38,8395$% 0.09
43,6830€% -0.07
51,8870£% -0.02
4.055,99%0,66
3.246,93%0,55
9.549,60%-1,23
09 Şubat 2025 Pazar
Kar, kış, kıyamet: Abdülkadir Tamer'den bir öykü
Kaleminin gücüyle ayakta kalan babam: Burhan Arpad
... Ve Zonguldak
Yer altında Romanlar ve Gebenler
"Göğü kucaklayıp getirdim sana, kokla açılırsın"
İçimdeki cinayet (Altıncı Bölüm-FİNAL)
Tersettin: Nerelerdesin abi sen ya? Kaç zamandır bizi mahrum bıraktın maceralarından!
Oto tamircisi: Oğlum macera yaşayacağım yaşayacağım ama gündem müsaade etmiyor ki! Gündemi takip etmekten başım dönüyor! Ben dönemiyorum bir yerlere!
Oto tamircisi: Sen niye gündemi takip ediyorsun abi? Gündem seni takip etsin!
Tersettin: Oğlum öyle diyorsun ama kolay mı bir bak. Göklerde Kartalkaya gibiydim, kanatlarımdan vuruldum. Mor çiçekli yüz kişiydim, yandım yandım da kül oldum.
Oto tamircisi: Abi sen de haklısın…
Tersettin: Allah’ın belası bir faşist misojinisti Amerika’ya takım kaptanı seçtiler. Yanına da sağı solu belli olmayan bir manyak kişiyi yani Elon Maskot’u antrenör olarak aldı. Netenyahu’yu da muavin etti kendine. Keanu Reeves’in Speed filmi gibi gidiyoruz bakalım sonumuza doğru.
Oto tamircisi: Abi sen hep haklısın…
Tersettin: Sonra tam bir şey diyecektim, 6 Şubat geldi, insanlar “Sesimi duyan var mı?” diyerek caddelerde yürüdüler. Hâlâ 500.000 kişi konteynırlarda yaşıyormuş. Ben ne diyim? Bunun üzerine ben ne diyim ha?
Oto tamircisi: Abi vallahi haklısın…
Tersettin: Üstelik Fransa’yı anlatacaktım. Fransa’da nasıl futbol ve voleybol oynadığımızı anlatacaktım. Paris’te nasıl ağzımıza sıçtıklarını anlatacaktım mesela…
Oto tamircisi: Sen anlat abi, biz dinleriz.
***
Oto tamircisindeki tamirci ustası kalfası ve çıraklar, yazın sıcağında otlamaya gittikleri otlakta bir ağacın gölgesinde toplanmış kuzular misali tenekeden sobanın etrafına toplandılar. Soba, içindeki odunları çıtırdata çıtırdata yakarken buz tutmuş ellerini, Tersettin’in heyecanlı heyecanlı anlattığı hikâyesi de gönülleri ısıtmaya koyuldu.
Tersettin, yine gözünü kırpmadan geceyi geçirdiğinin bir sabahı yataktan direkt kahveye ışınlandı.
Tersettin: Futbol takımı kuracağız arkadaşlar!
Mahalleli: Zaten mahalle takımımız var ya abi…
Tersettin: Yok oğlum, ondan bi cacık olmaz. Biz yurt dışında boy gösterecek bir takım kuracağız. Öteki mahallelere haber salın.
Sarı-lacivert Şükrü, Siyah-beyaz Seba ve Sarı-kırmızı Sami hemen diğer mahallelerdeki gençlere haber saldılar.
Sarı-lacivert Şükrü: aşağı mahallede 5 erkek kardeş varmış. Hepsi de futbolda acayip yetenekliymiş. Tersettin: İsimleri neymiş?
Sarı-lacivert Şükrü: Metin-Ali-Feyyaz-Rıza, Şifo Memet. Bir de küçük kardeşleri var bunların, daha beş yaşında. İsmi İlhan.
Tersettin: Getirin ona da bakalım. Çocuk yetenekliyse ona imkân tanımak lazım. Kim bilir büyüyünce imansızın teki olur da altın goller filan atar.
Beş kardeşin ardından Dražen ve Alexander kardeşler de kahveye geldiler. Boy ortalamaları bir doksan beşti. Vlade diye arkadaşları vardı. İki metre on santim boyuyla köprüye ayak olurdu. Tersettin aşağıdan yukarıya doğru gençlere bakmaya başladı. Gençler bak bak bitmiyorlardı. O nasıl bir boysa artık. Selvi boylum, seni NBA’ye yazalım. Peşinden Arjantinli Maradona, İspanyol Zubizarreta ve Fransız Zinédine’e T3R5 mahallenin bebeleri Lefter, Tanju, Rıdvan ve bir Metin daha katılınca ortalık bayram yerine döndü. Tersettin baktı ki, gençlerin bir kısmı için istikbal göklerdeydi. Ama diğerleri yeşil sahalarda harikalar yaratacaklardı.
Tersettin: İki takım kuracağız gençler! Bir futbol bir de basketbol takımı.
Sonradan gittikleri her otele gelen ve hülyalı hülyalı bakarken özellikle futbol takımındaki Tanju’yu yakın markaja alan bir kadın peyda oldu.
Tersettin: Bu kadın da kim?
Sarı-kırmızı Sami: Tanju’nun şeyi. Gölgesi. Şeyinin gölgesi. Golünün.
Tersettin: Tamam oğlum anladık eziyet çekme. Tanju golcü ya. Bu kadın da o golleri izlemeye geliyor her yere doğru mu?
Sarı-kırmızı Sami: Hah be abicim! Lafı ağzımdan aldın.
Takımları kurdular. Sporcular müthiş. Sponsor da buldular. Hepsi genç. Hepsi son derece kabiliyetli. Paraları da var. İlk olarak Fransa’dan davet geldi. Paris’e gittiler. Maçlar yaptılar. Avrupa liglerine girmeyi denediler ama olmadı. Çok iyi oynamalarına rağmen kimse onları aralarına almadı.
Sarı-lacivert Şükrü, Siyah-beyaz Seba ve Sarı-kırmızı Sami çok üzüldüler. Tersettin bir akşam üçünün de oteldeki odalarına çekilip için için ağladıklarını görünce dayanamadı. Üzülmesinler diye bir şeyler söylemesi lazımdı.
Tersettin: Ağlamayın lan. Beni de ağlatacaksınız hıyarlar! Biz oryantaliz oğlum, n’apalım? ‘Orient’ yani doğunun insanlarıyız. Oksidental yani batılı ülkelerde yaşayamayız. Paris’te o caddelere bakan kafelerde oturan tipleri gördünüz mü? Herifin biri vardı, saçına balyozla vursan bile bozulmazdı. Oraya gelebilmek için kuaförde en az üç saat harcamıştır piç. Buzağı yalamış gibiydi saçları. Biz öyle saça böyle deriz bizim mahallede.
Sarı-kırmızı Sami: Abi bırak herifin saçlarını! Le Duplex denen gece kulübündeki güvenlikçi adama ne diyeceksin? Sekiz sene önce rahmetli dedemin aldığı bayramlık takım elbisemi beğenmedi ipne! “Dres kod dres kod” deyip durdu! Gözünü seveyim nasıl oldu bu iş? Nasıl oldu da biz parasını verip de o gece kulübüne giremedik abi? Bütün o güvenlik görevlilerini bir zamanlar köle olarak kullandıkları ızbandut gibi kara adamlardan seçmişlerdi görmedin mi? Ben takım elbisemi gösterip dilim döndüğünce “Ama benim biletim var” dedim. Adam bana “Mösyö pliiz go go!” diyip durdu. Adam üzerime yıkılsa, tostun içinde erimiş kaşar kadar bile kalmazdım yemin billah! Bana “Go go!” deyince nasıl gitmeyeyim abi?
Sarı-lacivert Şükrü: Ben zaten o kulübün kapısındaki en az 2000 kişilik kuyruğu görünce bu işin içinde bir tırtlık olduğunu tahmin ettim oğlum. Dürüst bir organizasyon olsaydı, o kadar insana bilet satıp da acaba mekâna sığacak mı sığmayacak mı diye soğukta tir tir titreterek bekletmek olur muydu hiç? Tabii ki kafalarına göre birilerini eleyecekler, kafalarına göre birilerini içeri alacaklar. Sen de -benim üstümü başımı beğenmediler- aşağılık kompleksiyle ömür boyu üzüleceksin he? Kurban olsun o pezevenk senin rahmetli dedenin sekiz sene önce aldığı takım elbisene!
Sarı-kırmızı Sami: Oğlum La Bon Marche diye bir AVM varmış. Orada altı üstü bi şapka aldım elime. Pırada yazıyor üzerinde. 500 avro. Hepsi prada nokta kom gibi bir şey miydi bu abi?
Sarı-lacivert Şükrü: N’etcen pradayı filan. Merter’den alırız biz daha iyisini. Onu pırak da şu Ratatuy denen fare kadar olamadık be abi!
Tersettin: Niye lan?
Sarı-lacivert Şükrü: Baksana herifçioğlu Paris’te bir restorana şef oldu. Biz o restorana bile giremedik! Ti-boğn-stiik 50 avroydu!
Tersettin: Oğlum Ratatuy farenin adı değil ki, yemeğin adı. Farenin adı Remy.
Sarı-lacivert Şükrü: Bana ne abi! Film afişlerinde farenin resminin altında Ratatuy yazıyor hep!
Siyah-beyaz Seba: La boş ver fareyi, La Bon Marche’deki güvenlikçi koca siyah adam nasıl aşağılar gözlerle baktı bize gördün mü? Dışarısı soğuk! Taraftar atkılarımız boynumuzda! Şapkalarımız kafamızda! Ocak ayının soğuğunda Allah’ın Paris’inde başka türlü nasıl giyinilir ki?
