34,2452$% 0.28
37,6376€% -0.37
45,0841£% 0
2.921,73%0,22
2.653,23%-0,08
9.109,34%2,37
27 Nisan 2024 Cumartesi
Kar, kış, kıyamet: Abdülkadir Tamer'den bir öykü
Kaleminin gücüyle ayakta kalan babam: Burhan Arpad
... Ve Zonguldak
Yer altında Romanlar ve Gebenler
"Göğü kucaklayıp getirdim sana, kokla açılırsın"
İçimdeki cinayet (Altıncı Bölüm-FİNAL)
Garo, mafyanın elinden kaçıp ailesiyle beraber T3R5 mahalleye sığınalı on gün olmuştu. Hayli mukallit bir gençti. Bütün enstrümanların seslerini ağzıyla çıkarabiliyordu. Genelde bu yeteneğiyle akşamları kahvede sıkılan amcaları eğlendiriyordu. Sarı-kırmızı Sami, Siyah-beyaz Seba ve Sarı-lacivert Şükrü takım çığırtkanlığından arta kalan zamanlarında gazinonun orkestrasında gitar, bas gitar ve bateri çalıyorlardı. Kahvede Garo’nun yetenekli taklitleriyle karşılaşınca bu gence kanları pek bir kaynadı. Seba, elindeki bas gitarı Garo’nun eline tutuşturdu.
“Al bakalım ağzınla çıkardığın sesleri bir de gitarla yapmayı dene!”
Genç, gitarın tellerine dokunduğu anda iki saniye kadar şaşkınlık yaşadı. Sonrasında anlamlı sesler çıkararak çalmaya başlayınca hepsi dumura uğradılar. Daha sonra Garo diğer enstrümanları da çalmayı denedi. Ve hepsini hiç zorlanmadan çalmayı başardı. T3R5 mahalle bir müzikal dehayla karşı karşıyaydı.
***
Mahallenin gayrimüslim tebaasının yaşadığı sokakta Rober ile Cimi, harçlıklarından biriktirdikleri parayla Mister Gibson'ın Asmalı Mescit’teki müzik mağazasından birer ikinci el gitar satın aldılar. Komşu kardeşler Angus ve Malkılm onları kıskanıp marangoz olan babalarına birer gitar yaptırdılar. Ama bu gitar gövdelerine nereden tel bulacaklarına dair en ufak fikirleri yoktu. Rober ile Cimi, Rober’in babasının bakkal dükkânı kapandıktan sonra kepenkleri indirip durmadan çalışıyorlardı. Hayalleri bir müzik grubu kurmak olan iki delikanlı şarkı besteleyebilmek için ikinci el gitarlarını saatlerce tıngırdatıyorlardı. Angus ile Malkılm ise kepengin aralığından onları dikizleyip kıskançlıktan çatlıyorlardı.
***
Garo, mahalleye yeni gelmesine rağmen kendisini aralarına alan Sami, Seba ve Şükrü’ye minnettardı. Gazinonun orkestrasında kendisine o akşam hangi müzik aleti verilirse onu çalmaya başladı. Kimi zaman kemancının yerini alıyor, bazen piyanoya oturuyor, darbuka-bateri-def-bendir demeden bütün ritm sazları da aynı ustalıkla çalabiliyordu. Sarı-kırmızı Sami Garo’nun müziğe karşı bu müthiş yeteneğini görünce kafasında şimşekler çakmadı. Ama aklına kafasında şimşekler çakabilecek birisi geldi. Bu kişi mahallenin ciks delikanlısı, ağır abisi, düşenlerin dostu, kalkanların yardakçısı olmasa da mahallede ilk sezaryenle doğan bebek olmasından mütevellit Tersettin ismini almış, dünya çapında değil ama mahalle çapında benzersiz yenilgilere imzalar atmış, yakışıklı mı yakışıklı denemeyecek kadar silik tipli ama her yerde ben de olayım diye yırtık dondan fırlar gibi fırlayan ilginç mizaçlı bir delikanlıydı.
Tersettin, havalı Travolta kesiminden sonra saçlarını geriye taramış, Don Corleone misali ince beyaz çizgili siyah takım elbise giyerek amcasından kalan pavyonu işletmiş, hatta dünya artistik patinaj şampiyonasına katılmak istemiş ama her bir işi aynı beceriksizlikle tamamlamamayı başarmıştı. O, önüne gelen fırsatları tepmese de fırsatlar Tersettin’e çifte atmakta ısrarcıydı. Ama olsundu. Müzik dünyası için atağa kalktı kalkacak denen 1979 yılıydı ve T3R5 mahallede her an herkes her şeye gebe olabilirdi.
***
Tersettin, Garo’yu orkestra içinde çeşitli müzik aletleri çalarken dinledikten sonra kararını verdi: “Örovizyona katılacağız arkadaşlar.”
“Örovizyon ne abi?”
“Oğlum bizim mahalledeki gazinoyu düşün. Onun Avrupalısı. Daha büyük gazinolarda konser veriyorlar. Orkestralarda da başka başka ülkelerden çalgıcılar gelip çalıyorlar. Sonunda da birbirlerine puan veriyorlar. Kim kazanırsa seneye o ülkede toplaşıyorlar.”
“Uluslararası şarkı yarışması desene abi sen şuna!”
O saatten itibaren Sami, Seba ve Şükrü Garo’yu bir örovizyon şarkısı yazması için ilham alacağı yerlere taşımayı kendilerine iş edindiler. Çamlıca Tepesi’ne götürdüler, İstanbul’u dinle bakalım gözün kapalı dediler, olmadı. Aya Yorgi Katedrali'ndeki bir ayine götürdüler, orada muhteşem sesli papazları dinlediler, din-dil-ırk fark etmez yaz bir şeyler Garocuğum dediler, olmadı. Sulukule'ye götürdüler, en güzel göbek atan Çingene kızlarıyla tanıştırdılar, yaz şöyle hareketli bir şeyler Garocuğum dediler olmadı. Senfoni orkestrasından 1700’lerden kalma müzikleri dinlettiler, hatta düğününde bunu çalsınlar yahu, baksana Mozart’a fi tarihinde Garo'nun düğünü diye şarkı bestelemiş, Fiii-Garo'nun düğünü, diyerek güldüler. Ama yine olmadı. Bu ilham neredeyse bir türlü bizimkilere uğramadı.
***
Angus ve Malkılm babalarına yaptırdıkları telleri olmayan gitarları Mister Gibson’a götürmeyi akıl ettiler. Mister Gibson gitar gövdelerini inceledikten sonra şöyle dedi:
“Sizin bu gitarlarınız dişbudaktan yapılmış. Bu ağaç, çok sıkı bas ve tizlere sahip, midleri geride olan bir ağaçtır. Sizin yapmak istediğiniz müziğin tınısından anladığım kadarıyla size maundan yapılma gitar lazım. Tizleri ve basları daha yuvarlak, midleri daha önde çıkarır.”
Mister Gibson’dan gitarları kapan Angus ve Malkılm, böylece her akşam kapalı kepenkler ardından Rober ile Cimi’yi dinlemeyi bırakıp kendileri çalışmaya başladılar. Rober ile Cimi ise dişbudak ağacından yapılma gitarlarıyla başka alemlere akıyorlardı. Bu arada dört genç de Sami-Seba-Şükrü üçlüsünün sinsi sinsi onları takip ettiklerinden bihaberdiler.
Rober ve Cimi Cennete Merdiven isimli bir şakı yazmışlardı. Yazdıkları şarkı önce duygusal bir aşk şarkısı tadında yumuşak yumuşak başlıyordu. Sonra biraz daha yükselen bir vokal ve akustik gitar sesleri eşliğinde devam ediyordu. Angus ve Malkılm meraklarına yenik düşüp bir akşam yine gizli gizli Rober ve Cimi’yi dinlediler. Şarkının başlangıcını duyunca çok kıskandılar ama kıs kıs güldüler.
Sonra aylardır akıllarında dolaşan melodiyle bir şarkı yazmaya başladılar. Şarkının ismini Cehenneme Otoban koyduktan sonra kahkahalara boğuldular. Hatta elektro gitarlarını bağladıkları amfilerin adaptörlerinde yazan alternatif akım/doğru akım ibaresini okuduklarında bu isimle bir grup kursak tutar mı ki, dediler.
