34,9568$% 0.16
36,7372€% 0.27
44,1445£% -0.29
2.979,77%-0,87
2.650,37%-1,08
10.125,46%0,66
Bu küçük öykü ileride okunduğu zamanlarda, hâlâ korsan CD olacak mı bilmiyorum. Şimdiden hızlı bir değişim başladı bile. Bilgisayar verileri, kompakt disklere veya başka plastik kaplara, leğenlere doldurulmadan, elektriksel bir şekilde saklanıyor artık. Ağız alışkanlığı ile uzun süre “CD lazım mı?” diye soran sokak korsanları, yavaşça “Program lazım mı ağbi” şeklinde daha bilimsel konuşmaya başladılar.
Sevgili okurlar, sizlere, CD lazım mı günlerimizden, hiç unutamadığım bir olayı anlatmak istiyorum. Olay, yarı gerçek, yarı kurgudur. Merak etmeyin, neresi kurmaca neresi gerçek, sizlere söyleyeceğim! Bizde yalan yok. Bu ekmek teknesini dürüstlük ve samimiyet sayesinde işletiyorum.
O gün, her zamanki gibi vapurla işten dönmüş, eve yürüyordum. Genelde kestirme olsun diye, korsanların birikme yaptığı Yazmacıoğlu işhanının önünden geçen yolu kullanırım. İlçemizdeki bu bölge bilgisayar parçaları ve benzeri elektronik ürünlerin, irili ufaklı bir sürü dükkan ve mağazada satışının yapıldığı bir alandır. Her zaman hareketli ve cümbüşlü olan bu yoldan geçerken, işitme algım genelde “CD lazım mı ağbi?” sorularını duymayacak, hissetmeyecek şekilde kapalıdır.
Elbette ben de çeşitli bilgisayar işlerim için CD, yani kompakt disk (henüz dilimize oturmamış ve gençleri gülümseten Türkçe ifadesiyle: “yoğun teker”) kullanırım. Fakat bu ihtiyacımı birisi bana sorduğunda hatırlayarak, “Aa, evet yahu. Sahiden CD lazımdı!” demem. İhtiyaç duyduğumda kendim tedarik ederim! Üstelik, sokakta yürüyen masum insanlara aniden yanaşarak sorulan bu soru, gereksiz bir gizem ve çirkin bir samimiyet de taşıyor. Sana ne, bana ne lazımsa!? Ayrıca neden böyle, uyuşturucu madde satışı yapar gibi üzerime eğilerek soruyorsun!?
Herneyse, o gün ne olsa beğenirsiniz peki? Bana gerçekten CD lazım oldu arkadaşlar! Hem de acayip lazımdı.
İşyerinde hafta boyunca yorulan kafamı boşaltmak için, arasıra oynadığım bir bilgisayar oyunu vardı. Bu oyunda, ağzından renkli toplar fırlatan bir kurbağa, etrafındaki çemberde dönen başka topları vurarak puan topluyor. Bu oyunun birincisini internetten kendim indirebilmiş, ama gelişmiş versiyonu olan ve çok beğeni toplayan ikincisini bir türlü bulamamış, bulsam da bilgisayarıma kuramamıştım. Özellikle o günkü tatil günümde oynamayı çok istiyordum! Kısacası, CD’si lazımdı bana.
Ne saçma bir aksilik yaşadığımı artık tahmin etmişsinizdir. Her zaman kulağımın ortasına üfleyerek “CD lazım mı ağbi!” diye soran bu teknoloji tellâllarından, bir tanesi bile yaklaşmadı yanıma!
Ben de gidip kendim sormaya, yani “CD var mı sizde, satıyor musunuz?” demeye çekiniyordum niyeyse. Bir talepte bulunmanın ağırlığını yaşatan utanma duygusunu geçin, sorunun kendisi de anlamsız geliyordu bana. Sokakta öylece dikilen, tanımadığım bir adama yanaşarak “Sende CD var mı, şu var mı, bu var mı” diye nasıl derdim.