Sarı-lacivert Şükrü: Takma kafana taraftar şapkandan başka bir şey sen Sebacığım. Bizim T3R5 mahallede bir Hayrettin abi var. La Bon Marche denen yerdeki bütün o çantaları Çin’den 1 dolardan konteynır dolusu getiriyor. T3R5 mahallede bizim kokoş karılara 500 liradan okutuyor. Normalde bunların tanesi 500 dolarmış abi. Vallahi bir dolara geliyor. Faturayı gördüm. Maykil Kors, Gess, Fendi, Lui Viton, Versaçe, Koko Şanel, Piyer Karden, Yiv Sen Loran, Kristiyan Diyor, hangisini ararsan var.
Siyah-beyaz Seba: Kristiyan diyor da ne diyor abi?
Tersettin: Ne desin oğlum? Ben Kristiyanım diyor. Size yani Müslümanlara bu şehirde yer yok diyor. Daha ne desin!
Sarı-kırmızı Sami: Ben Paris sokaklarında gezerken en az beş çift gördüm abi. Kadınların ayağında yemin billah isteka inceliğinde topuklu ayakkabılar, üstlerinde bizim gelinlerin duvakları gibi incecik tiril tiril elbiseler, sırtlarında sahte kürkler vardı. Eyfel Kulesi’nin dibinde yanlarında sevgilileriyle fotoğraf çektirmek için yarışıyorlardı. Bizde böyle güzel kızları televizyona çıkarıp güzellik yarışması birincisi yapıp haberleri filan sunsun diye TV kanalına alıyoruz abi. Bunlar sokakta geziyor. Bizde olsa bunları sokakta gezdirmezler abi. Kuyruklarına takılırlar. Kuyruk salladı derler. Kancık kuyruk sallamazsa erkek peşinden gitmez derler. Derler de derler abi!
Tersettin: Oğlum biz açız. Biz sadece karıya kıza değil, biz her şeye açız. Henüz hiçbir galibiyet, hiçbir fetih, hiçbir sofra, hiçbir köprü, hiçbir külliye, hiçbir ihale bizim karnımızı doyuramadı. Bundan sonra da doyuramaz. Adamın biri demiş ya ‘600 yıldır hâlâ bir şehrin fethini kutluyorsunuz, geldiniz ama 600 yıldır yerleşemediniz, daha ne istiyorsunuz?’ diye. Şimdi düşünsene İspanyolların yaşasın yarımadamızı Endülüslülerin elinden geri aldık diye kutladıklarını. Amerikalıların geldik biz ülkenizi elinizden aldık diye Kızılderililere karşı kutladıklarını.
Siyah-beyaz Seba: Abi Amerikalılar fethettik diye kutluyorlar ama.
Sarı-lacivert Şükrü: İyi de oğlum onlar fethettik demiyorlar ki keşfettik diyorlar.
Tersettin: Amerikalılar da doyumsuz. Yedin yine doymadın mı diye soruyor ya ozan. Biz de bu karnı büyük koca dünya gibiyiz, doyumsuzuz.
Sarı-kırmızı Sami: Yediğimiz goller de doyuramadı bizi. Peki ne yapacağız bu futbol takımımızla basketbol takımımızı?
Tersettin: Ne yapalım burada bırakacağız elbet. Gençler çok iyi sporcular. Yolları bahtları açık olsun. Belki başlarında biz olmazsak daha iyi takımlarda daha iyi teknik direktörlerle daha güzel futbol ve basketbol oynarlar. T3R5 mahallenin Avrupa ligleriyle olan gönül bağı da bu macerayla sona erer.
***
Tersettin: İşte futbol ve basketbol takımı kurup Avrupa liglerinde boy göstermeye gidince başımıza gelenleri anlatacaktım ben…
Oto tamircisi: Yine anlatırsın abi canını sıkma.
Tersettin: Oğlum kalemi kâğıdı elime alamıyorum ki anlatayım!
Oto tamircisi: Abi sen “Benzemez kimse sana” dizesinden yola çıkarak birbirinden güzel ve birbirinin tıpkısının aynısı Mihr ile Mah kız kardeşlerin Med ile Cezr kardeşlere olan aşkını yazmış adamsın. Sen Ferhan Şensoy ustaya “Godferhan 1, 2, 3. Mario Puzo’ya biraz mangır toslasam yazar herhalde. Neyse. İstanbul’u dinleyeceğim artık gözlerim kapalı. Bir garip Ferhan Veli olacağım. Oğlum bu ne? Miss gibi helva kokuları sardı apartmanı. Öldüm de cennete gittim sanki. Yok lan, benimki olsa olsa hell’va olur. İnşallah komşulara dağıtırlar da yeni taşınan komşu kadrosundan ilk 11’e girerim” dedirtmiş adamsın. Deme öyle!
Tersettin: Defter bir yana kaçıyor kalem bir yana kaçıyor koçum!
Oto tamircisi: Abi dijitale yaz. Artık herkes öyle yapıyor.
Tersettin: Kafamdakileri toparlayamıyorum ki dijitale yazayım!
Oto tamircisi: Abi yapay zekâya yazdır sen de. Herkes öyle yapıyor.
Tersettin: Yapay zekâ şöyle benim gibi sinkaflı bir cümle kurabilir mi ya? Bırak Allasen! “Sevgili yapay zekâ, lütfen Tersettin’e bir macera yaz” desek ne yazar acaba? Hadi bakalım deneyelim:
Ters Mahalle’de sıradan bir sabahtı. Yani, herkesin başına gelen garipliklerin olağan kabul edildiği bir gün. Mahallenin en talihsiz adamı Tersettin, yatağından kalkarken battaniyeye dolandı, takılıp düştü ve alnını komodine çarptı. “Güzel bir gün olacak,” diye mırıldandı, çünkü bu, onun için sıradan bir başlangıçtı.
Tersettin o gün iş görüşmesine gidecekti. Daha önce denediği bütün işler felaketle sonuçlanmıştı: Manavda çalışırken elmalarla birlikte dükkânı devirmiş, tamirci olduğunda bozulan şeyleri onarmak yerine tamamen yok etmişti. Ama bu sefer emindi—sigortacı olacaktı! “En fazla yanlış poliçe satarım,” diye düşündü.
Evden çıkarken kapıyı çekti, ama kapı kolu elinde kaldı. Geri dönüp çantayı almak istedi, fakat artık kapıyı açamıyordu. “Neyse, çantasız da olur,” diyerek yola koyuldu.
Otobüs durağına geldiğinde otobüsün tam önünde duracağını hesapladı ama tabii ki otobüs üç metre ileride durdu. Koştu, atladı ve kapıya çarpıp yere yapıştı. Şoför içerden bağırdı: “Dikkat et be adam!” Tersettin, yerden kalkıp üzerini silkeledi, sanki her şey yolundaymış gibi içeri girdi.
İş görüşmesine varınca, patron ona basit bir soru sordu: “Sigorta nedir?”
Tersettin, panikle ağzından çıkan ilk şeyi söyledi: “Bir insanın başına gelebilecek bütün kötü şeylerdir.”
Patron düşündü, sonra gülerek başını salladı. “Kendi deneyimlerinize dayanarak konuşuyorsunuz galiba?”
Tersettin tam “Evet” diyecekken, sandalyesi kırıldı ve yere yuvarlandı. Patron kahkahalarla gülmeye başladı. “İlginç bir adamsınız. Belki de sizi müşteri örnek olayları için kullanabiliriz!”
Ve böylece, Tersettin sigortacı oldu. Tabii ki ilk poliçesinde kendi evini yanlışlıkla kundak sigortası yerine dalga kıran sigortasıyla koruma altına aldı ama olsun… Bu, Ters Mahalle için normal bir durumdu.
Tersettin: Koduğumun yapay zekâsı. Espri anlayışına bak! Yok kapı kolu kopmuş da yok otobüs üç metre ileride durmuş da!
Oto tamircisi: Abi kapı kolunun kopması komikti ama…
Tersettin: Siktir git işine bak lan! Arabanın takozu mu ne bokum takılacak onu tak sen! İşçisin sen işçi kal sen! Yorum yapma! Gülme! Yapay zekâ komikmiş! Hele ite bak hele! Abdülhamit’i savunan terbiyesiz! Ahlaksız adam! Alçak! Puşt! Hippi bile olamazsın sen!
***
Metin Tekin; (1964-) BJK’nin Sarı Fırtına lakaplı eski futbolcusu, eski Türk milli futbolcu ve teknik direktör. BJK’de 14 kupa kazanarak en çok kupa kazanan isimlerden biri olmuştur.
Ali Gültiken; (1965-) BJK’nin eski futbolcusu, eski Türk milli futbolcu ve teknik direktör.
Feyyaz Uçar; (1963-) BJK’nin Kibar Feyzo lakaplı eski futbolcusu, eski Türk milli futbolcu ve teknik direktör.
Metin-Ali-Feyyaz: BJK’nin en başarılı dönemi olan 80’ler sonu ve 90’lar başında teknik direktör Gordon Milne’nin liderliğinde bu takımda oynamış başarılı futbolcu 3’lüsü. Takım 89-90, 90-91 ve 91-92 sezonunda üst üste 3 kez şampiyon olmuştur. BJK, 91-92 sezonunda Süper Lig tarihinin ilk (hâlâ tek) namağlup şampiyonu olmuştur.
Rıza Çalımbay; (1963-) BJK’nin eski futbolcusu, eski Türk milli futbolcu ve teknik direktör. BJK’de 82-86-90-91-92-95 yılları lig şampiyonluğunu gördü. Toplam 20 kupa kazanarak BJK tarihinde en çok kupa kazanan futbolcu oldu.
Mehmet Özdilek; (1966-) BJK’nin Şifo Memet lakaplı eski futbolcusu, eski Türk milli futbolcu ve teknik direktör.
İlhan Mansız; (1975-) eski Türk milli futbolcu ve milli buz patencisi. 2002 FIFA Dünya Kupası çeyrek final maçında uzatmaların 94. dakikasında Senegal’e attığı gol, Dünya Kupası tarihinin son altın golüdür.
