doğru yanaşmaya başladı. Motosikletin yanına gelen kamyonetten bir kişi indi ve motoru incelemeye başladı. Gidonun kilitli olmadığını görünce önce etrafına bir bakındı, sonra gidondan tuttuğu gibi motosikleti sanayi kapısından içeri soktu.
“İşte bu kadar” dedim. “Artık o motosikleti bir daha kimse göremeyecek”
“Hakkını yemişim” dedi öteki Faruken. “Senin saksı da çalışıyormuş arada bir.”
Sanayi mahallesinden yürüyerek Gebze tren istasyonuna ulaşmam yirmi dakikamı aldı. Cebimde son kalan bozukluklarla büfeden iki poğaça, bir ayran alıp karnımı doyurdum. Tren istasyonundan fazla uzaklaşmadan çarşı kalabalığında gezerek döviz bürolarının açılma saatini beklerken, cebimdeki dört parça plakanın her birini ayrı çöp kutularına attım.
Elimi motosiklet montunun iç cebine sokup desteden bir yüzlük çektim ve çaktırmadan pantolonumun cebine attım. Cebimde bu kadar para ile bilmediğim sokaklarda gezmek beni tedirgin ediyordu.
Döviz büroları açılır açılmaz gözüme kestirdiğim bir tanesine girip “Günaydın” diyerek 100 doları uzattım. Selamıma karşılık vermeden parayı aldığı gibi mor ışığa tuttu. Sonra parayı pencereye doğru kaldırarak baktı. Peşinden parayı kenarlarından tutarak iki kere yanlara doğru açıp esnetti. Adamın yaptıklarını seyrederken “Ya para sahte çıkarsa…” diye gerilmeye başladım.
Masadaki ıslak süngere baş parmağını bandırıp paranın yüzeyine bastıra bastıra sürterken başını kaldırıp bana bakması daha da gerilmeme sebep oldu.
Boyanın dağılmadığını görünce çekmeceden çıkardığı Türk paralarını saymaya başladı. İşte o an tuttuğum nefesimi serbest bırakıp rahatladım. Türk paralarını pantolonumun cebine koyup çıkarken “İyi günler” dedim. Buna da karşılık vermedi lavuk.
Yorgun ve uykusuz olduğum için, duş alıp biraz uyuyabileceğim bir otelde oda tutmaya karar verdim. Öteki Faruken’in bu kararıma bik bik etmesini bekledim bir süre… Baktım tık yok “Demek ki kendi başıma da doğru kararlar alabiliyormuşum” diye düşündüm.
İşlek caddelerden birinde bulduğum otelde oda tuttum. Odaya girer girmez Fikirtepe’deki üst komşumu aradım.
“Alo… Serkan abi selamlar”
“Aleyküm selam Faruk’çum”
“Abi senden bir ricam olacak. Ben dün gece motorla yola çıktım da çıkarken kapıyı kilitledim mi diye hatırlayamıyorum. Bi kontrol eder misin sana zahmet ya?
“Hemen iniyorum”
“Sağol abi ya…”
“Lafımı olur Faruk’çum? Gene motorla dağ bayır mı?”
“Benim de eğlencem bu işte!”
”Kapı kilitli Faruk’çum. Rahat ol!”
“Teşekkürler abi, görüşürüz.”
“Bu neydi şimdi?” diye sordu öteki Faruken.
“Kapı açık ya da kilidi kırık olmadığına göre peşimde biri yok demektir.”
“Peki ya, adam kapıyı maymuncukla açıp içerisini kontrol ettikten sonra tekrar maymuncukla kapıyı kilitlediyse?”
“Maymuncukla açılan kapı tekrar geri kilitlenebiliyor mu?”
“Herhalde yani. Sonuçta anahtar görevi görüyor.”
“Ulan tam da peşimde kimse yok diye rahatlayacaktım gene sıçtın batırdın.”
“Bundan sonra sana rahat yok oğlum”
Bir duş alıp kendimi yatağa attım. Uyandığımda saat 15:30 olmuştu. Otelin hemen karşısındaki self servis lokantasında karnımı doyurduktan sonra bir taksi çevirdim. Arka koltuğa oturup kapıyı kapatırken “Selamün aleyküm” dedim. “Aleyküm selam abim. Nereye gidiyoruz?”
“Ömerli Barajı’na…”
“Ömerli barajı‘na mı?” diye şaşkınlıkla sordu öteki Faruken.
Taksiciye kendi kendine konuşan bir deli gibi görünmemek için öteki Faruken’e cevap vermedim.