Gerçi onlar uzaydan gelmiş yaratıklar değildiler. Civardaki işhanlarının karanlık, izbe katlarında dağıtım ve satış yapan korsan dükkanlarının tellarıydı hepsi. Sokakta soruyorlar, müşteri evet derse, onu alıp içeriye bir yere götürüyorlardı.
Bir dükkana girerek alışveriş etmek daha insancıl ve medeni geliyordu bana. Öteki şekilde, sokakta gizli saklı alışveriş yapmaktan hoşlaşmıyordum. Fakat bu dükkanların nerede oldukları belirsizdi. Yakınlarına tek başınıza ulaşabilseniz bile, çoğu CD satılan bir dükkana benzemiyordu. Bir defasında, bir çiçekçinin perdeyle ayrılan arka bölümündeki odadan bir Tom Cruise filmi; bir damacana su deposundaki masada oturan adamdan da yazı düzenleme programı satın almıştım.
Konumuza dönersek, o gün çok şaşkındım sayın okurlar! Sokak boyunca kimse bana “CD lazım mı?” diye sormayınca, bitirdiğim yolu gerisin geriye döndüm. İskele tarafına doğru bir kez daha yürüdüm.
Belki bu kez birisi sorar diye umudum vardı. Kesinlikle bir yanlışlık olmalıydı bu işte. Ya sormuşlardı da ben duyamamıştım, ya da bütün korsan tellâllarının hepsinin birden aynı anda fena karınları acıkmış veya aynı zamanda acil tuvalet ihtiyaçları doğmuştu.
Korsan demişken; sizin ve benim şu anda içinde bulunduğumuz ortam istediği kadar eğlenceli bir öykü gibi olsun, gene de korsanlığın ciddi ve hiç sevimli olmayan yönlerinden kısaca bahsetmem lazım. Merak etmeyin; sadece “İnternetten film indirmek ahlakên yanlış mıdır” sorusuyla bile üç hafta aralıksız tartışılabilecek geniş bir meseleyi, birkaç güzel felsefi söz etme arzuma yenik düşerek uzatmayacağım.
Ancak -zaman zaman kendim de yaptığım- şu önemli hatayı mutlaka belirtmeliyim ki, bu tür kişilerin sevimli bir eğlence unsuru olarak kullanılmasına karşıyım. Örneğin, mafya üyeleri veya korsanlar, neredeyse bütün televizyon dizilerinde, ilginç özellikleri olan adamlar olarak gösterilirler. Üzerine komiklik sosu da eklenen bu ilginçlik ibresi, hiçbir zaman kötülük ünvanına kadar tırmanamaz. Sadece sıradan insanlardan değişik ve ilginçtirler işte. Birilerine sahiden zararı dokunan en kötüleri bile, içlerinde sadece ‘en ilginç’ olanlarıdır! Belki edebiyatçılar filan, önce bu tür küçük yanlışlıkları, sonrasında da coşup dünyayı değiştirmeye heveslenebilirler. Ama güçleri yetmeyecek.
İçinde zaten ikiyüz gram yoğunlaşma gücü kalmış kafamı, yeni ahlaki tespitler üretmek için çalıştırmak yerine, meselenin eğlenceli ve ilginç taraflarından söz etmek elbette bana da kolay geliyor. İlçemizde, bir kaldırımdaki tahta tezgahında korsan film CD’si satan bir çocuk, yıllarca bu işi yaptı, daha sonra tezgahının bulunduğu caddenin tam karşısındaki Vişne sokakta iki katlı lüks bir korsan CD mağazası açarak, altına da lüks bir siyah Mersedes otomobil koydu. Bu cümle size yeterince bir eğlence veya ilginçlik duygusu sunuyor, öyle değil mi? Güzel! Meseleyi daha fazla kurcalayıp, depomdaki çok değerli yoğunlaşma enerjimi bitirmeye niyetim yok. Üstelik şu an devam etmemiz gereken bir öykü var:
Sokakta gerçekten ne olmuştu, bilmiyorum. Görevi, yoldan geçenlere CD lazım mı diye sormak olan korsan gençlerin bazıları, köşedeki lamba direğinin önünde toplaşmış, gülüşerek sohbet ediyorlardı. Bir tanesi kendi başına döner-ekmek yiyordu ayakta. Bir tanesi de etekli iki liseli kızın arkasından bakıyordu. CD lazım olan bir vatandaşla ilgilenen yoktu!