“Rober ile Cimi salağı bu şarkımızı dinledikten sonra akıllarını atacaklar Angus!”
“Tabi ya! Öyle yavaş yavaş başlayan rock şarkısı mı olur? Elindeki elektro gitarın tellerine yazık lan!”
Cehenneme Otoban, Angus’un elektrogitarının eğlenceli riff’i ile açılıyor daha ilk saniyelerden insanları hoplatacak, zıplatacak ve kanlarını kaynatacak bir şarkı olacağını belli ediyordu. Bu şarkı ile örovizyon şarkı yarışmasının altını üstüne getireceklerdi.
Parti zamanı/ Arkadaşlarım da orada/ Cehenneme giden otobandayım /Cehenneme otoban
Fakat Angus ile Malkılm dört dakikadan biraz daha fazla sabredip Rober ile Cimi’yi dinleselerdi, şarkının bateri ritminin girmesiyle hızlandığını duyabileceklerdi. Cimi'nin gitar solosunun doruğa çıktığı anda çığlık çığlığa vokal yapan Rober’in insanın tüylerini diken diken edişini dinleyebileceklerdi. Bunların hiçbirini duyamadan şarkının başlangıcını dikizlemişlerdi. Sekiz dakika iki saniye süren Cennete Merdiven de örovizyona katılmaya hazırdı.
Tüm ışıltıların altın olduğundan emin olan bir kadın var / Ve o cennete bir merdiven satın alıyor / Oraya vardığında mağazaların kapalı olup olmadığını biliyor / Bir kelimeyle uğruna geldiği şeyi elde edebilir / Ve o cennete giden bir merdiven satın alıyor
***
Sami, Seba ve Şükrü sonunda Garo’ya ilham bulup bir şarkı bestelemesini sağladılar. Ama o aşamaya gelinceye kadar İstanbul'un gezmedikleri tepesi, gitmedikleri mesire yeri, içmedikleri bozası, yemedikleri yoğurdu, binmedikleri vapuru da kalmamıştı. Tersettin’in evine geldiler. Üçü vokal yaparken Garo da daha önce çeşitli enstrümanları kendi çalarak bir kasete kaydettiği şarkıyı arkadan çalmaya başladı.
“Sizler söylerken arkadan kasetle çalmanın adını play-back koydum arkadaşlar."
“Neden İngilizce?”
“Müzik endüstrisi İngiltere’den doğuyor ve Amerika’da taçlanıyor da ondan. Hem sen neden forvet, futbol, korner, penaltı diyorsun? Bunlar da İngilizce!”
Derken şarkıyı söylemeye başladılar. Tersettin, şarkının yarısına gelmeden gençleri susturdu.
“Bu ne lan kazulet gibi adamlar grup kurmuşsunuz ama gruptakilerin hepsi erkek.”
Sami dayanamadı:
“Ama abi Rober ile Cimi ve Angus ile Malkılm da erkek. Onlar da şarkı bestelediler ve bize rakipler.”
“İyi ya işte sizin gibi bet sesli bir sürü adamın içinde çiçek gibi görünecek bir kız lazım. Şarkı söyleyebilen bir kız bulun bana.”
***
Maria, kendi kendine şarkılar yazan ve gitar çalan bir genç kızdı. Bizim renkli Sami-Seba-Şükrü üçlüsü kızı elinde gitarı, bestesini yeni bitirdiği “Seviyorum” isimli şarkıyı evinin balkonunda çalarken yakaladılar.
“Haydi kalk bizimle geliyorsun. Tersettin abimiz bizden örovizyon için bir şarkı istedi. Şarkıyı yaptık ama sesimizi beğenmedi. Bana şarkı söyleyebilen bir kız bulun dedi. Sen de şarkı söylediğinde göre…”
Maria itiraz edemeden, durun yahu, ne Tersettin’i, ne örovizyonu, ne müzik grubu diyemeden kızı Tersettin'in huzuruna çıkardılar.
“Söyle bakalım şu bestelediğin şarkını, nasıl bir şeymiş bir dinleyelim.”
Gün gibi belli seni sevdiğim / Söyle ne diye inkâr ettin / Nasılsa anlayacaksın / Ben gecemde günümde rüyamda / Seviyorum, du ba dü da / Güneşte gölgede yağmurda / Seviyorum, du ba dü da
***
Tersettin Maria’nın menajerliğini üstlendi ve kızın şarkısıyla beraber örovizyona katılmak üzere T3R5 Radyo Televizyonu- T3R5-RT’ye başvurdular. Garo, Seba, Sami ve Şükrü o kadar uğraşmalarına rağmen elleri boş kalakaldılar.
Fakat T3R5 mahallede bir şey ters gidecekse mutlaka ters giderdi. T3R5-RT son anda, Maria ve Tersettin’in katılacağı 1979 Örovizyon Şarkı Yarışması’ndan çekilme kararı aldı. Maria’nın çok üzüldüğünü gören diğer dört genç de protesto ederek T3R5-RT’yi protesto ederek yarışmadan çekildiler.
Bu olaydan sonra Rober, Cimi, Angus, Malkılm, Garo ve Maria kendi yazgılarında yazan müzik kariyerlerine devam etmek üzere T3R5 mahalleyi terk ettiler.
***
Robert Plant ve Jimmy Page Led Zeppelin grubunu kurdular. Ortaklaşa yazdıkları Stairway to Heaven isimli şarkı 1971 yılında Atlantic Records tarafından yayınlandı ve Rock’n’Roll Hall of Fame’de Rock’n’Roll’u şekillendiren 500 şarkı içinde yer aldı.
Angus ve Malcolm Young kardeşler Avustralya’da AC/DC grubunu kurdular. Bon Scott ile ortak yazıp-besteledikleri Highway to Hell isimli şarkı 1979 yılında Atlantic Records tarafından yayınlandı. Rolling Stone Dergisi’nin “Tüm Zamanların En Güzel 500 Şarkısı” listesinde yer aldı.
Maria Rita Epik, 1979 yılı Eurovision Şarkı Yarışması’nda “Seviyorum” isimli şarkısıyla Türkiye’yi temsil edecekti. Fakat yarışma İsrail’in başkenti olduğu iddia ettiği Kudüs'te gerçekleşecekti. TRT, Arap ülkelerinin Türkiye’nin çekilmesi doğrultusunda yaptıkları baskılar sonucu yarışmadan kısa bir süre önce 1797 yarışmasına katılamayacağını açıkladı.
Garo Mafyan 1951’de doğmuş, iyi ki doğmuştur. 1981’den 1995’e kadar Eurovision şarkı yarışması Türkiye finallerine katılan 27 şarkıya imzasını atmıştır. Bunlardan 1982’de Neco “Hani” ile, 1985’te MFÖ “Diday Diday Day” ile, 1987’de Seyyal Taner ve Grup Lokomotif “Şarkım Sevgi Üstüne” ile Eurovision’da Türkiye’yi temsil etmişlerdir.
Gibson gitar şirketi 1894’te Orville Gibson tarafından Michigan'da kuruldu. Efsane gitarist Duane Allman’ın Eric Clapton’ın 'Layla’ şarkısını kaydederken çaldığı Goldtop 1957 Gibson Les Paul gitarı, Ağustos 2019’da 1,25 milyon dolara alıcı buldu.
***
After-credits scene:
Papaz Erik Efendi, İmam Bin Şükür ve Haham İshak Efendi, bu olaydan sonra T3R5 mahallede bir araya geldiler. Sarık, biretta ve kipa denen şapkalarını önlerine koyup kara kara düşünmeye başladılar. “Yahu biz milleti cennetle ödüllendirip cehennemle cezalandırmaya çalışıyorduk. Bu Rock’n’Roll’cu denen adamlar binlerce yıllık dini inanışı şuradan alıp şuraya savurdular!” diyerek kendi kendilerine hayıflandılar durdular.