“Barajın ne tarafına gidiyoruz sayın abim?” diye sordu taksici.
“Fikirtepe yolu üzerinden gidelim”
Yola çok yakın olan küçük benzin istasyonuna gelince “Burada biraz duralım” dedim taksiciye. “Marketten bir sigara alacağım sen de bir şey ister misin?”
“Yok abi sağol!”
Markete doğru yürürken, duvarlara, direklere filan baktım hiçbir yerde güvenlik kamerası göremedim. Emin olmak için markete girip kasada duran çocuktan bilgi almak için önce bir paket sigara istedim. Çocuk sigarayı bana uzatırken “Bayağı ıssız bir yermiş.”dedim. “Hırlısı var hırsızı var; korkmuyor musun tek başına çalışmaktan?”
Tavanda köşelerde güvenlik kamerası aradım. Marketin içinde de kamera falan görmedim.
“Gerçi güvenlik kameranız vardır mutlaka” diye ağız yokladım.
“Yok be abi ne güvenlik kamerası? Bizim patron o kadar cimri ki böyle bir şeye hayatta para yatırmaz… Zaten göt kadar istasyon kim gelip soyacak ki burayı?”
Sigarayı cebime koyup çocuğa 100 lira uzattım.
“Abi bozuğun yok muydu?”
“Üstü kalsın” diyerek kapıya yöneldim. Rahatlamış bir şekilde taksinin arka koltuğa oturdum.
“Şimdi nereye sayın abim?” diye sordu taksici.
“Fikirtepe’ye gidiyoruz”
“Ooo… Bakıyorum da artık beni hiç s*klemiyorsun”
İşaret parmağımı dudaklarıma yaklaştırarak taksicinin duyamayacağı kadar kısık sesle “Şşşşt!” diyerek öteki Faruken’i susturdum.
Fikirtepe girişine geldiğimizde taksici “Fikirtepe’nin neresine sayın abim?” diye sordu.
“Merkez caminin orda bir otel var. Oraya bırakıver” dedim.
Otelin önünde taksi ücretini öderken, böyle yağlı bir müşteriyi kaçırmak istemeyen taksici “Buyur sayın abim” diyerek kartını uzattı. “Ne zaman lazım olursa bir telefon çakman yeterli. Gebze’den 15 dakkada uçarak gelirim icabında.”
Taksicinin uzattığı kartı alırken “Teşekkürler… Hayırlı işler” dedim.
Odama çıktığımda sırt çantamı yere koyup yatağa uzandım. Üzerimden bir yük kalkmıştı sanki. Rahatlamış bir şekilde tavanı seyrederken bizimki;
“Tamam anladım. Artık s*klemiyorsun ama, yine de merak ediyorum kafandan neler geçiyor? Bir planın mı var? Fikirtepe’ye niye ge…”
“Şşşşt!” dedim sadece. Zınk diye sustu öteki Faruken. Bu hareketin tekrar işe yaramasına şaşırdım.
Fikirtepe’deki meyhaneler Sokağı’nda vizesiz gidilen bir ülkeye haftada iki sefer yapan bir kaç otobüs şirketi var. O ülkeye gidip gelirken hep aynı otobüs şirketini kullandığım için şoförlerden biriyle ahbap olmuş ve numarasını almıştım. Telefonumu çıkarıp şoförü aradım ve yarınki otobüste bir yer ayırttım.
“Haa… Şimdi anladım. Paraları kumarhanelerde harc…”
“Şşşt!”
……………..
Vizesiz gidilen o ülkede on ayrı bankada hesaplar açtım ve bütün parayı avroya çevirip bankalara yatırdım. 10.000 avro ve yukarısı miktardaki nakit parayı sınırdan geçirmek yasak olduğu için haftada iki defa gidip gelerek her seferinde 10.000 dolar götürdüm. Yaklaşık altı ayda paranın büyük bir kısmını hesaplarıma aktardım.
Oranın Nişantaşı’na denk gelen bir ilçesinde bahçeli küçük bir ev satın aldım. Bu yazıyı evimin balkonunda şarap içerek yazıyorum. Yazım bitince Grand Casino’ya gidip biraz para ezicem.
Haa bu arada “Paranın büyük kısmını götürdüm” dememin sebebi kazdığım 25 çukurdan ancak 22’sini bulabilmemdi. Diğer üç çukuru işaret eden dallar kırılmış olmalı. Her çukurda iki deste olmak üzere toplamda 60.000 $ oralarda bir yerde yatıyor hâlâ… Bence bir şansınızı deneyin.
Ya o üç maymun aslında başka mesaj veriyorsa?
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.