Dražen Petrović; (1964-1993) Hırvat basketbolcu, eski Yugoslav milli basketbolcusu. NBA’e Avrupalı basketbolcuların kapısını açmıştır. 1990 FIBA Dünya Şampiyonası finalinde Sovyetler Birliği’ni yenerek şampiyon olan Yugoslav Milli Takımı’nda Vlade Divac ile beraber tarih yazmışlardır. 2013’te yapılan bir oylama ile Avrupa’nın En İyi Basketbol Oyuncusu seçilmiştir.
Alexander Petrović; (1959-) Hırvat basketbolcu ve milli takım antrenörü. Dražen Petrović’in ağabeyi.
Vlade Divac; (1968-) Sırp basketbolcu, eski Yugoslav milli basketbolcusu, menajer. NBA tarihinde 13000 puan, 9000 ribaund, 3000 asist ve 1500 bloke atış yapabilmiş 7 oyuncudan biridir. 1990 FIBA Dünya Şampiyonası finalinde Sovyetler Birliği’ni yenerek şampiyon olan Yugoslav Milli Takımı’nda Dražen Petrović ile beraber tarih yazmışlardır.
Diego Armando Maradona; (1960-2020) Arjantinli profesyonel futbolcu, teknik direktör ve menajer. Ronaldo’dan sonra dünyanın en çok transfer ücreti alan 2. futbolcusudur. 17 yaşından itibaren milli takımda oynayan ve 91 maçta 31 gol kaydeden futbolcu Batı Almanya’yı yenerek kupayı Arjantin’in aldığı 1986 FIFA Dünya Kupası çeyrek finalinde İngiltere’ye karşı elle attığı ilk gol “Tanrı’nın Eli” olarak bilinir.
Andoni Zubizarreta; (1961-) İspanyol eski milli takım kalecisi. Dört FIFA Dünya Kupası ve üç Avrupa Şampiyonası olmak üzere toplam 7 büyük turnuvada milli takım için mücadele etmiştir.
Zinédine Yazid Zidane; (1972-) Zizou lakaplı eski Fransız milli futbolcu ve menajer. 1998, 2000 ve 2003’te FIFA Yılın Futbolcusu ve 1998’de Fransız Ballon d’Or ödülüne layık görülmüştür. 2012 ve 2017’de Real Madrid ve Juventus’un tüm zamanların en iyi 11’i listesine seçilmiştir.
Lefter Küçükandonyadis; (1924-2012) Ordinaryüs lakaplı Rum kökenli Türk milli futbolcu. Fenerbahçe Marşı’nda ismi geçen futbolculardan biridir. Türkiye Futbol Federasyonu’nun 50. Maç Altın Şeref Madalyası’nı alan ilk, Türk Milli Takımı üniformasıyla en çok gol atan 4. futbolcudur.
Tanju Çolak (1963-) Türk eski milli futbolcu. 335 gol ile Türk futbol tarihinin gelmiş geçmiş en çok gol atan futbolcusu. 39 gol ile bir sezonda en çok gol atan ve 6 gol ile bir maçta en çok gol atan futbolcu rekorlarını kırmıştır. Avrupa Altın Ayakkabı ödülünü alan tek Türk futbolcudur.
Rıdvan Dilmen; (1962-) Şeytan Rıdvan lakaplı eski Türk milli futbolcu, teknik direktör ve futbol yorumcusu. 1988-89 sezonunda Fenerbahçe 103 gol atarak şampiyon olurken Aykut, Oğuz, Hakan, Schumacher gibi oyuncuların bulunduğu takımda, Dilmen, 19 gol atıp, 41 gol attırarak, şampiyonlukta büyük rol oynmıştır.
Metin Oktay; (1936-1991) Taçsız Kral lakaplı Türk milli futbolcu ve teknik direktör. 38 golle Süper Lig gol kralı iken bunu 39 gol atan Tanju Çolak’a kaptırmıştır. GS üniforması ile 324 lig maçına çıkan Oktay attığı 294 golle en çok gol atan futbolcular arasındadır.
*ChatGPT’nin Ters Mahalle için yazdığı hikâyedir. (Beğendim demeyin ağzınızı yırtarım! İmza: Doğal zekâm.)
Garo, mafyanın elinden kaçıp ailesiyle beraber T3R5 mahalleye sığınalı on gün olmuştu. Hayli mukallit bir gençti. Bütün enstrümanların seslerini ağzıyla çıkarabiliyordu. Genelde bu yeteneğiyle akşamları kahvede sıkılan amcaları eğlendiriyordu. Sarı-kırmızı Sami, Siyah-beyaz Seba ve Sarı-lacivert Şükrü takım çığırtkanlığından arta kalan zamanlarında gazinonun orkestrasında gitar, bas gitar ve bateri çalıyorlardı. Kahvede Garo’nun yetenekli taklitleriyle karşılaşınca bu gence kanları pek bir kaynadı. Seba, elindeki bas gitarı Garo’nun eline tutuşturdu.
“Al bakalım ağzınla çıkardığın sesleri bir de gitarla yapmayı dene!”
Genç, gitarın tellerine dokunduğu anda iki saniye kadar şaşkınlık yaşadı. Sonrasında anlamlı sesler çıkararak çalmaya başlayınca hepsi dumura uğradılar. Daha sonra Garo diğer enstrümanları da çalmayı denedi. Ve hepsini hiç zorlanmadan çalmayı başardı. T3R5 mahalle bir müzikal dehayla karşı karşıyaydı.
***
Mahallenin gayrimüslim tebaasının yaşadığı sokakta Rober ile Cimi, harçlıklarından biriktirdikleri parayla Mister Gibson'ın Asmalı Mescit’teki müzik mağazasından birer ikinci el gitar satın aldılar. Komşu kardeşler Angus ve Malkılm onları kıskanıp marangoz olan babalarına birer gitar yaptırdılar. Ama bu gitar gövdelerine nereden tel bulacaklarına dair en ufak fikirleri yoktu. Rober ile Cimi, Rober’in babasının bakkal dükkânı kapandıktan sonra kepenkleri indirip durmadan çalışıyorlardı. Hayalleri bir müzik grubu kurmak olan iki delikanlı şarkı besteleyebilmek için ikinci el gitarlarını saatlerce tıngırdatıyorlardı. Angus ile Malkılm ise kepengin aralığından onları dikizleyip kıskançlıktan çatlıyorlardı.
***
Garo, mahalleye yeni gelmesine rağmen kendisini aralarına alan Sami, Seba ve Şükrü’ye minnettardı. Gazinonun orkestrasında kendisine o akşam hangi müzik aleti verilirse onu çalmaya başladı. Kimi zaman kemancının yerini alıyor, bazen piyanoya oturuyor, darbuka-bateri-def-bendir demeden bütün ritm sazları da aynı ustalıkla çalabiliyordu. Sarı-kırmızı Sami Garo’nun müziğe karşı bu müthiş yeteneğini görünce kafasında şimşekler çakmadı. Ama aklına kafasında şimşekler çakabilecek birisi geldi. Bu kişi mahallenin ciks delikanlısı, ağır abisi, düşenlerin dostu, kalkanların yardakçısı olmasa da mahallede ilk sezaryenle doğan bebek olmasından mütevellit Tersettin ismini almış, dünya çapında değil ama mahalle çapında benzersiz yenilgilere imzalar atmış, yakışıklı mı yakışıklı denemeyecek kadar silik tipli ama her yerde ben de olayım diye yırtık dondan fırlar gibi fırlayan ilginç mizaçlı bir delikanlıydı.
Tersettin, havalı Travolta kesiminden sonra saçlarını geriye taramış, Don Corleone misali ince beyaz çizgili siyah takım elbise giyerek amcasından kalan pavyonu işletmiş, hatta dünya artistik patinaj şampiyonasına katılmak istemiş ama her bir işi aynı beceriksizlikle tamamlamamayı başarmıştı. O, önüne gelen fırsatları tepmese de fırsatlar Tersettin’e çifte atmakta ısrarcıydı. Ama olsundu. Müzik dünyası için atağa kalktı kalkacak denen 1979 yılıydı ve T3R5 mahallede her an herkes her şeye gebe olabilirdi.
***
Tersettin, Garo’yu orkestra içinde çeşitli müzik aletleri çalarken dinledikten sonra kararını verdi: “Örovizyona katılacağız arkadaşlar.”
“Örovizyon ne abi?”
“Oğlum bizim mahalledeki gazinoyu düşün. Onun Avrupalısı. Daha büyük gazinolarda konser veriyorlar. Orkestralarda da başka başka ülkelerden çalgıcılar gelip çalıyorlar. Sonunda da birbirlerine puan veriyorlar. Kim kazanırsa seneye o ülkede toplaşıyorlar.”
“Uluslararası şarkı yarışması desene abi sen şuna!”
O saatten itibaren Sami, Seba ve Şükrü Garo’yu bir örovizyon şarkısı yazması için ilham alacağı yerlere taşımayı kendilerine iş edindiler. Çamlıca Tepesi’ne götürdüler, İstanbul’u dinle bakalım gözün kapalı dediler, olmadı. Aya Yorgi Katedrali'ndeki bir ayine götürdüler, orada muhteşem sesli papazları dinlediler, din-dil-ırk fark etmez yaz bir şeyler Garocuğum dediler, olmadı. Sulukule'ye götürdüler, en güzel göbek atan Çingene kızlarıyla tanıştırdılar, yaz şöyle hareketli bir şeyler Garocuğum dediler olmadı. Senfoni orkestrasından 1700’lerden kalma müzikleri dinlettiler, hatta düğününde bunu çalsınlar yahu, baksana Mozart’a fi tarihinde Garo'nun düğünü diye şarkı bestelemiş, Fiii-Garo'nun düğünü, diyerek güldüler. Ama yine olmadı. Bu ilham neredeyse bir türlü bizimkilere uğramadı.