Belediyenin büyük çöp kutularının yanından, tekrar geriye döndüm. Bu üçüncü turumdu. Yolun başına kadar son kez yürüyecek, bu defa da o meşhur soru ile karşılaşmazsam dosdoğru eve gidecektim. Kararım buydu. Kurbağa oyunu oynamadan da geçirebilirdim bu hafta sonunu. Ucunda ölüm yoktu ya.
Kendime verdiğim sözü tutamadım ve dördüncü tura başladım. Fakat çok iyi oldu. Bu yürüyüşümde, bir hanın kuytusundan süzülerek aniden önüme çıkan bir adam: “Ağbi CD lazım mı?” diye sordu! “Oyun, program?” diyerek de sorusunu genişletti.
Az önceki dakikalarda kendimi sokakta öylesine yalnız hissetmiş olmalıyım ki, bu ani mutluluk duygusuyla: “Evet, lazım. Çok sağol!” dedim.
Kırk yaşlarındaki, renkli takkeli bu garip adam, para kazanmaya şartlanmış sıradan bir korsan gibi heyecanlanıp telaşlanmadı. Aksine, kibar bir hareketle yolu işaret ederek: “Buyrun ağbi, bu taraftan” dedi. Benden on yaş kadar büyük sayılırdı aslında. O da saygı göstergesi olarak bütün Türkler gibi diline yapışan “ağbi” kelimesini kullanıyordu elbette. Yolda heyecanla, kurbağalı oyundan bahsettim ona. “Ağzından renkli toplar çıkıyor!” dedim. Bu mutlulukla adını bile hatırlayıverdim oyunun, “Zuma!” dedim.
“Buluruz ağbi” dedi, sakince. Benim gibi eşek kadar bir adamın kurbağalı bilgisayar oyunu oynamasını küçük gören bir sakinlikle hattâ.
İçine girdiğimiz pasajın, desenleri artık seçilemeyen kirli taşlı zemininde sadece beş metre yürüdükten sonra, birdenbire sağa döndük. Uçları hep kırılmış basamaklardan oluşan bir merdiveni tırmandık, ve basık tavanlı başka bir uzun koridora çıktık.
Bu garip uzun geçitte, camlarına vurdulu-kırdılı bilgisayar oyunu afişleri, ya da bu oyunların oynanması için mininum gerekli olan bilgisayar ekran kartlarının abartılı tanıtım resimleri yapıştırılmış küçük dükkanlar vardı sıra sıra. Daha önce aşağıdaki pasajdan geçmiştim, ama burayı ne görmüş ne de duymuştum.
Dükkanların içinde nelerin bulunduğu görülmüyordu, büyük camların açıkta kalan kısımlarını da gazete kağıtlarıyla kaplamışlardı. Yalnızca bir dükkanın hafif aralık kalmış kapısından, içeride kürklü bir yaşlı kadın çarptı gözüme. (Burası, kurmaca! Yani uydurdum. Sizlere neresi gerçek, neresi kurgu, bunu söyleyeceğimi belirtmiştim. Niçin içeride kürklü ve yaşlı bir kadın gördüğümü söyledim, onu ise bilmiyorum.)
Kirli koridoru yürüyerek geçtik, eşikli bir tahta kapıdan adım atarak, balkon gibi, ufacık bir yere çıktık.
Ancak iki kişinin, yani sadece korsan tellâlı ile benim yanyana durabileceğimiz bir genişliğe sahipti. Buna rağmen, iki yanındaki pencere pervazlarında, uzun bir demir çubukla düşmeleri engellenmiş küçük saksılar içinde sevimli çiçekler bulunan, oldukça garip ve çok hoş bir yerdi. Burası, gerçek! Çünkü bu minyatür balkonda soluduğum o müthiş temiz havayı ve uçsuz bucaksız denizi de içine alan Kadıköy manzarasını hiçbir zaman unutamadım!