Bazı mahallelerde bazı şeyler ters giderdi. T3R5 mahallede her şey ters giderdi. Zaman bile tersine akardı. Yıllar birer birer değil yüzer yüzer geriye gitti. TV’lerin üzerine köşegen serilmiş dantellerin olduğu dünyadan TV’siz radyosuz dünyaya gidildi. Metrolar ve tüneller, asfalt yollar ve arabalar yok oldu. Yayalar, atlar, merkepler ve kupa arabaları çoğaldı. Beşiktaş saman iskelesine, Eyüp ahşap iskelesine, Kadıköy Kurbağalıderesine, Galata tahta köprüsüne, Eminönü atlı tramvaylarına, Heybeliada Bahriye Mektebi’ne, Moda yelken yarışlarına, İstanbul Mekteb-i Sultani’sine kavuştu. Boğaz, şahlanan bir yılkı atı gibi köprüleri sırtından attı, Mekteb-i Fünun-ı İdadiye’sine ve saltanat kayıklarına kavuştu.
Hatta öyle oldu ki TV’lerin üzerini örten o danteller mendillere işlendi. Elleri ipek eldivenli hanımefendiler tarafından uzun setrelerinin etekleri çamur olmuş beyefendiler görsün diye şemsiyelerin altından yerlere bırakıldı. T3R5 mahalle Üsküdar’a gider iken bir yağmurun aldığı döneme gitti. 21. yüzyıl, 20. yüzyıl derken 19. yüzyılın son senesine gelindi. 1899 yılı bakalım nelere gebeydi?
***
O zamanlar T3R5 mahallede Mi-tat isimli biri yaşardı. Uyumsuz sıkılgan bir kişiydi. Küçük yaşlarda keman çalmayı öğrendi, söylemek istediklerini kemanıyla dile getirdi. İnsanların meyhanelere, kerhanelere, çayhanelere, kahvehanelere koşup oralarda çalgıcıları dinleyip alkış tuttuğu zamanlardı. Ama çalgıcıların küçücük paralar kazanıp karınlarını zar zor doyurduğu dönemlerdi aynı zamanda. Mi-tat, kemençeci arkadaşı Vasili ve gazeteci dostu Ahmet Rasim Bey ile T3R5 mahallenin dışına taşarak İstanbul’un çeşitli meyhanelerinde çalıp söylemeye başladı. Kemanı adeta ağlatarak çaldığı ve kendini saza söze vurduğu için isminin önüne ‘mi’ notasını almıştı.
Derken Mi-tat bir kıza tutuldu. Ona o kadar âşık oldu ki yemeden içmeden kesildi. Ama çok çekingen bir genç olduğu için aşkını bir türlü açıklayamadı. Genç kızın ailesi İstanbul’dan kalkıp Erivan’a göçtüler. Mi-tat’ı da ailesi başka bir kızla evlendirdiler.
***
İzmir’den İstanbul’a Fethiye Medresesi’nde eğitim almak üzere gelmiş toy bir delikanlı vardı. O da Mi-tat gibi musikiye en çok da ney üflemeye ilgi duyuyordu. Bir yandan da şiir yazıyordu. Bu delikanlı T3R5 mahallemizin müteşebbis evladı Tersettin’in ismini aldığı üçüncü göbekten dedesiydi. Galata ve Yenikapı Mevlevihanelerinde pişmeye başlayan delikanlı kısa sürede Neyzen Tersettin diye anılmaya başladı.
***
Neyzen Tersettin ve Mi-tat aynı yüzyılda ama farklı dünyalarda yaşamaya devam edebilirlerdi. Ortak tanıdıkları Tamburî Cemi Bey, 1899 yılının bir kış günü, artık kırk bir yaşının olgunluğuna gelmiş Mi-tat’la yirmi yaşındaki Tersettin’i tanıştırdı. T3R5 mahalledeki bir Bektaşi dergâhında bir araya geldiler. Bu yer, dünya kurulduğundan, ilk kitap indiğinden hatta ilk elma ısırıldığından beri, berduşların, sergüzeştçilerin, serdengeçtilerin, musikişinasların mekanıydı. Meddahların, seyyahların, mukallitlerin, Kavuklu’nun, Pişekar’ın, Karagöz’ün, Hacivat’ın hicivleriyle renklenirdi. Dertli’den, Karacaoğlan’dan, Yunus Emre’den, Dadaloğlu’ndan, Köroğlu’ndan, Pîr Sultan Abdal’dan beyitlerle beraber kendi yazdıklarını büyük bir aşkla seslendirenler yeniyetme ozanların vazgeçilmez divanıydı.
Dergâhın bir köşesinde kendi halinde oturup gelen geçenin cümbüşünü izleyen ikiz kardeşler vardı. Birbirine tıpatıp benzeyen İhsan ve Oktay isimli bu ikizler aralarında şöyle konuşurlarken duyuldular:
“Nerede kaldın? Bir bergüzar vermek üzere şu çeşmenin önünde seni bekledi durdu Ay Hatun!”
“Gelecektim Oktayım biraderim. Steve Zanaatler namlı gayrimüslim şahsın bütün dünya alemini kasıp kavuran icadı Kamer-fon’uma bulutlardan yağdırdığım UBER denen zımbırtı sayesinde Kadıköyünden Ortaköyüne geçmek üzere Kayıkçı Hamdi Efendi ile kavilleştim.”
“Kavilleştin de zamanında gelemedin ki İhsanım biraderim! Ay Hatun seni görmek için bu tarafa bakınca gözleri bana kilitlendi kaldı!”
“Çünkü haşmetlu yüce Padişahımızın Topkapı Sarayı’ndan Beylerbeyi Sarayı’na, 40 saltanat kayığı, 25 kadırga, 30 fırkateyn ve dahi havadan koruma için 3 Newçeri zepliniyle Boğaz denen İstanbul’un boynundaki inci olan su yolundan geçerek bir küçük su döküp geri geleceğini öğrendim. Bunun üzerine bir de su yolunun sıradan kul trafiğine kapalı olduğunu görünce pek bir müteessir oldum.”
“Sen müteessir oldun ben burada esir oldum! Hatun kişi sen diye bana bakakalınca diyemedim ki ben o değilim, biraderiyim! Artık biraz bıyık burdum, biraz güldüm. O da biraz göz süzdü ve en sonunda gitti!”
İhsan ve Oktay’ı dinleyenler konuşulanların çoğunu anlamadılar ama mahalledeki hoca İmam Bin Şükür’ün güzel kızı Ay Hatun’la delikanlılardan birinin arasında bir sevda meselesi olduğunu duymayan kalmadı. Mi-tat iki gencin konuşmaları üzerine hemen oracıkta aksak bir şarkı yazıverdi:
Bu akşam gün batarken gel
Sakın geç kalma erken gel
Tahammül kalmadı artık
Sakın geç kalma erken gel
Cefa etme bana mâh’ım
Sonra tutar seni ah’ım
Dergâhtakiler, İhsan ve Oktay’ın ne iş yaptıklarını da anlamazlardı. Delikanlılar, biz puslu kıtaların atlasını satacağız, derlerdi de başka bir şey demezlerdi. Ne zaman satacaksınız, diye soranlara yazdıktan sonra derlerdi. Ne zaman yazacaksınız diyenlere yüz yıl sonra derlerdi. Neden şimdi yazmıyorsunuz diyenlere şimdi bakıyoruz, yüz yıl sonra gördüklerimizi yazacağız, derlerdi.
Onların yanı başında, ailesi Frenk illerindeki Bank adasından geldiği için Île-de-Bank lakabını almış bir delikanlı bekler dururdu. O da İhsan ve Oktay gibi bütün gün boş boş dergâhta otururdu. Sen ne yapıyorsun, diye sorduklarında, ben şimdilik bakıyorum. Yüz yıl sonra gördüklerimi kağıtlara çizeceğim, derdi. Sonradan ismindeki telaffuzu zorlaştırıcı harfleri atıp İlban ismini alacaktı. Mi-tat ise ismindeki notadan gelen ‘mi’yi atıp sonuna ‘yos’ koyup Tatyos olacak; efendiliği de ismine eklenince Tatyos Efendi olup çıkacaktı.