***
Angus ve Malkılm babalarına yaptırdıkları telleri olmayan gitarları Mister Gibson’a götürmeyi akıl ettiler. Mister Gibson gitar gövdelerini inceledikten sonra şöyle dedi:
“Sizin bu gitarlarınız dişbudaktan yapılmış. Bu ağaç, çok sıkı bas ve tizlere sahip, midleri geride olan bir ağaçtır. Sizin yapmak istediğiniz müziğin tınısından anladığım kadarıyla size maundan yapılma gitar lazım. Tizleri ve basları daha yuvarlak, midleri daha önde çıkarır.”
Mister Gibson’dan gitarları kapan Angus ve Malkılm, böylece her akşam kapalı kepenkler ardından Rober ile Cimi’yi dinlemeyi bırakıp kendileri çalışmaya başladılar. Rober ile Cimi ise dişbudak ağacından yapılma gitarlarıyla başka alemlere akıyorlardı. Bu arada dört genç de Sami-Seba-Şükrü üçlüsünün sinsi sinsi onları takip ettiklerinden bihaberdiler.
Rober ve Cimi Cennete Merdiven isimli bir şakı yazmışlardı. Yazdıkları şarkı önce duygusal bir aşk şarkısı tadında yumuşak yumuşak başlıyordu. Sonra biraz daha yükselen bir vokal ve akustik gitar sesleri eşliğinde devam ediyordu. Angus ve Malkılm meraklarına yenik düşüp bir akşam yine gizli gizli Rober ve Cimi’yi dinlediler. Şarkının başlangıcını duyunca çok kıskandılar ama kıs kıs güldüler.
Sonra aylardır akıllarında dolaşan melodiyle bir şarkı yazmaya başladılar. Şarkının ismini Cehenneme Otoban koyduktan sonra kahkahalara boğuldular. Hatta elektro gitarlarını bağladıkları amfilerin adaptörlerinde yazan alternatif akım/doğru akım ibaresini okuduklarında bu isimle bir grup kursak tutar mı ki, dediler.
“Rober ile Cimi salağı bu şarkımızı dinledikten sonra akıllarını atacaklar Angus!”
“Tabi ya! Öyle yavaş yavaş başlayan rock şarkısı mı olur? Elindeki elektro gitarın tellerine yazık lan!”
Cehenneme Otoban, Angus’un elektrogitarının eğlenceli riff’i ile açılıyor daha ilk saniyelerden insanları hoplatacak, zıplatacak ve kanlarını kaynatacak bir şarkı olacağını belli ediyordu. Bu şarkı ile örovizyon şarkı yarışmasının altını üstüne getireceklerdi.
Parti zamanı/ Arkadaşlarım da orada/ Cehenneme giden otobandayım /Cehenneme otoban
Fakat Angus ile Malkılm dört dakikadan biraz daha fazla sabredip Rober ile Cimi’yi dinleselerdi, şarkının bateri ritminin girmesiyle hızlandığını duyabileceklerdi. Cimi'nin gitar solosunun doruğa çıktığı anda çığlık çığlığa vokal yapan Rober’in insanın tüylerini diken diken edişini dinleyebileceklerdi. Bunların hiçbirini duyamadan şarkının başlangıcını dikizlemişlerdi. Sekiz dakika iki saniye süren Cennete Merdiven de örovizyona katılmaya hazırdı.
Tüm ışıltıların altın olduğundan emin olan bir kadın var / Ve o cennete bir merdiven satın alıyor / Oraya vardığında mağazaların kapalı olup olmadığını biliyor / Bir kelimeyle uğruna geldiği şeyi elde edebilir / Ve o cennete giden bir merdiven satın alıyor
***
Sami, Seba ve Şükrü sonunda Garo’ya ilham bulup bir şarkı bestelemesini sağladılar. Ama o aşamaya gelinceye kadar İstanbul'un gezmedikleri tepesi, gitmedikleri mesire yeri, içmedikleri bozası, yemedikleri yoğurdu, binmedikleri vapuru da kalmamıştı. Tersettin’in evine geldiler. Üçü vokal yaparken Garo da daha önce çeşitli enstrümanları kendi çalarak bir kasete kaydettiği şarkıyı arkadan çalmaya başladı.
“Sizler söylerken arkadan kasetle çalmanın adını play-back koydum arkadaşlar."
“Neden İngilizce?”
“Müzik endüstrisi İngiltere’den doğuyor ve Amerika’da taçlanıyor da ondan. Hem sen neden forvet, futbol, korner, penaltı diyorsun? Bunlar da İngilizce!”
Derken şarkıyı söylemeye başladılar. Tersettin, şarkının yarısına gelmeden gençleri susturdu.
“Bu ne lan kazulet gibi adamlar grup kurmuşsunuz ama gruptakilerin hepsi erkek.”
Sami dayanamadı:
“Ama abi Rober ile Cimi ve Angus ile Malkılm da erkek. Onlar da şarkı bestelediler ve bize rakipler.”
“İyi ya işte sizin gibi bet sesli bir sürü adamın içinde çiçek gibi görünecek bir kız lazım. Şarkı söyleyebilen bir kız bulun bana.”
***
Maria, kendi kendine şarkılar yazan ve gitar çalan bir genç kızdı. Bizim renkli Sami-Seba-Şükrü üçlüsü kızı elinde gitarı, bestesini yeni bitirdiği “Seviyorum” isimli şarkıyı evinin balkonunda çalarken yakaladılar.
“Haydi kalk bizimle geliyorsun. Tersettin abimiz bizden örovizyon için bir şarkı istedi. Şarkıyı yaptık ama sesimizi beğenmedi. Bana şarkı söyleyebilen bir kız bulun dedi. Sen de şarkı söylediğinde göre…”
Maria itiraz edemeden, durun yahu, ne Tersettin’i, ne örovizyonu, ne müzik grubu diyemeden kızı Tersettin'in huzuruna çıkardılar.
“Söyle bakalım şu bestelediğin şarkını, nasıl bir şeymiş bir dinleyelim.”
Gün gibi belli seni sevdiğim / Söyle ne diye inkâr ettin / Nasılsa anlayacaksın / Ben gecemde günümde rüyamda / Seviyorum, du ba dü da / Güneşte gölgede yağmurda / Seviyorum, du ba dü da
***
Tersettin Maria’nın menajerliğini üstlendi ve kızın şarkısıyla beraber örovizyona katılmak üzere T3R5 Radyo Televizyonu- T3R5-RT’ye başvurdular. Garo, Seba, Sami ve Şükrü o kadar uğraşmalarına rağmen elleri boş kalakaldılar.
Fakat T3R5 mahallede bir şey ters gidecekse mutlaka ters giderdi. T3R5-RT son anda, Maria ve Tersettin’in katılacağı 1979 Örovizyon Şarkı Yarışması’ndan çekilme kararı aldı. Maria’nın çok üzüldüğünü gören diğer dört genç de protesto ederek T3R5-RT’yi protesto ederek yarışmadan çekildiler.
Bu olaydan sonra Rober, Cimi, Angus, Malkılm, Garo ve Maria kendi yazgılarında yazan müzik kariyerlerine devam etmek üzere T3R5 mahalleyi terk ettiler.
***
Robert Plant ve Jimmy Page Led Zeppelin grubunu kurdular. Ortaklaşa yazdıkları Stairway to Heaven isimli şarkı 1971 yılında Atlantic Records tarafından yayınlandı ve Rock’n’Roll Hall of Fame’de Rock’n’Roll’u şekillendiren 500 şarkı içinde yer aldı.
Angus ve Malcolm Young kardeşler Avustralya’da AC/DC grubunu kurdular. Bon Scott ile ortak yazıp-besteledikleri Highway to Hell isimli şarkı 1979 yılında Atlantic Records tarafından yayınlandı. Rolling Stone Dergisi’nin “Tüm Zamanların En Güzel 500 Şarkısı” listesinde yer aldı.
Maria Rita Epik, 1979 yılı Eurovision Şarkı Yarışması’nda “Seviyorum” isimli şarkısıyla Türkiye’yi temsil edecekti. Fakat yarışma İsrail’in başkenti olduğu iddia ettiği Kudüs'te gerçekleşecekti. TRT, Arap ülkelerinin Türkiye’nin çekilmesi doğrultusunda yaptıkları baskılar sonucu yarışmadan kısa bir süre önce 1797 yarışmasına katılamayacağını açıkladı.
Garo Mafyan 1951’de doğmuş, iyi ki doğmuştur. 1981’den 1995’e kadar Eurovision şarkı yarışması Türkiye finallerine katılan 27 şarkıya imzasını atmıştır. Bunlardan 1982’de Neco “Hani” ile, 1985’te MFÖ “Diday Diday Day” ile, 1987’de Seyyal Taner ve Grup Lokomotif “Şarkım Sevgi Üstüne” ile Eurovision’da Türkiye’yi temsil etmişlerdir.
Gibson gitar şirketi 1894’te Orville Gibson tarafından Michigan'da kuruldu. Efsane gitarist Duane Allman’ın Eric Clapton’ın 'Layla’ şarkısını kaydederken çaldığı Goldtop 1957 Gibson Les Paul gitarı, Ağustos 2019’da 1,25 milyon dolara alıcı buldu.
***
After-credits scene:
Papaz Erik Efendi, İmam Bin Şükür ve Haham İshak Efendi, bu olaydan sonra T3R5 mahallede bir araya geldiler. Sarık, biretta ve kipa denen şapkalarını önlerine koyup kara kara düşünmeye başladılar. “Yahu biz milleti cennetle ödüllendirip cehennemle cezalandırmaya çalışıyorduk. Bu Rock’n’Roll’cu denen adamlar binlerce yıllık dini inanışı şuradan alıp şuraya savurdular!” diyerek kendi kendilerine hayıflandılar durdular.