Yalnızca, etrafta hiç CD yoktu elbet. Ancak, içinden veya ortasından geçtiğimiz dükkanlarda da CD görememiştim. Minik balkonda neredeyse kıpırdayacak yerimiz olmamasına rağmen, adam gene de bana biraz daha sokularak, kulağıma:
“Ağbi, iki gün sonra gelin buraya,” dedi. “Aradığınız o oyun var. İstediğiniz o program da var bizim dükkanda.”
Yolda bir de bu gelmişti aklıma. Bir yazı düzenleme programıydı. Bende başka bir tane vardı, ama satır sonlarında güzel bir şekilde hece bölmesi yapamıyordu. Kelimenin saçmasapan yerlerinden kesiyordu. “Yatmadan önce çoraplarımı çıkard- ım” gibi.
Hâlâ neden buraya geldiğimizi anlamamıştım. Fakat balkon sahiden güzeldi. Ufacıktı, ama gene de çok ferah ve nefes kesiciydi.
“Ağbi, sokakta söyleyemedim,” dedi, korsan CD’ci, “Çünkü herkese, bu konuda kesinlikle konuşmayın dediler. Bizi yanyana görmesinler istedim. Ben işimi sağlama alan birisiyim. Dükkanımız hemen şu tahta kapının karşısında, ama içeride birşey yok zaten. Yalnızca benim spor çantam ve bir tane tekerlekli koltuk duruyor odada. Herşeyi başka bir depoya kaldırdık… Kısacası, bugün CD satışı yok! Yarın da olmaz belki. Üç gün yok diyelim biz…”
Biraz daha anlattı işin aslını. Sonra el sıkıştık, minyatür ferah balkondan, eşiği atlayarak karanlık koridora çıktık. Aşağıdaki pasaja inen merdivenlerin başına kadar eşlik etti bana.
Olay şuydu sevgili okurlar: Ülkemizin Avrupa Birliğine adaylığı sürecindeki görüşmeler sırasında, bir ziyaret daha yapılacaktı. Bazı yabancı devlet bakanları İstanbul’a gelecek ve bu bölgedeki bir otelde önemli bir toplantı gerçekleşecekti. Bütün korsanları, dilencileri, başıboş sokak köpeklerini ve CD’leri etraftan toplamışlardı!
Sıkı emir vardı. Bunlara, “İki gün CD’lerinizle beraber tamamen ortadan yok olun, sonra gene satarsınız” demişlerdi.
Başka bir uluslararası toplantı için, havaalanı güzergahından neredeyse şehir merkezine kadar inşa edilen, uzun teneke duvarı hatırladım. Yabancı önemli ziyaretçilerin, gecekondularda oturan fakir vatandaşlarımızı görmeleri istenmemişti. Şimdi aynı yetkililer, fakirliğe olduğu gibi, isterlerse telif haklarına da kolayca çözüm buluyorlar, korsan üretimi iki saatte ortadan kaldırabiliyorlardı.
Hafta sonunda ne yazık ki Zuma oynayamadım sevgili okurlar! Ertesi gün aklıma geldi: Yakınlarda oturan bir arkadaşımı aradım, “Sende CD’si var mı?” diye sordum. Boş CD getirirsem bana çekebileceğini söyledi! Giyindim, süslendim, dışarıya çıktım. Boş CD ile boş boş gidilmezdi bir misafirliğe öyle. Bir CD’ye, bilgisayarımdaki Mp3 şarkılardan koydum elli tane kadar, yoldaki bir pastaneden de iki tane ay çöreği aldım.
Öykü, Metin Fidan’ın Kara Karga Yayınları’ndan çıkan “Jüpiter Kaç Lira?” kitabından alınmıştır.
Mehmet İlhan’dan beşibiryerde karikatürler
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.