Neyzen Tersettin her zamanki aksiliğiyle İhsan, Oktay ve İlban’a bir hiciv döşendi:
Dünyaya kazık mı kakacaksın bre cahil yüz yıl sonra kim öle de kim kala
Sanıyor musun ki senin yazıp-çizdiğinle benim üflediğim hatırlanacak hâlâ
Bu şehirde Şehzadeleri boğmuşlar bakmış da kalmış dili tutulan Lala
Ben küfredince kızıyor dünya âlem bu gidişle dönüşeceğim bir lâl’a
***
Memlekette Tenzilat Fermanı ilan edileli altmış sene geçmişti. Hak ve hürriyetlerde tenzilata gidilmiş, bahane olarak da bunların fazlası insanların kafasını karıştırır denmişti. Üzerinden bir ömürlük zaman geçmesine rağmen kimse buna baş kaldırmamış, ‘Ben istibdatla yönetilmek istemiyorum!’ dememiş, ‘Hak verilmez alınır!’ diyerek sokaklara dökülmemişti. Frankofonlar özgürlük-eşitlik-kardeşlik diyerek monarşiye baş kaldıralı yüz on sene geçmiş fakat özgürlük rüzgârı Balkan Dağları’na takıldığı için Boğaz’ın serin meltemlerinde ipek eldivenli hanımefendilerle hülyalı aşklar yaşamaya kendini adamış mahmur kâtipleri uykudan uyandıramamıştı.
Neyzen Tersettin, memleketin içinde bulunduğu ahval ve şeraite sinirlenmeden edemiyordu. İnsanların söylemeye korktukları her şeyi o dillendiriyordu. Müzmin muhalif, daimî başkaldırıcı, kimseye müdanası olmayan ve amenna çekmeyen bu adam ömrünü İstanbul hanlarında geçirdi. Arada sırada hapse de girecek ve en son Bakırköy Akıl Hastanesi’nin 21. koğuşunu mesken tutacaktı.
***
Hep birlikte Bektaşi dergâhında toplandıkları gecelerden bir gece tarihî T3R5 mahallede tarih yazılacaktı. Gecenin erken saatlerinde Neyzen Tersettin yine muhalif bir şiirini okudu:
Ey muktedir memleketin iyiliği için çalış kendi çıkarını bir kenara bırak
Senin kadar çok konuşup hiçbir iş yapmayan kurbağa da der her gün vırak vırak vırak
Beş paramız beş pula dönmüş hani alıp satacaktın gavur paralarını şakkadanak
O kadar beceriksizsin ki havan dövücüsü bile hınk demen için seni yanına almaz çırak
Tersim terstir bana Neyzen Tevfik deyin artık ne de olsa vali-kaymakam-paşa dilmemem veririm cevabını şırak şırak
Gece yarısına doğru jurnallenmiş Neyzen Tersettin, artık yeni adıyla Neyzen Tevfik, T3R5 mahalle zaptiyelerince derdest edildi. Bu olay dergâhtaki herkesi perişan etti. Gece sabaha erişmeye başlayınca dergâhta sadece Tatyos, Vasili, Ahmet Rasim, İhsan, Oktay, İlban ve bir kişi daha kalmıştı. O kişi İhsan ve Oktay’ın saatlerdir bir köşede hasbihâl ettikleri Efrâsiyâb isimli gençti. İlban Efrâsiyâb’a sordu:
“Bundan yüz yıl sonra seni kim anar, beni kim anar acaba?”
“Kimse anmasa bile İhsan ve Oktay anar.” dedi Efrâsiyâb başını öne eğerek.
Tatyos kemanını eline aldı. Ve dertli dertli çalmaya başladı:
Gamzedeyim devâ bulmam, garibim bir yuva kurmam
Kaderimdir hep çektiğim, inlerim hiç rehâ bulmam
Elem beni terk etmiyor, hiç de fasıla vermiyor
Nihayetsiz bu takibe doğrusu ömür yetmiyor
O geceden sonra İstanbul’da bu şarkıyı ezberlemeyen hanende ve sazende kalmadı. Ahmet Rasim Bey ‘Gamzedeyim deva bulmam’ şarkısı için “Onun ömrünün hasılasıdır” diyecekti.
***
Tatyos Efendi ya da Tatyos Enserciyan, “Yok mudur ey mâh-peyker zerre insafın bana” diyerek kavuşamadığı aşkına dizeler döktü. Büyük bir bestekâr ve güfteciydi lakin 1913 yılında 55 yaşında vefat ettiğinde kilise defterine ölüm kaydı ‘çalgıcı’ olarak geçti.
***
Neyzen Tevfik, 1953’te 74 yaşında vefat etti. Eserleri 1949 yılında Azâb-ı Mukaddes adıyla kitaplaştırıldı. Cenazesi profesörler, memurlar ve şehrin bazı ileri gelenlerinin yanında sarhoşlar ve sokak serserilerinden oluşan büyük bir kalabalık eşliğinde Barbaros Bulvarı’ndan geçirildi. Cenazesi için yürüyen kalabalığı görseydi kalkıp şöyle seslenirdi:
Ulan yaşarken yüzüme gülmeyen kravatlı pezevenkler
Olan olmuş giden gitmiş ne ağlarsınız arkamdan zevzekoğluzevzekler
Ne yürürsünüz tabutumun yanında sanki muz değil hıyar dolu hevenkler
Parasını kim bilir hangi fakirin sırtından ödettiğiniz bu çiçekler çelenkler
Alın da başınıza çalın gidiyorum bu dünyadan bakalım öte dünyada nasıl zevkler ve renkler
Neyzen’den geriye neyi kaldı derseniz, iflah olmaz serkeşliği, neyi, meyi ve heyheyleri kaldı.
***
İhsan Oktay Anar, 1960 yılında iyi ki doğdu, Efrâsiyâb’ın Hikâyeleri de dahil sekiz tane kitabın yazarıdır, hâlâ da yazmakta.
***
İlban Ertem, 1950’de iyi ki doğdu, Gırgır, Fırt, Avni, Hıbır, Joker ve Resimli Roman dergilerinde çizdi. İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası da dahil beş kitabın çizeridir, hâlâ da çizmekte.
T3R5 mahallede herkes kendi yağında kavrulur, tencerede pişirip kapağında yerdi. Bir gün mahallenin bir ucuna yüpyüksek duvarlarla çevrilmiş kocaman bir ev yapıldı. O eve herkese kendi yağında kavrulmayı öğütleyen ama kendileri başkalarının yağına göz diken ve kocaman tencerelerde pişirip altın yaldızlı sofralarda yedikten sonra kalanı da çöpe atan bir aile taşındı. Ters mahallelilerin bahçeleri bile altı metrekare yokken, o evin salonuna altı tane altı metrekare halı serildi de hâlâ halı serilecek yer kaldı.
Gençler şaşkın şaşkın eve bakıp şakalaşıyorlardı.
“Ev değil oğlum o şato!”
“Şato Fransa’da olur lan, bu villa!”
“Oğlum villa İspanya’da olur lan, bu saray!
“Hadi lan oradan. Ne sarayı? Padişah mı gelecek? Bu malikâne oğlum malikâne.”
“E bu malikâneyse bizimkiler ne o zaman?”
“Kümes lan kümes!”
“Hahahahahhaa!”
***
T3R5 Mahalle Lisesi diğer liseler gibi mezunlarını boş beleş üniversitelere postalayıp işsiz bırakmazdı. Çeşit çeşit bölümü olan meslek lisesinden mezun olan gençler hemen çırak olarak iş bulur, vatanına milletine hadi abartmayalım, mahalleliye faydalı birer vatandaş olarak toplumda yerini alırdı. Uğur, Fırat ve Dumrul, okul gazetesini çıkaran üç gençti. Bu hepi topu dört yapraklı okul gazetesi, seçim zamanı adaylarla röportaj yapmış ve eni konu seçim sonuçlarını etkilemişti. Bu gazetenin ve onun toy muhabirlerinin gördüğü itibar mahallenin yakışıklı ve acar olmayan delikanlısı Tersettin’in gözünden kaçmamıştı.
***
Malikâneye yerleşen ailenin iki yetişkin kızı ve iki yetişkin oğlu vardı. Evin hanımı, kadın kuaför ve terzisi aradığını mahalleye haber saldı. Terzi Erol ellerini ovuşturdu: “Amanın gelsin paracıklar, gitsin paracıklar!” Malikânenin hanımı, iki kızı ve şoförü ile Terzi Erol’a geldi. En parlak, en can alıcı, en allı pullu kumaşlarını çıkardı, gösterdi Terzi Erol. Fakat kadınlar bunlara üst perdeden bakıp “I-ıh!” dediler. “Bize daha mütedeyyin daha muhafazakâr daha münasip renkli kumaşlar lazım!” Terzi Erol’dan çıkıp Kuaför Jasmin’e gittiler. Oradan da burunlarını kıvırarak ayrıldılar.