Bazı mahallelerde bazı şeyler ters giderdi. T3R5 mahallede her şey ters giderdi. Zaman bile tersine akardı. Yıllar birer birer değil yüzer yüzer geriye gitti. TV’lerin üzerine köşegen serilmiş dantellerin olduğu dünyadan TV’siz radyosuz dünyaya gidildi. Metrolar ve tüneller, asfalt yollar ve arabalar yok oldu. Yayalar, atlar, merkepler ve kupa arabaları çoğaldı. Beşiktaş saman iskelesine, Eyüp ahşap iskelesine, Kadıköy Kurbağalıderesine, Galata tahta köprüsüne, Eminönü atlı tramvaylarına, Heybeliada Bahriye Mektebi’ne, Moda yelken yarışlarına, İstanbul Mekteb-i Sultani’sine kavuştu. Boğaz, şahlanan bir yılkı atı gibi köprüleri sırtından attı, Mekteb-i Fünun-ı İdadiye’sine ve saltanat kayıklarına kavuştu.
Hatta öyle oldu ki TV’lerin üzerini örten o danteller mendillere işlendi. Elleri ipek eldivenli hanımefendiler tarafından uzun setrelerinin etekleri çamur olmuş beyefendiler görsün diye şemsiyelerin altından yerlere bırakıldı. T3R5 mahalle Üsküdar’a gider iken bir yağmurun aldığı döneme gitti. 21. yüzyıl, 20. yüzyıl derken 19. yüzyılın son senesine gelindi. 1899 yılı bakalım nelere gebeydi?
***
O zamanlar T3R5 mahallede Mi-tat isimli biri yaşardı. Uyumsuz sıkılgan bir kişiydi. Küçük yaşlarda keman çalmayı öğrendi, söylemek istediklerini kemanıyla dile getirdi. İnsanların meyhanelere, kerhanelere, çayhanelere, kahvehanelere koşup oralarda çalgıcıları dinleyip alkış tuttuğu zamanlardı. Ama çalgıcıların küçücük paralar kazanıp karınlarını zar zor doyurduğu dönemlerdi aynı zamanda. Mi-tat, kemençeci arkadaşı Vasili ve gazeteci dostu Ahmet Rasim Bey ile T3R5 mahallenin dışına taşarak İstanbul’un çeşitli meyhanelerinde çalıp söylemeye başladı. Kemanı adeta ağlatarak çaldığı ve kendini saza söze vurduğu için isminin önüne ‘mi’ notasını almıştı.
Derken Mi-tat bir kıza tutuldu. Ona o kadar âşık oldu ki yemeden içmeden kesildi. Ama çok çekingen bir genç olduğu için aşkını bir türlü açıklayamadı. Genç kızın ailesi İstanbul’dan kalkıp Erivan’a göçtüler. Mi-tat’ı da ailesi başka bir kızla evlendirdiler.
***
İzmir’den İstanbul’a Fethiye Medresesi’nde eğitim almak üzere gelmiş toy bir delikanlı vardı. O da Mi-tat gibi musikiye en çok da ney üflemeye ilgi duyuyordu. Bir yandan da şiir yazıyordu. Bu delikanlı T3R5 mahallemizin müteşebbis evladı Tersettin’in ismini aldığı üçüncü göbekten dedesiydi. Galata ve Yenikapı Mevlevihanelerinde pişmeye başlayan delikanlı kısa sürede Neyzen Tersettin diye anılmaya başladı.
***
Neyzen Tersettin ve Mi-tat aynı yüzyılda ama farklı dünyalarda yaşamaya devam edebilirlerdi. Ortak tanıdıkları Tamburî Cemi Bey, 1899 yılının bir kış günü, artık kırk bir yaşının olgunluğuna gelmiş Mi-tat’la yirmi yaşındaki Tersettin’i tanıştırdı. T3R5 mahalledeki bir Bektaşi dergâhında bir araya geldiler. Bu yer, dünya kurulduğundan, ilk kitap indiğinden hatta ilk elma ısırıldığından beri, berduşların, sergüzeştçilerin, serdengeçtilerin, musikişinasların mekanıydı. Meddahların, seyyahların, mukallitlerin, Kavuklu’nun, Pişekar’ın, Karagöz’ün, Hacivat’ın hicivleriyle renklenirdi. Dertli’den, Karacaoğlan’dan, Yunus Emre’den, Dadaloğlu’ndan, Köroğlu’ndan, Pîr Sultan Abdal’dan beyitlerle beraber kendi yazdıklarını büyük bir aşkla seslendirenler yeniyetme ozanların vazgeçilmez divanıydı.
Dergâhın bir köşesinde kendi halinde oturup gelen geçenin cümbüşünü izleyen ikiz kardeşler vardı. Birbirine tıpatıp benzeyen İhsan ve Oktay isimli bu ikizler aralarında şöyle konuşurlarken duyuldular:
“Nerede kaldın? Bir bergüzar vermek üzere şu çeşmenin önünde seni bekledi durdu Ay Hatun!”
“Gelecektim Oktayım biraderim. Steve Zanaatler namlı gayrimüslim şahsın bütün dünya alemini kasıp kavuran icadı Kamer-fon’uma bulutlardan yağdırdığım UBER denen zımbırtı sayesinde Kadıköyünden Ortaköyüne geçmek üzere Kayıkçı Hamdi Efendi ile kavilleştim.”
“Kavilleştin de zamanında gelemedin ki İhsanım biraderim! Ay Hatun seni görmek için bu tarafa bakınca gözleri bana kilitlendi kaldı!”
“Çünkü haşmetlu yüce Padişahımızın Topkapı Sarayı’ndan Beylerbeyi Sarayı’na, 40 saltanat kayığı, 25 kadırga, 30 fırkateyn ve dahi havadan koruma için 3 Newçeri zepliniyle Boğaz denen İstanbul’un boynundaki inci olan su yolundan geçerek bir küçük su döküp geri geleceğini öğrendim. Bunun üzerine bir de su yolunun sıradan kul trafiğine kapalı olduğunu görünce pek bir müteessir oldum.”
“Sen müteessir oldun ben burada esir oldum! Hatun kişi sen diye bana bakakalınca diyemedim ki ben o değilim, biraderiyim! Artık biraz bıyık burdum, biraz güldüm. O da biraz göz süzdü ve en sonunda gitti!”
İhsan ve Oktay’ı dinleyenler konuşulanların çoğunu anlamadılar ama mahalledeki hoca İmam Bin Şükür’ün güzel kızı Ay Hatun’la delikanlılardan birinin arasında bir sevda meselesi olduğunu duymayan kalmadı. Mi-tat iki gencin konuşmaları üzerine hemen oracıkta aksak bir şarkı yazıverdi:
Bu akşam gün batarken gel
Sakın geç kalma erken gel
Tahammül kalmadı artık
Sakın geç kalma erken gel
Cefa etme bana mâh’ım
Sonra tutar seni ah’ım
Dergâhtakiler, İhsan ve Oktay’ın ne iş yaptıklarını da anlamazlardı. Delikanlılar, biz puslu kıtaların atlasını satacağız, derlerdi de başka bir şey demezlerdi. Ne zaman satacaksınız, diye soranlara yazdıktan sonra derlerdi. Ne zaman yazacaksınız diyenlere yüz yıl sonra derlerdi. Neden şimdi yazmıyorsunuz diyenlere şimdi bakıyoruz, yüz yıl sonra gördüklerimizi yazacağız, derlerdi.
Onların yanı başında, ailesi Frenk illerindeki Bank adasından geldiği için Île-de-Bank lakabını almış bir delikanlı bekler dururdu. O da İhsan ve Oktay gibi bütün gün boş boş dergâhta otururdu. Sen ne yapıyorsun, diye sorduklarında, ben şimdilik bakıyorum. Yüz yıl sonra gördüklerimi kağıtlara çizeceğim, derdi. Sonradan ismindeki telaffuzu zorlaştırıcı harfleri atıp İlban ismini alacaktı. Mi-tat ise ismindeki notadan gelen ‘mi’yi atıp sonuna ‘yos’ koyup Tatyos olacak; efendiliği de ismine eklenince Tatyos Efendi olup çıkacaktı.
Neyzen Tersettin her zamanki aksiliğiyle İhsan, Oktay ve İlban’a bir hiciv döşendi:
Dünyaya kazık mı kakacaksın bre cahil yüz yıl sonra kim öle de kim kala
Sanıyor musun ki senin yazıp-çizdiğinle benim üflediğim hatırlanacak hâlâ
Bu şehirde Şehzadeleri boğmuşlar bakmış da kalmış dili tutulan Lala
Ben küfredince kızıyor dünya âlem bu gidişle dönüşeceğim bir lâl’a
***
Memlekette Tenzilat Fermanı ilan edileli altmış sene geçmişti. Hak ve hürriyetlerde tenzilata gidilmiş, bahane olarak da bunların fazlası insanların kafasını karıştırır denmişti. Üzerinden bir ömürlük zaman geçmesine rağmen kimse buna baş kaldırmamış, ‘Ben istibdatla yönetilmek istemiyorum!’ dememiş, ‘Hak verilmez alınır!’ diyerek sokaklara dökülmemişti. Frankofonlar özgürlük-eşitlik-kardeşlik diyerek monarşiye baş kaldıralı yüz on sene geçmiş fakat özgürlük rüzgârı Balkan Dağları’na takıldığı için Boğaz’ın serin meltemlerinde ipek eldivenli hanımefendilerle hülyalı aşklar yaşamaya kendini adamış mahmur kâtipleri uykudan uyandıramamıştı.
Neyzen Tersettin, memleketin içinde bulunduğu ahval ve şeraite sinirlenmeden edemiyordu. İnsanların söylemeye korktukları her şeyi o dillendiriyordu. Müzmin muhalif, daimî başkaldırıcı, kimseye müdanası olmayan ve amenna çekmeyen bu adam ömrünü İstanbul hanlarında geçirdi. Arada sırada hapse de girecek ve en son Bakırköy Akıl Hastanesi’nin 21. koğuşunu mesken tutacaktı.
***
Hep birlikte Bektaşi dergâhında toplandıkları gecelerden bir gece tarihî T3R5 mahallede tarih yazılacaktı. Gecenin erken saatlerinde Neyzen Tersettin yine muhalif bir şiirini okudu:
Ey muktedir memleketin iyiliği için çalış kendi çıkarını bir kenara bırak
Senin kadar çok konuşup hiçbir iş yapmayan kurbağa da der her gün vırak vırak vırak
Beş paramız beş pula dönmüş hani alıp satacaktın gavur paralarını şakkadanak
O kadar beceriksizsin ki havan dövücüsü bile hınk demen için seni yanına almaz çırak
Tersim terstir bana Neyzen Tevfik deyin artık ne de olsa vali-kaymakam-paşa dilmemem veririm cevabını şırak şırak
Gece yarısına doğru jurnallenmiş Neyzen Tersettin, artık yeni adıyla Neyzen Tevfik, T3R5 mahalle zaptiyelerince derdest edildi. Bu olay dergâhtaki herkesi perişan etti. Gece sabaha erişmeye başlayınca dergâhta sadece Tatyos, Vasili, Ahmet Rasim, İhsan, Oktay, İlban ve bir kişi daha kalmıştı. O kişi İhsan ve Oktay’ın saatlerdir bir köşede hasbihâl ettikleri Efrâsiyâb isimli gençti. İlban Efrâsiyâb’a sordu:
“Bundan yüz yıl sonra seni kim anar, beni kim anar acaba?”
“Kimse anmasa bile İhsan ve Oktay anar.” dedi Efrâsiyâb başını öne eğerek.
Tatyos kemanını eline aldı. Ve dertli dertli çalmaya başladı:
Gamzedeyim devâ bulmam, garibim bir yuva kurmam
Kaderimdir hep çektiğim, inlerim hiç rehâ bulmam
Elem beni terk etmiyor, hiç de fasıla vermiyor
Nihayetsiz bu takibe doğrusu ömür yetmiyor
O geceden sonra İstanbul’da bu şarkıyı ezberlemeyen hanende ve sazende kalmadı. Ahmet Rasim Bey ‘Gamzedeyim deva bulmam’ şarkısı için “Onun ömrünün hasılasıdır” diyecekti.
***
Tatyos Efendi ya da Tatyos Enserciyan, “Yok mudur ey mâh-peyker zerre insafın bana” diyerek kavuşamadığı aşkına dizeler döktü. Büyük bir bestekâr ve güfteciydi lakin 1913 yılında 55 yaşında vefat ettiğinde kilise defterine ölüm kaydı ‘çalgıcı’ olarak geçti.
***
Neyzen Tevfik, 1953’te 74 yaşında vefat etti. Eserleri 1949 yılında Azâb-ı Mukaddes adıyla kitaplaştırıldı. Cenazesi profesörler, memurlar ve şehrin bazı ileri gelenlerinin yanında sarhoşlar ve sokak serserilerinden oluşan büyük bir kalabalık eşliğinde Barbaros Bulvarı’ndan geçirildi. Cenazesi için yürüyen kalabalığı görseydi kalkıp şöyle seslenirdi:
Ulan yaşarken yüzüme gülmeyen kravatlı pezevenkler
Olan olmuş giden gitmiş ne ağlarsınız arkamdan zevzekoğluzevzekler
Ne yürürsünüz tabutumun yanında sanki muz değil hıyar dolu hevenkler
Parasını kim bilir hangi fakirin sırtından ödettiğiniz bu çiçekler çelenkler
Alın da başınıza çalın gidiyorum bu dünyadan bakalım öte dünyada nasıl zevkler ve renkler
Neyzen’den geriye neyi kaldı derseniz, iflah olmaz serkeşliği, neyi, meyi ve heyheyleri kaldı.
***
İhsan Oktay Anar, 1960 yılında iyi ki doğdu, Efrâsiyâb’ın Hikâyeleri de dahil sekiz tane kitabın yazarıdır, hâlâ da yazmakta.
***
İlban Ertem, 1950’de iyi ki doğdu, Gırgır, Fırt, Avni, Hıbır, Joker ve Resimli Roman dergilerinde çizdi. İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası da dahil beş kitabın çizeridir, hâlâ da çizmekte.
T3R5 mahallede herkes kendi yağında kavrulur, tencerede pişirip kapağında yerdi. Bir gün mahallenin bir ucuna yüpyüksek duvarlarla çevrilmiş kocaman bir ev yapıldı. O eve herkese kendi yağında kavrulmayı öğütleyen ama kendileri başkalarının yağına göz diken ve kocaman tencerelerde pişirip altın yaldızlı sofralarda yedikten sonra kalanı da çöpe atan bir aile taşındı. Ters mahallelilerin bahçeleri bile altı metrekare yokken, o evin salonuna altı tane altı metrekare halı serildi de hâlâ halı serilecek yer kaldı.
Gençler şaşkın şaşkın eve bakıp şakalaşıyorlardı.
“Ev değil oğlum o şato!”
“Şato Fransa’da olur lan, bu villa!”
“Oğlum villa İspanya’da olur lan, bu saray!
“Hadi lan oradan. Ne sarayı? Padişah mı gelecek? Bu malikâne oğlum malikâne.”
“E bu malikâneyse bizimkiler ne o zaman?”
“Kümes lan kümes!”
“Hahahahahhaa!”
***
T3R5 Mahalle Lisesi diğer liseler gibi mezunlarını boş beleş üniversitelere postalayıp işsiz bırakmazdı. Çeşit çeşit bölümü olan meslek lisesinden mezun olan gençler hemen çırak olarak iş bulur, vatanına milletine hadi abartmayalım, mahalleliye faydalı birer vatandaş olarak toplumda yerini alırdı. Uğur, Fırat ve Dumrul, okul gazetesini çıkaran üç gençti. Bu hepi topu dört yapraklı okul gazetesi, seçim zamanı adaylarla röportaj yapmış ve eni konu seçim sonuçlarını etkilemişti. Bu gazetenin ve onun toy muhabirlerinin gördüğü itibar mahallenin yakışıklı ve acar olmayan delikanlısı Tersettin’in gözünden kaçmamıştı.
***
Malikâneye yerleşen ailenin iki yetişkin kızı ve iki yetişkin oğlu vardı. Evin hanımı, kadın kuaför ve terzisi aradığını mahalleye haber saldı. Terzi Erol ellerini ovuşturdu: “Amanın gelsin paracıklar, gitsin paracıklar!” Malikânenin hanımı, iki kızı ve şoförü ile Terzi Erol’a geldi. En parlak, en can alıcı, en allı pullu kumaşlarını çıkardı, gösterdi Terzi Erol. Fakat kadınlar bunlara üst perdeden bakıp “I-ıh!” dediler. “Bize daha mütedeyyin daha muhafazakâr daha münasip renkli kumaşlar lazım!” Terzi Erol’dan çıkıp Kuaför Jasmin’e gittiler. Oradan da burunlarını kıvırarak ayrıldılar.
***
Tersettin artistik patinaj şampiyonasına hazırlanırken ettiği artist artist hareketlerinin onu kurtaramayacağını anlamıştı ama geç kalmıştı. Dans partneri Dilli Didem’in hamile kalmasından ona neydi ki? Erkeğin vücudundan fırlayan hissedemeyeceği kadar küçük bir zerrenin, girdiği kadının içinde büyümesinden erkeğe neydi ki? O zerrenin malum yerinden fırlama anındaki mutluluktan başka hiçbir şeyi zerre kadar malum yerine takmayan erkeğin…
Tıpkı zavallı sevdiceği Hatçe’nin, Torosların zirvesindeki bir mağarada yokluk yoksulluk içinde hamile kalıp doğurmasının ve ölmesinin, anası Döne’nin yana yana döne döne evladım diye diye Abdi Ağa’nın zalim çizmesi altında can vererek kimsesizce gömülmesinin ve Hatçe’den doğan çocuğa sahip çıkan Iraz Ana’nın başına kim bilir neler gelmesinin İnce Memed’in umurunda olmadığı gibi…
Neyse… Tersettin’e gelirsek, ardında göz yaşlı kadınlar ve bebeler bırakmak erkekliğin şanındandır deyip fişek kuşanıp altına atlayıp dağlara çıkmadı tabii ki. O, burnuna gelen kokuları takip etti. Kendisinin bir gazeteyi eline alıp iki sayfasını çevirerek okumuşluğu yoktu ama seçim zamanı kahvedeki her amcanın, berberdeki her adamın, halı sahadaki her gencin elinde gezen dört yapraklı okul gazetesini görünce aklına bir fikir geldi. Mahallenin yegâne malikânesine taşınan ailenin, Terzi Erol ve Kuaför Jasmin’den burun kıvırarak ayrılışını duymuştu. Terzi Erol’un dükkânına girdiğinde Erol kan ağlıyordu.
“Daha mütedeyyin, daha muhafazakâr, daha münasip kumaşlar istediler benden Tersettin! Ben de daha az parlak, daha az can alıcı, daha az allı pullu kumaşlar getirttim. Sonra bu kumaşlar bize uygun değil! Biz her sene Arabistan’a gideriz, dediler. Biz de her sene Paris’e gideriz ama moda tanrılarına bizi cennetinize alın diye yalvarmıyoruz! Ha haaaayt, demişim. Ne bileyim ben? Gözlerini belerte belerte bana baktıkları zaman anladım pot kırdığımı! Benim yerlere kadar etek anlayışım assolistlerle konsomatrislerin dekolteli kuyruklu abiyeleri!”
“Bak Erol abi!”
“Abi deme bana!”
“Tamam Erol ablacığım. Mahalleye yeni terzi ve yeni kuaför açtırıyor bunlar. Sen bunlarla baş edemezsin. Biz baş edeceğiz. Modayı, allı pullu kumaşları, Paris’i, permalı saçları biz önereceğiz.”
“Siz kimsiniz ayol?”
“Bugünden itibaren T3R5 mahallenin amiral gemisi olacak gazetenin sahibiyim. Üç de acar muhabirim var ki sorma! Artık bu mahallede piyasayı biz belirleyeceğiz. Güç bizde artık.”
“Git işine Tersettin! Neyin gücüymüş bu?”
“Keskin bir kalemin gücü!”