***
Tersettin artistik patinaj şampiyonasına hazırlanırken ettiği artist artist hareketlerinin onu kurtaramayacağını anlamıştı ama geç kalmıştı. Dans partneri Dilli Didem’in hamile kalmasından ona neydi ki? Erkeğin vücudundan fırlayan hissedemeyeceği kadar küçük bir zerrenin, girdiği kadının içinde büyümesinden erkeğe neydi ki? O zerrenin malum yerinden fırlama anındaki mutluluktan başka hiçbir şeyi zerre kadar malum yerine takmayan erkeğin…
Tıpkı zavallı sevdiceği Hatçe’nin, Torosların zirvesindeki bir mağarada yokluk yoksulluk içinde hamile kalıp doğurmasının ve ölmesinin, anası Döne’nin yana yana döne döne evladım diye diye Abdi Ağa’nın zalim çizmesi altında can vererek kimsesizce gömülmesinin ve Hatçe’den doğan çocuğa sahip çıkan Iraz Ana’nın başına kim bilir neler gelmesinin İnce Memed’in umurunda olmadığı gibi…
Neyse… Tersettin’e gelirsek, ardında göz yaşlı kadınlar ve bebeler bırakmak erkekliğin şanındandır deyip fişek kuşanıp altına atlayıp dağlara çıkmadı tabii ki. O, burnuna gelen kokuları takip etti. Kendisinin bir gazeteyi eline alıp iki sayfasını çevirerek okumuşluğu yoktu ama seçim zamanı kahvedeki her amcanın, berberdeki her adamın, halı sahadaki her gencin elinde gezen dört yapraklı okul gazetesini görünce aklına bir fikir geldi. Mahallenin yegâne malikânesine taşınan ailenin, Terzi Erol ve Kuaför Jasmin’den burun kıvırarak ayrılışını duymuştu. Terzi Erol’un dükkânına girdiğinde Erol kan ağlıyordu.
“Daha mütedeyyin, daha muhafazakâr, daha münasip kumaşlar istediler benden Tersettin! Ben de daha az parlak, daha az can alıcı, daha az allı pullu kumaşlar getirttim. Sonra bu kumaşlar bize uygun değil! Biz her sene Arabistan’a gideriz, dediler. Biz de her sene Paris’e gideriz ama moda tanrılarına bizi cennetinize alın diye yalvarmıyoruz! Ha haaaayt, demişim. Ne bileyim ben? Gözlerini belerte belerte bana baktıkları zaman anladım pot kırdığımı! Benim yerlere kadar etek anlayışım assolistlerle konsomatrislerin dekolteli kuyruklu abiyeleri!”
“Bak Erol abi!”
“Abi deme bana!”
“Tamam Erol ablacığım. Mahalleye yeni terzi ve yeni kuaför açtırıyor bunlar. Sen bunlarla baş edemezsin. Biz baş edeceğiz. Modayı, allı pullu kumaşları, Paris’i, permalı saçları biz önereceğiz.”
“Siz kimsiniz ayol?”
“Bugünden itibaren T3R5 mahallenin amiral gemisi olacak gazetenin sahibiyim. Üç de acar muhabirim var ki sorma! Artık bu mahallede piyasayı biz belirleyeceğiz. Güç bizde artık.”
“Git işine Tersettin! Neyin gücüymüş bu?”
“Keskin bir kalemin gücü!”
***
Tersettin gidip liseyi bitirmiş ama iş bulamamış olan Uğur, Fırat ve Dumrul’la anlaştı ve T3R5 GAZETE isimli gazetesini kurdu. O günden sonra T3R5 GAZETE önce 50 adetle başlayan tirajını haftadan haftaya katlayarak 200’e hatta 500’e çıkardı. Uğur, Dumrul ve Fırat Dinç, gazetenin hem yazarı hem muhabiri hem dizgicisi hem dağıtımcısı idiler. Sorumlu yazı işleri müdürü Tersettin, mahalledeki tüm esnafları gezip onlardan reklam alıyordu. İşine gelene daha doğrusu, Boğaz’ın kıyısında mükellef bir sofra kurdurana da yağlı ballı bir yazı attırarak işleri tıkırında yürütüyordu. Bu yağlama bağlama yazılarını ekseriya Dumrul’a yazdırıyordu. Zaten Boğaz sefalarında onu yanından eksik etmiyordu. Uğur ve Fırat bu duruma karşı çıkıyor, bir gazetecinin patronuyla aynı çöplükte gezinmesinin ve başka başka patronlar önlerine ne koyarsa onu yiyip sonra gelip övme yazıları yazmasının etik olmadığını söylüyorlardı.
“Ben yediğim kaba pislemem oğlum!” diyordu Dumrul. Uğur dayanamıyordu.
“Senin anlamadığın yediğin kabı da içindeki yemeği de kendi emeğinle kazanmak zorunda olduğuna kafanın basmaması! Önüne kap içine de yemek koyan adam, boynuna yuları geçirir de haberin bile olmaz!”
“Aman siz de dürüst olacağız diye fakirlikten kırıldınız be! Sen lise sıralarından beri hâlâ aynı kırık gözlüğü takıyorsun Uğur, senin de pabucun hâlâ yamalı Fırat! İş bilenin kılıç kuşananın oğlum!”
***
Tersettin kendine masif cevizden mamul, altın yaldızlı oymalarla süslü kocaman bir masa, üzerinde deri sümen takımı ve arkasındaki duvarda bordo deriden makam panosu olan bir büro tutmuştu. Terzi Erol gazeteye verdiği ilanlarla diğer mahallelerdeki pavyon karılarını müşteri edinmiş fakat malikânedeki ailenin gözüne bir türlü girememişti. Ne zaman bu büronun kapısını çalsa, Tersettin ya meşguldü ya da çayından iki yudum aldıktan sonra “Erol abla benim Boğaz’da acilen bir toplantım var, söz sana da bir baş sayfa haberi patlatacağım!” diyerek sıvışıyordu.
“Bak Erol abla! Bırak artık pavyon işlerini. Memlekette dekoltesi kapatılmış Hürrem Sultanlar daha çok reyting yaptı. Pavyonlara takılıp kalırsan RTÜK’e de takılırsın!” diye uyarmayı da ihmal etmiyordu.
Seçimler gelip çattığında malikânedeki ailenin reisi belediye başkanlığına aday oldu. Hiçbir gazeteci henüz bu malikâneden içeri adımını atamamıştı. Tersettin malikâneye röportaj için davet edildiğinde ağzı kulaklarına vardı. Gazeteyi yakından takip eden emekli edebiyat öğretmeni Vah Vah Vahdettin, “Oğlum sen ne anlarsın röportajdan? Hele Dumrul yalakalıktan başka bir şey yazmadı bugüne kadar. Oraya gideceksen yanında ya Uğur’u ya Fırat’ı al da millet hakiki bir röportaj okusun!” diye Tersettin’i uyardı.
“İhtiyar, asıl sen ne anlarsın bu işlerden? Senin zamanın geçti artık!” diye kovaladı öğretmeni Tersettin.
Söylene söylene kahveye girdi Vah Vah Vahdettin: “Dürüst gazeteciliğin, inandığın yoldan sapmamanın ve halkı doğru haberle bilgilendirmenin zamanı ne zaman geçti acaba?”
“Ohooooo! O eskidenmiş Vahdettin Hoca! Şimdi artık gazeteci olanı yazmıyor, gazeteci ne yazarsa o oluyor. Dolar fırlayacak diyor fırlıyor. Balık fiyatları diyor, hamsi fırlıyor. Zerzevat fiyatları diyor zerzevatın yanına yanaşılmıyor. Sen derdine yan!” diye bağırdı Das Kapital Necmi oturduğu kumar masasından.
***
Tersettin yaveri Dumrul’la yalakalığın dibini sıyırdığı malikâneden dönedursun, Uğur ve Fırat malikâne reisinin seçimler için ibraz ettiği diplomanın sahte olduğu bilgisine ulaştılar. Patronlarına danışmadan ön sayfadaki yalaka röportajın peşine bu bilgiyi bastılar. Gazete 500 tane basılıp dağıtılmıştı ama talep üzerine akşamına 500 tane daha basıldı. Mahallede ortalık karıştı. Tüm parti teşkilatları ayağa kalktı. Rakiplerine bu şekilde iftira atılmasının demokrasiye, insan haklarına, kişisel hak ve özgürlüklere bir saldırı, falan, filan, feşmekân… Halkın sahte diplomalı bir adam tarafından yönetilmesi hangi demokrasi hangi insan hakları hangi özgürlüğe sığıyordu, soran olmadı.
Tersettin’in amiral gemisi battı. Gazetenin 999 nüshası da toplatıldı. Gazete belirsiz bir süre kapatıldı. Tersettin sorumlu yazı işleri müdürü olarak gözaltına alındı. Peşinden ertesi gün sahte olduğu iddia edilen diplomanın verildiği T3R5 Mahalle Meslek Yüksek Okulu müdürüyle, malikâne reisinin diplomayı alıp verirken çekilmiş fotoları başka gazetelerde tam sayfa boy gösterdi. Uğur ve Fırat yalan haber yaptılar diye mahalleden sürgün edildiler. Her ikisi de kendi yollarına gidip mesleklerinde ilerlediler. Dumrul da kendi yolunda ilerledi. Onun yolu otoban gibi asfaltla döşenmişti.
Tersettin, Boğaz’da mükellef sofralarına davet edildiği kodamanların araya girmesiyle göz altından salıverildi. “Bu sana son iyiliğimiz!” dediler. “Artık gazeten de gücün de yok. Bir daha sesini duymayalım. Otur oturduğun yerde!”
Tersettin dersini almıştı da ediyordu ezber. Bu küçücük başımla bir daha büyükbaşların işine karışmayacağım diye tövbeler ediyordu. Ne var ki tavuk götü tövbe tutmazdı.
***
Gazeteci Uğur, yani Uğur Mumcu dürüst gazeteciliğin kitabını yazdı. Fakat dürüstlüğü bazılarının işine gelmedi. Kimisi diplomasız, kimisi sahte diplomalı, kimisi de ilahi yat yani kocaman boyutlu yatlarda gezerek diploma edinmiş, derin hatta dipsiz kuyulardan çıkıp gelen güçler tarafından suikasta uğratıldı. Arabasına konmuş bomba patladığında tarihler 24 Ocak 1993’ü gösteriyordu, bir pazar sabahıydı, Ankara karlar altındaydı.
Fırat Dinç yani Hrant Dink, T3R5 mahalle baskısı yüzünden Ermeni olduğunu söyleyememişti. Uğur’dan 14 yıl sonra aynı akıbetle vefat etti. Genel yayın yönetmeni olduğu Agos Gazetesi binasının önünde silahlı saldırıya uğradı. Tarih 19 Ocak 2007 idi.
Dumrul, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması hakkında üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla, gazetecilik yapmaya devam ediyor hâlâ.
***
Gazetenin o gün basılan 1000 nüshasından 999’u toplatılmıştı. Vah Vah Vahdettin, bir nüshayı “Neme lazım, bu pilav daha çok su kaldırır…” diyerek evinde gizli bir yere kilitledi. Çünkü gazetede diplomanın sahte olduğu su götürmez bir biçimde ispatlanmıştı.
Tersettin kuyruğu kıstırıp Terzi Erol’un dükkânına girdiğinde yüzüne tokadı yedi.
“Hak ettim ben bunu Erol Abla. Ben ettim sen etme!”
“O değil de Tersettin, biz her sene Arabistan’a gidiyoruz demişlerdi ya! Putlar bin üç yüz doksan dört sene önce yıkılmadı mı? Her sene Arabistan’a gitmek puta tapmak değil de ne, dediğimde o yerleri süpüren etekliklerini toplaya toplaya bir gidişleri vardı görmeliydin! Bunlar beni böyle allı pullu görüp bir şeyden habersiz sandılar. Mütedeyyin olmak kendilerinin tek elinde sandılar. Bizi paralarıyla dövmeye kalktılar. Ama ne oldu? Sonunda bu mahalleden çekip gittiler!”
“İyi de Erol abla gittiler de nereye gittiler? Adamı bıraksak sadece bizim mahalleyi yönetecekti. Biz kaybettik, adam kazandı. Bak şimdi tüm şehrin belediye başkan adayı…”
Birbiriyle sırt sırta vermiş yüz yıllık ahşap evlerin dumanı tutabilen bacalarından, o eve odun ve kömür alınabildiği anlaşılırdı. T3R5 mahalle böyle evlerden meydana gelmişti. T3 otobanıyla R5 viyadüğünün kesiştiği yerde bulunan bu mahalle, zemheri soğuğunda bile aralık duran rezidans pencerelerine inat, buğulu pencerelerindeki kömür ve is kokusuyla hayata karşı bir rezistanstı. Gel zaman git zaman, ‘soğuklarla nasıl başa çıkılır’ın destanını yazan bu mahallenin boş bir arsasına iş makinaları geldi. Düzlediler, kazdılar, yıktılar, yumdular. Bir göz yumuş süresi sonra mahalleli bir de baktı ki oraya kapalı bir buz pateni pisti inşa edilmişti, kıyısına da bir kafe. Kafenin ihalesine mahallenin offişıl çay demleyicisi Kahveci Rasim tek başına girdi ve tabii ki ihaleyi aldı. Geriye mahalle kahvesi yerine kafeye doluşan mahallelilerin buz pateni yapanları seyretmesi kaldı. Ama mahallede böyle elit bir sporu yapabilecek kim vardı?
***
Tersettin, dayısından kalan Çile Pavyon’da yaşanan Kill Bill’in en kanlı sahnesine benzer elim olaydan sonra ismini unutturmak için bir süre kayıplara karıştı. Kimi, Bolşoy Balesi’nde perde açıp kapama asistanı olarak Moskova’ya gitti, dedi. Kimi, İbiza’daki Amnesia Club’da barmen olarak çalışıyor, dedi. Kimi, Día de Los Muertos için araba süsleyici olarak Meksika‘ya gitti, dedi. Oysaki Tersettin kabuğundan çıkamadığı gibi mahalleden de çıkamamıştı. Ahşap evlerinin zeminine dedesinin hayattayken “bu evde gömü var” diye kazdığı çukurları birleştirip bodrum katı yapmışlardı. Annesi Zara Gelin’le yaşadığı bu evin bu bodrum katına sığındı. Yaşadığı her günü bir idam mahkumunun son günü gibi yaşadı.
Assolisti Fikri’nin İncegül’ü pavyonda kurşunlandıktan sonra Kur Korumalı Veronika’nın kucağında can verirken Tersettin’e olan aşkını itiraf etmişti ya… Bu Tersettin’in pek bir zoruna gitmişti. Ona bir erkeğin âşık olması mıydı yoksa şu yalan dünyada kendisine âşık olduğunu söyleyen tek insanın ölüp gitmesi miydi onu kahreden, bilemiyordu. Bir mektup yazmaya başladı. Adını “Kahır Mektubu” koydu. Bu mektup sonradan bestelenip Zeki Müren tarafından bir plağa kaydedilince 29 dakika 29 saniye ile Türk müzik tarihinin en uzun şarkısı olacaktı.
Yazmak Tersettin’e iyi geldi. Zaten kendi zindanında çektiği ceza da ona yetmişti. Tekrar silkinip eski Tersettin olmaya hazırdı. T3R5 mahallenin yeşil sahalardaki Maradona’sı, film setlerindeki asi genci yani James Dean’i, tenis korlarındaki Rafael Nadal’ı olmasa da bir Benjamin Button tutarlılığındaki hikâyesini yazdırmak için senaryoya geri döndü. Tam da o gün T3R5 mahalle kapalı buz pateni pistinin açılış günüydü. Tüm mahalleli genciyle yaşlısıyla uzaktan dümdüz gri bir alan gibi görünen buz pistinin etrafında toplanmış, bel bel bakıyorlardı. Üniversite öğrencisi Dilli Didem’in daha önce Ankara Kurtuluş Parkı’ndaki buz pistinde bir saat on dakika buz pateni yapma tecrübesi olduğu için jilet gibi tabanlı ayakkabıları ayağına giydi. Kenarlardan tutuna tutuna piste çıktı.