***
Tersettin gidip liseyi bitirmiş ama iş bulamamış olan Uğur, Fırat ve Dumrul’la anlaştı ve T3R5 GAZETE isimli gazetesini kurdu. O günden sonra T3R5 GAZETE önce 50 adetle başlayan tirajını haftadan haftaya katlayarak 200’e hatta 500’e çıkardı. Uğur, Dumrul ve Fırat Dinç, gazetenin hem yazarı hem muhabiri hem dizgicisi hem dağıtımcısı idiler. Sorumlu yazı işleri müdürü Tersettin, mahalledeki tüm esnafları gezip onlardan reklam alıyordu. İşine gelene daha doğrusu, Boğaz’ın kıyısında mükellef bir sofra kurdurana da yağlı ballı bir yazı attırarak işleri tıkırında yürütüyordu. Bu yağlama bağlama yazılarını ekseriya Dumrul’a yazdırıyordu. Zaten Boğaz sefalarında onu yanından eksik etmiyordu. Uğur ve Fırat bu duruma karşı çıkıyor, bir gazetecinin patronuyla aynı çöplükte gezinmesinin ve başka başka patronlar önlerine ne koyarsa onu yiyip sonra gelip övme yazıları yazmasının etik olmadığını söylüyorlardı.
“Ben yediğim kaba pislemem oğlum!” diyordu Dumrul. Uğur dayanamıyordu.
“Senin anlamadığın yediğin kabı da içindeki yemeği de kendi emeğinle kazanmak zorunda olduğuna kafanın basmaması! Önüne kap içine de yemek koyan adam, boynuna yuları geçirir de haberin bile olmaz!”
“Aman siz de dürüst olacağız diye fakirlikten kırıldınız be! Sen lise sıralarından beri hâlâ aynı kırık gözlüğü takıyorsun Uğur, senin de pabucun hâlâ yamalı Fırat! İş bilenin kılıç kuşananın oğlum!”
***
Tersettin kendine masif cevizden mamul, altın yaldızlı oymalarla süslü kocaman bir masa, üzerinde deri sümen takımı ve arkasındaki duvarda bordo deriden makam panosu olan bir büro tutmuştu. Terzi Erol gazeteye verdiği ilanlarla diğer mahallelerdeki pavyon karılarını müşteri edinmiş fakat malikânedeki ailenin gözüne bir türlü girememişti. Ne zaman bu büronun kapısını çalsa, Tersettin ya meşguldü ya da çayından iki yudum aldıktan sonra “Erol abla benim Boğaz’da acilen bir toplantım var, söz sana da bir baş sayfa haberi patlatacağım!” diyerek sıvışıyordu.
“Bak Erol abla! Bırak artık pavyon işlerini. Memlekette dekoltesi kapatılmış Hürrem Sultanlar daha çok reyting yaptı. Pavyonlara takılıp kalırsan RTÜK’e de takılırsın!” diye uyarmayı da ihmal etmiyordu.
Seçimler gelip çattığında malikânedeki ailenin reisi belediye başkanlığına aday oldu. Hiçbir gazeteci henüz bu malikâneden içeri adımını atamamıştı. Tersettin malikâneye röportaj için davet edildiğinde ağzı kulaklarına vardı. Gazeteyi yakından takip eden emekli edebiyat öğretmeni Vah Vah Vahdettin, “Oğlum sen ne anlarsın röportajdan? Hele Dumrul yalakalıktan başka bir şey yazmadı bugüne kadar. Oraya gideceksen yanında ya Uğur’u ya Fırat’ı al da millet hakiki bir röportaj okusun!” diye Tersettin’i uyardı.
“İhtiyar, asıl sen ne anlarsın bu işlerden? Senin zamanın geçti artık!” diye kovaladı öğretmeni Tersettin.
Söylene söylene kahveye girdi Vah Vah Vahdettin: “Dürüst gazeteciliğin, inandığın yoldan sapmamanın ve halkı doğru haberle bilgilendirmenin zamanı ne zaman geçti acaba?”
“Ohooooo! O eskidenmiş Vahdettin Hoca! Şimdi artık gazeteci olanı yazmıyor, gazeteci ne yazarsa o oluyor. Dolar fırlayacak diyor fırlıyor. Balık fiyatları diyor, hamsi fırlıyor. Zerzevat fiyatları diyor zerzevatın yanına yanaşılmıyor. Sen derdine yan!” diye bağırdı Das Kapital Necmi oturduğu kumar masasından.
***
Tersettin yaveri Dumrul’la yalakalığın dibini sıyırdığı malikâneden dönedursun, Uğur ve Fırat malikâne reisinin seçimler için ibraz ettiği diplomanın sahte olduğu bilgisine ulaştılar. Patronlarına danışmadan ön sayfadaki yalaka röportajın peşine bu bilgiyi bastılar. Gazete 500 tane basılıp dağıtılmıştı ama talep üzerine akşamına 500 tane daha basıldı. Mahallede ortalık karıştı. Tüm parti teşkilatları ayağa kalktı. Rakiplerine bu şekilde iftira atılmasının demokrasiye, insan haklarına, kişisel hak ve özgürlüklere bir saldırı, falan, filan, feşmekân… Halkın sahte diplomalı bir adam tarafından yönetilmesi hangi demokrasi hangi insan hakları hangi özgürlüğe sığıyordu, soran olmadı.
Tersettin’in amiral gemisi battı. Gazetenin 999 nüshası da toplatıldı. Gazete belirsiz bir süre kapatıldı. Tersettin sorumlu yazı işleri müdürü olarak gözaltına alındı. Peşinden ertesi gün sahte olduğu iddia edilen diplomanın verildiği T3R5 Mahalle Meslek Yüksek Okulu müdürüyle, malikâne reisinin diplomayı alıp verirken çekilmiş fotoları başka gazetelerde tam sayfa boy gösterdi. Uğur ve Fırat yalan haber yaptılar diye mahalleden sürgün edildiler. Her ikisi de kendi yollarına gidip mesleklerinde ilerlediler. Dumrul da kendi yolunda ilerledi. Onun yolu otoban gibi asfaltla döşenmişti.
Tersettin, Boğaz’da mükellef sofralarına davet edildiği kodamanların araya girmesiyle göz altından salıverildi. “Bu sana son iyiliğimiz!” dediler. “Artık gazeten de gücün de yok. Bir daha sesini duymayalım. Otur oturduğun yerde!”
Tersettin dersini almıştı da ediyordu ezber. Bu küçücük başımla bir daha büyükbaşların işine karışmayacağım diye tövbeler ediyordu. Ne var ki tavuk götü tövbe tutmazdı.
***
Gazeteci Uğur, yani Uğur Mumcu dürüst gazeteciliğin kitabını yazdı. Fakat dürüstlüğü bazılarının işine gelmedi. Kimisi diplomasız, kimisi sahte diplomalı, kimisi de ilahi yat yani kocaman boyutlu yatlarda gezerek diploma edinmiş, derin hatta dipsiz kuyulardan çıkıp gelen güçler tarafından suikasta uğratıldı. Arabasına konmuş bomba patladığında tarihler 24 Ocak 1993’ü gösteriyordu, bir pazar sabahıydı, Ankara karlar altındaydı.
Fırat Dinç yani Hrant Dink, T3R5 mahalle baskısı yüzünden Ermeni olduğunu söyleyememişti. Uğur’dan 14 yıl sonra aynı akıbetle vefat etti. Genel yayın yönetmeni olduğu Agos Gazetesi binasının önünde silahlı saldırıya uğradı. Tarih 19 Ocak 2007 idi.
Dumrul, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması hakkında üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla, gazetecilik yapmaya devam ediyor hâlâ.
***
Gazetenin o gün basılan 1000 nüshasından 999’u toplatılmıştı. Vah Vah Vahdettin, bir nüshayı “Neme lazım, bu pilav daha çok su kaldırır…” diyerek evinde gizli bir yere kilitledi. Çünkü gazetede diplomanın sahte olduğu su götürmez bir biçimde ispatlanmıştı.
Tersettin kuyruğu kıstırıp Terzi Erol’un dükkânına girdiğinde yüzüne tokadı yedi.
“Hak ettim ben bunu Erol Abla. Ben ettim sen etme!”
“O değil de Tersettin, biz her sene Arabistan’a gidiyoruz demişlerdi ya! Putlar bin üç yüz doksan dört sene önce yıkılmadı mı? Her sene Arabistan’a gitmek puta tapmak değil de ne, dediğimde o yerleri süpüren etekliklerini toplaya toplaya bir gidişleri vardı görmeliydin! Bunlar beni böyle allı pullu görüp bir şeyden habersiz sandılar. Mütedeyyin olmak kendilerinin tek elinde sandılar. Bizi paralarıyla dövmeye kalktılar. Ama ne oldu? Sonunda bu mahalleden çekip gittiler!”
“İyi de Erol abla gittiler de nereye gittiler? Adamı bıraksak sadece bizim mahalleyi yönetecekti. Biz kaybettik, adam kazandı. Bak şimdi tüm şehrin belediye başkan adayı…”
Birbiriyle sırt sırta vermiş yüz yıllık ahşap evlerin dumanı tutabilen bacalarından, o eve odun ve kömür alınabildiği anlaşılırdı. T3R5 mahalle böyle evlerden meydana gelmişti. T3 otobanıyla R5 viyadüğünün kesiştiği yerde bulunan bu mahalle, zemheri soğuğunda bile aralık duran rezidans pencerelerine inat, buğulu pencerelerindeki kömür ve is kokusuyla hayata karşı bir rezistanstı. Gel zaman git zaman, ‘soğuklarla nasıl başa çıkılır’ın destanını yazan bu mahallenin boş bir arsasına iş makinaları geldi. Düzlediler, kazdılar, yıktılar, yumdular. Bir göz yumuş süresi sonra mahalleli bir de baktı ki oraya kapalı bir buz pateni pisti inşa edilmişti, kıyısına da bir kafe. Kafenin ihalesine mahallenin offişıl çay demleyicisi Kahveci Rasim tek başına girdi ve tabii ki ihaleyi aldı. Geriye mahalle kahvesi yerine kafeye doluşan mahallelilerin buz pateni yapanları seyretmesi kaldı. Ama mahallede böyle elit bir sporu yapabilecek kim vardı?