Tersettin’in dönüşü muhteşem olmalıydı. Dilli Didem’i görünce “Lan altı üstü buz üstünde ince ve keskin bir demirle kayacağız! Ne kadar zor olabilir ki?” dedi ve Didem’in cesaretinden de güç alarak ayakkabıları ayağına geçirip piste daldı. Didem ve Tersettin çok da artistik olmayan bir şekilde patinaj çekmeye başladılar. Birden piste uzun boylu bir delikanlı ile bir genç kız çıktı. Kuğu Gölü’nün donmuş halinde bale yapar gibi kayan ve adeta buzun üzerinde dans eden bu çift için dedikodu çarkları hemen çalıştı.
“Tersettin’in Bolşoy Balesi’nden arkadaşlarıymış. Onunla beraber Moskova’dan gelmişler!”
Natalia ve Andrei hakkındaki bu bilgi mahalleliye yetti. Dilli Didem ve Tersettin, o devirde YouTube olmadığı için örnek çifte baka baka önce buz üstünde kaymayı sonra da dans etmeyi öğrendiler. Kahveci Rasim çift kasetli Sanyo müzik sisteminden “Kara basma iz olur” türküsünü açıp onunla dans etmelerinde ısrar etti. Fakat Natalia ve Andrei ona içinde klasik müzik bestelerinden seçkiler olan bir karışık kaset verdiler. Dil olarak anlaşamasalar da beden dili olarak “Artık burada bu müzikler çalacak!” cümlesini Kahveci Rasim’e bir şekilde anlattılar.
Bol Şefik Bey banka müdürü emeklisi olmadan önce bankadan görevli olarak gittiği Moskova’da bu sanatı biraz bellemişti. Dilli Didem ve Tersettin’e yanaştı. “Biraz birikimim var. Eğer bu işe baş koyarsanız sizi uluslararası yarışmalara hatta olimpiyatlara götürmek için menajeriniz olurum.” dedi. Tersettin kara kaşlarını kaldırdı. Bu teklif onun şövalye ruhunu okşadı. “Demek bu bölümde Kara Şövalye Yükseliyor olayı yaşanacak…” dedi içinden. Dilli Didem de teklif üzerine çok heyecanlandı. İkisi de Bol Şefik Bey’e tamam dediler. Tersettin sevincinden Dilli Didem‘i belinden kavradığı gibi kendine çekti ve dudaklarından uzun uzun öptü. Kocakaçıran Mihriban’ın oğlu Tahteravalli İlhan’ın “Bakım bakım öpüşüyorlar!” diye milleti ayıktırmasıyla tüm kafe ayağa kalktı. Çılgınca onları alkışladı. Bu ikili şimdiden gönüllerin olimpik şampiyonuydu.
***
1981 Avrupa Artist Patinaj Şampiyonası Avusturya’nın İnnsbruck şehrinde yapılacaktı. Bol Şefik Bey gençlerin artık hazır olduğuna inanıyordu. “Bunu bir kazanalım ondan sonra dünya, sonra da ver elini Olimpiyatlar!”
Avusturya’ya otobüsle 25 saat süren bir yolculuktan sonra vardılar. En büyük rakipleri olan Natalia ve Andrei ise arkalarına koskoca SSCB devletini aldıkları için uçakla gelmişlerdi. Bütün hazırlıklar tamamlandı. Tüm yarışmacılardan kan örneği alındı. Yarışma Komitesi herhangi bir yasaklı madde kullanıp kullanmadıklarını test edecekti. Komite başkanı elinde bir kağıtla Bol Şefik Bey’in yanına geldi. Bol Şefik Bey kâğıdı okuyup adamla da konuşunca dizlerinin üzerine çöktü. Kâğıdı yumruk yaptığı elinde buruşturdu. Kafasını dizlerinin arasına alıp saçını başını yoldu. Dilli Didem ve Tersettin, Terzi Erol’un günlerce uğraşarak diktiği bindallı motifleri ile bezeli kırmızı kadifeden dansçı kostümlerinin içinde ısınma hareketi yapıyorlardı. Tersettin bir şeylerin ters gittiğini anladı. Bol Şefik Bey saçları yolunmuş kaz gibi, gözleri sinirden kıpkırmızı yanlarına geldi. Pisti göstererek “Boşuna ısınmayın. O buz pistine asla çıkamayacaksınız!” dedi. Adamın ne demek istediğini idrak etmeye çalışırlarken bile akıllarından sırayla danslarındaki figürleri geçiriyorlardı.
***
Natalia Bestemiyanova-Andrei Bukin çifti, 1981 yılı Avrupa Artistik Patinaj Şampiyonası’nda ve aynı yılın dünya şampiyonasında ikinci oldular. 1982 ve 83 yılları da ikinciliklerle geçti. Ama 84-85-86-87 yılları onların altın yılları oldu. Dört yıl üst üste hem Avrupa hem dünya şampiyonu olan çift 1987 yılında olimpiyat şampiyonu olarak kariyerlerini taçlandırdılar.
***
Dili Didem, Tersettin ve Bol Şefik Bey 25 saatte gittikleri Avusturya İnnsbruck‘tan yürekleri buruk, kendine güvenleri yerle bir olarak 25 günde döndüler. Çünkü Bol Şefik Bey tüm parasını şampiyona için harcamış ve sıfırı tüketmişti. T3R5 mahalleye döndüklerinde her biri süt dökmüş kedi gibi sürünerek evlerine gidince mahalleli sadece kazanamadıklarını değil yarışmaya bile katılamadıklarını anladı. Kimi, Didem’in bileği burkulmuş da ondan piste çıkamamış, dedi. Kimi, kız fazla kilo almış ondan kabul edilmemiş, dedi. Kimi, Tersettin’in bacağı sakatlanmış da ondan dans edememiş, dedi. Son noktayı koyan Terzi Erol oldu.
“Kız hamileymiş ayol! Kan tahlilinde çıkmış! Ben anlamıştım ölçülerini alırken bir terslik olduğunu! Ama diyemedim işte!”
“İyi de kızı buz pistinde bir kere dudağından öptüğünü gördük başka da bir şey görmedik lan biz! Ne öpücükmüş bu!” diye bağırdı Kocakaçıran Mihriban’ı ilkokul beşe giden oğlu Tahterevalli İlhan. Tüm mahalleli kahkahalara boğuldu.
“Demek biz görmezken başka yerlerini de öpmüş İlhancığım!” dedi Terzi Erol.
***
Dilli Didem mahalleden ayrıldı. Bebeği aldırmasını isteyen kendi babasına “Papa Don’t Preach” isimli bir şiir yazdı:
Papa don’t preach I’m in trouble deep
Papa don’t preach, I’ve been losing sleep
But I made up my mind, I’m keeping my baby
I’m gonna keep my baby
Beş yıl sonra bu şiir Madonna isimli bir kadın şarkıcının eline geçecek ve 1986’nın haziran ayında bu şiirden bestelediği şarkı pop müzik dünyasında bomba etkisi yaratacaktı.
Vegas’ta olan Vegas’ta kalırdı. T3R5 mahallede olan dünyaya da yayılsa T3R5 mahalle aynı kalırdı.
“Sen hep beni mazideki halimle tanırsın,” dedi “smokey” göz makyajı, ten rengi mat rujuyla harika uyum sağlamış genç adam. “Unutma ben o artık eski ben değilim.”
Tersettin’le konuşurken gözlerinin içi hem gülüyor hem ağlıyordu. Hayatında ilk defa gerçekten yapmayı istediği bir iş için mülakata gelmişti. Ve onu işe almak için çağıran kişi, lise çağlarından beri kalbinde çağlayan kişiydi. “Daha önce her boyaya girip çıktım ama o boyaları yüzüme sürmeye başlayınca kendimi buldum Tersettin abi.”
“Hadi giyin, sahneye çık da ne marifetin varmış görelim.”
***
On beş gün önce dayısı vefat eden Tersettin, T3R5 mahallenin karakteri gereği buna hiç üzülmedi. Çünkü hiç evlenmemiş ve çocuğu olmamış dayısı, tüm mirasını tek yeğeni olan Tersettin’e bırakmıştı. Ayağına siyah rugandan sivri burunlu bir ayakkabı yaptırdı. Terzi Erol’a incecik beyaz çizgili siyah kumaştan yakası saten takım elbise diktirdi. Saçlarını geriye tarayıp çenesini de bulldog köpekleri gibi öne çıkardı. Artık dayısından miras kalan Çile Pavyon’un patron koltuğuna oturmaya hazırdı.