***
Tersettin, dayısından kalan Çile Pavyon’da yaşanan Kill Bill’in en kanlı sahnesine benzer elim olaydan sonra ismini unutturmak için bir süre kayıplara karıştı. Kimi, Bolşoy Balesi’nde perde açıp kapama asistanı olarak Moskova’ya gitti, dedi. Kimi, İbiza’daki Amnesia Club’da barmen olarak çalışıyor, dedi. Kimi, Día de Los Muertos için araba süsleyici olarak Meksika‘ya gitti, dedi. Oysaki Tersettin kabuğundan çıkamadığı gibi mahalleden de çıkamamıştı. Ahşap evlerinin zeminine dedesinin hayattayken “bu evde gömü var” diye kazdığı çukurları birleştirip bodrum katı yapmışlardı. Annesi Zara Gelin’le yaşadığı bu evin bu bodrum katına sığındı. Yaşadığı her günü bir idam mahkumunun son günü gibi yaşadı.
Assolisti Fikri’nin İncegül’ü pavyonda kurşunlandıktan sonra Kur Korumalı Veronika’nın kucağında can verirken Tersettin’e olan aşkını itiraf etmişti ya… Bu Tersettin’in pek bir zoruna gitmişti. Ona bir erkeğin âşık olması mıydı yoksa şu yalan dünyada kendisine âşık olduğunu söyleyen tek insanın ölüp gitmesi miydi onu kahreden, bilemiyordu. Bir mektup yazmaya başladı. Adını “Kahır Mektubu” koydu. Bu mektup sonradan bestelenip Zeki Müren tarafından bir plağa kaydedilince 29 dakika 29 saniye ile Türk müzik tarihinin en uzun şarkısı olacaktı.
Yazmak Tersettin’e iyi geldi. Zaten kendi zindanında çektiği ceza da ona yetmişti. Tekrar silkinip eski Tersettin olmaya hazırdı. T3R5 mahallenin yeşil sahalardaki Maradona’sı, film setlerindeki asi genci yani James Dean’i, tenis korlarındaki Rafael Nadal’ı olmasa da bir Benjamin Button tutarlılığındaki hikâyesini yazdırmak için senaryoya geri döndü. Tam da o gün T3R5 mahalle kapalı buz pateni pistinin açılış günüydü. Tüm mahalleli genciyle yaşlısıyla uzaktan dümdüz gri bir alan gibi görünen buz pistinin etrafında toplanmış, bel bel bakıyorlardı. Üniversite öğrencisi Dilli Didem’in daha önce Ankara Kurtuluş Parkı’ndaki buz pistinde bir saat on dakika buz pateni yapma tecrübesi olduğu için jilet gibi tabanlı ayakkabıları ayağına giydi. Kenarlardan tutuna tutuna piste çıktı.
Tersettin’in dönüşü muhteşem olmalıydı. Dilli Didem’i görünce “Lan altı üstü buz üstünde ince ve keskin bir demirle kayacağız! Ne kadar zor olabilir ki?” dedi ve Didem’in cesaretinden de güç alarak ayakkabıları ayağına geçirip piste daldı. Didem ve Tersettin çok da artistik olmayan bir şekilde patinaj çekmeye başladılar. Birden piste uzun boylu bir delikanlı ile bir genç kız çıktı. Kuğu Gölü’nün donmuş halinde bale yapar gibi kayan ve adeta buzun üzerinde dans eden bu çift için dedikodu çarkları hemen çalıştı.
“Tersettin’in Bolşoy Balesi’nden arkadaşlarıymış. Onunla beraber Moskova’dan gelmişler!”
Natalia ve Andrei hakkındaki bu bilgi mahalleliye yetti. Dilli Didem ve Tersettin, o devirde YouTube olmadığı için örnek çifte baka baka önce buz üstünde kaymayı sonra da dans etmeyi öğrendiler. Kahveci Rasim çift kasetli Sanyo müzik sisteminden “Kara basma iz olur” türküsünü açıp onunla dans etmelerinde ısrar etti. Fakat Natalia ve Andrei ona içinde klasik müzik bestelerinden seçkiler olan bir karışık kaset verdiler. Dil olarak anlaşamasalar da beden dili olarak “Artık burada bu müzikler çalacak!” cümlesini Kahveci Rasim’e bir şekilde anlattılar.
Bol Şefik Bey banka müdürü emeklisi olmadan önce bankadan görevli olarak gittiği Moskova’da bu sanatı biraz bellemişti. Dilli Didem ve Tersettin’e yanaştı. “Biraz birikimim var. Eğer bu işe baş koyarsanız sizi uluslararası yarışmalara hatta olimpiyatlara götürmek için menajeriniz olurum.” dedi. Tersettin kara kaşlarını kaldırdı. Bu teklif onun şövalye ruhunu okşadı. “Demek bu bölümde Kara Şövalye Yükseliyor olayı yaşanacak…” dedi içinden. Dilli Didem de teklif üzerine çok heyecanlandı. İkisi de Bol Şefik Bey’e tamam dediler. Tersettin sevincinden Dilli Didem‘i belinden kavradığı gibi kendine çekti ve dudaklarından uzun uzun öptü. Kocakaçıran Mihriban’ın oğlu Tahteravalli İlhan’ın “Bakım bakım öpüşüyorlar!” diye milleti ayıktırmasıyla tüm kafe ayağa kalktı. Çılgınca onları alkışladı. Bu ikili şimdiden gönüllerin olimpik şampiyonuydu.
***
1981 Avrupa Artist Patinaj Şampiyonası Avusturya’nın İnnsbruck şehrinde yapılacaktı. Bol Şefik Bey gençlerin artık hazır olduğuna inanıyordu. “Bunu bir kazanalım ondan sonra dünya, sonra da ver elini Olimpiyatlar!”
Avusturya’ya otobüsle 25 saat süren bir yolculuktan sonra vardılar. En büyük rakipleri olan Natalia ve Andrei ise arkalarına koskoca SSCB devletini aldıkları için uçakla gelmişlerdi. Bütün hazırlıklar tamamlandı. Tüm yarışmacılardan kan örneği alındı. Yarışma Komitesi herhangi bir yasaklı madde kullanıp kullanmadıklarını test edecekti. Komite başkanı elinde bir kağıtla Bol Şefik Bey’in yanına geldi. Bol Şefik Bey kâğıdı okuyup adamla da konuşunca dizlerinin üzerine çöktü. Kâğıdı yumruk yaptığı elinde buruşturdu. Kafasını dizlerinin arasına alıp saçını başını yoldu. Dilli Didem ve Tersettin, Terzi Erol’un günlerce uğraşarak diktiği bindallı motifleri ile bezeli kırmızı kadifeden dansçı kostümlerinin içinde ısınma hareketi yapıyorlardı. Tersettin bir şeylerin ters gittiğini anladı. Bol Şefik Bey saçları yolunmuş kaz gibi, gözleri sinirden kıpkırmızı yanlarına geldi. Pisti göstererek “Boşuna ısınmayın. O buz pistine asla çıkamayacaksınız!” dedi. Adamın ne demek istediğini idrak etmeye çalışırlarken bile akıllarından sırayla danslarındaki figürleri geçiriyorlardı.
***
Natalia Bestemiyanova-Andrei Bukin çifti, 1981 yılı Avrupa Artistik Patinaj Şampiyonası’nda ve aynı yılın dünya şampiyonasında ikinci oldular. 1982 ve 83 yılları da ikinciliklerle geçti. Ama 84-85-86-87 yılları onların altın yılları oldu. Dört yıl üst üste hem Avrupa hem dünya şampiyonu olan çift 1987 yılında olimpiyat şampiyonu olarak kariyerlerini taçlandırdılar.
***
Dili Didem, Tersettin ve Bol Şefik Bey 25 saatte gittikleri Avusturya İnnsbruck‘tan yürekleri buruk, kendine güvenleri yerle bir olarak 25 günde döndüler. Çünkü Bol Şefik Bey tüm parasını şampiyona için harcamış ve sıfırı tüketmişti. T3R5 mahalleye döndüklerinde her biri süt dökmüş kedi gibi sürünerek evlerine gidince mahalleli sadece kazanamadıklarını değil yarışmaya bile katılamadıklarını anladı. Kimi, Didem’in bileği burkulmuş da ondan piste çıkamamış, dedi. Kimi, kız fazla kilo almış ondan kabul edilmemiş, dedi. Kimi, Tersettin’in bacağı sakatlanmış da ondan dans edememiş, dedi. Son noktayı koyan Terzi Erol oldu.
“Kız hamileymiş ayol! Kan tahlilinde çıkmış! Ben anlamıştım ölçülerini alırken bir terslik olduğunu! Ama diyemedim işte!”
“İyi de kızı buz pistinde bir kere dudağından öptüğünü gördük başka da bir şey görmedik lan biz! Ne öpücükmüş bu!” diye bağırdı Kocakaçıran Mihriban’ı ilkokul beşe giden oğlu Tahterevalli İlhan. Tüm mahalleli kahkahalara boğuldu.
“Demek biz görmezken başka yerlerini de öpmüş İlhancığım!” dedi Terzi Erol.
***
Dilli Didem mahalleden ayrıldı. Bebeği aldırmasını isteyen kendi babasına “Papa Don’t Preach” isimli bir şiir yazdı:
Papa don’t preach I’m in trouble deep
Papa don’t preach, I’ve been losing sleep
But I made up my mind, I’m keeping my baby
I’m gonna keep my baby
Beş yıl sonra bu şiir Madonna isimli bir kadın şarkıcının eline geçecek ve 1986’nın haziran ayında bu şiirden bestelediği şarkı pop müzik dünyasında bomba etkisi yaratacaktı.
Vegas’ta olan Vegas’ta kalırdı. T3R5 mahallede olan dünyaya da yayılsa T3R5 mahalle aynı kalırdı.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.