Tersettin’in bu havalı tipi yüzünden aralarında bir yaş olmasına rağmen Fikri ona “abi” demişti. Halbuki liseye beraber gitmişlerdi. Tersettin’in “hadi giyin sahneye çık!” deyişinden yarım saat sonra Fikri hazırdı. Kalbi pırpır ederek sahneye çıktı. Saçlarına takılı kocaman tavus tüyü süsten, yüzünün sağ yarısını kaplayan bembeyaz pudralı geyşa makyajından, tüm vücudunu saran parıltılı mor file vücut çorabından, içine giydiği fosforlu pembe bikiniden, ayağındaki mor rugandan platform topuklulara ve tırnaklarındaki petrolün suda yansıması gibi yanan dönen ojeli takma tırnaklara kadar, “frapan” kelimesinin sözlük anlamıydı artık Fikri. “Ben sana giyin gel demiştim ama sen soyunup gelmişsin Fikri!” diye güldü Tersettin. “Ben artık Fikri değilim ki abi. Fikri’nin İncegül’üyüm ben.”
“Abi deme bana.”
“Sen beni hep hayalim olan bu pavyona işe alarak babalık ediyorsun. Sana Tersettin Baba diyeceğim bundan sonra.”
Tersettin itiraz etmedi. Bu lakap onun da hoşuna gitmişti. Çile Pavyon’da işler önce tıngır mıngır gitti, sonra tıkırına doğru ilerledi. Kur Korumalı Veronika ve Enflasyon Nejla konsomatris olarak işe başladılar. Onlara Yatay A4 Aysel de katıldı. Das Kapital Necmi ve İmefe Ferhat derhal pavyona müdavim yazıldılar. Taksici Tahsin çoğunlukla yalnız geldiği akşamlarını, maşuku olduğu Sırık Selmin’in yerine koyduğu kızlarla doldurdu. Bir gece Sırık Selmin’i de pavyona getirmek gafletinde bulununca, tüm kadınların sırnaşarak Tahsin’in yanağından makas aldığını gören Selmin, genç adama tokadı bastı. Bol Şefik Bey, emekli maaşını aldığı günün akşamları en öndeki masayı ayırttı ve gecenin sonunda tüm maaşını pavyona gömdü. Ayın kalan günlerini Das Kapital Necmi’den borç alarak idare ettiği iddia edildi.
Ayı Yannis, otelini, Kalpazan Kazım ve Kolpa Nuri de dolandırıcılık işlerini boşlayıp her gece pavyona yazıldılar. Tersettin işlerin bu kadar tıkırında gideceğini hayal bile etmemişti. İkinci ayın sonunda müdür odasına bir çelik kasa aldırdı. Doruk Pavyon’dan Güllü Gülsüm, Fikri’nin İncegül’üne uvertür sanatçı olarak çıkmayı kabul edip de Çile Pavyon’a transfer olunca, Tersettin’e çelik kasa filan yetmedi. Büroya çelik bir kapı taktırdı. Paraları oraya istiflemeye başladı. Jilet Cezmi’yi ve kopuk tayfasını kadınlara ve pavyona fedai tuttu. Kendini Tersettin Baba olmaya o kadar kaptırmıştı ki, pavyonda gün geçtikçe artan tansiyonun farkında bile olmadı.
***
Jilet Cezmi, bir cumartesi gecesi içerisi hıncahınç doluyken, Tersettin’in kendine büro yaptığı eski personel odasına hışımla daldı.
“Abi içeri gelmen lazım.”
“N’oldu oğlum?”
“Adım atacak yer yok içeride.”
“Yeni müşteri mi geldi? Alma oğlum artık içeri! Ya da al lan! Al benim masamı götür. Buna otursunlar. Ben şöyle yere çömelirim.”
“Etme Tersettin Baba. Sana daha fazla müşteri lazım değil. İçerisi patlamaya hazır bomba gibi.”
“N’oldu yahu? Fikri’nin dekoltesi fazla mı kaçmış yoksa? Ahahahahah?”
“Tersettin Baba gözünü seveyim aç gözünü. Das Kapital Necmi ile İmefe Ferhat ezelden beri birbirlerine aşıktırlar, bunu herkes bilir. Şimdi ikisi de Fikri’ye yanık. Birbirlerinden de vazgeçemiyorlar, her gece kavga ediyorlar. Bol Şefik Bey karımın vefatından beri ilk defa bir hanımefendi için kalbim atıyor diyor da başka bir şey demiyormuş. Fikri’nin transvesti olduğunu söylemişler, bileklerini kesmiş adam, hastanede. Taksici Tahsin, sabahlara kadar Fikri’nin evinin etrafında köpek balığı gibi tur atar olmuş. Ayı Yannis birer yumrukla kankaları Kolpa Nuri ve Kalpazan Kazım’ın burunlarını kırmış. “Bana gelsin, oteli üzerine yapmazsam namerdim!” diye Fikri’ye haber göndermiş. Güllü Gülsüm’e Doruk Pavyon’da assolistken aldığından daha çok para verdin, iyi ettin ama Doruk kapanınca oranın müdavimleri de bize geldi. Sağda solda ‘Lan Gülsüm de karı mı, Fikri’nin İncegül’ü ona beş basar. Biz de ona on beş basacağız!’ diye laf ediyorlarmış. Gülsüm de Fikri’ye bilenir durur. Senin anlıycan pavyon tıkır tıkır işlemiyor, düdüğü tıkanmış düdüklü tencere gibi fucker fucker kaynıyor. Herkes hakemin son düdüğü çalmasını bekliyor. İnan o an herkes kendini tribünlerden orta sahaya atacak. Ondan sonra ise sonumuz hayır olmayacak.”
Tersettin Baba, Jilet Cezmi’nin suratına üç saniye boş boş baktı. Sonra kahkahadan kırılarak “Ulan Cezmi! Muhayyilen amma da geniş lan! İki dakkada Baba filminden Reservoir Dogs filmine çevirdin lan hikâyeyi. Sen git işine bak. Karıya kıza mukayyet ol. Gerisini merak etme sen!”
Jilet Cezmi “Benden günah gitti Tersettin Baba!” diyerek sahne arkasından pavyona girdi. Yılların kopuğunun altıncı hissi yanılmamıştı. Üstelik az bile söylemişti. Hikâye az sonra Baba filminden Kill Bill filminin en kanlı sahnesine döndü.
Fikri’nin İncegül’ü, prenseslere layık jakarlı bordo kadifeden dikilmiş kuyruklu tuvaletiyle ağır ağır şarkısını okurken, Güllü Gülsüm, gedikli müşterisi tarafından en ön masaya davet edildi. Fikri’nin “Aşk gibi, sevda gibi, huysuz ve tatlı kadın…” dediği anda Gülsüm, kafasına diktiği 70’lik rakı şişesini masaya vurup “Sen kim kadın olmak kim ulaaaaaayn! Burada bu şarkıyı okuyacak biri varsa o da benim!” diyerek sahneye fırladı. Fikri sutyeninden çıkardığı bıçağı Gülsüm’e fırlattı. Bıçak kadının alnının çatına saplandı.
O andan sonra silahlar patladı, yumruklar konuştu, masalar devrildi, sandalyeler kafalara indi. Jilet Cezmi baktı yapılacak bir şey yok, patron da nasılsa onu dinlemediydi, tüm kopuklarını aldı ve mekândan topukladı. Fikri jartiyerinden çıkardığı silahla sağa sola ateş ederken sahnede ve yukarıda olmanın avantajını kullanmıştı ama mermisi bittiği zaman kabak gibi açıkta kaldı. Ayı Yannis, Fikri’nin kendisine “hayır” cevabı gönderdiğini öğrenince “Al sana pis ibne!” diyerek sahneye yanmakta olan bir rakı şişesi fırlattı.
Fikri “Pis ibne sensin lan orospu çocuğu!” diyerek yanan şişeyi Ayı Yannis’e geri fırlattı.
“Anamı bu işe karıştırma laaayn!” diye çığlık atan Yannis, şarjörünü Fikri’ye boşalttıktan sonra alevler içinde koşarak kendini pavyonun kıyısında bulunan boklu dereye attı. Gecenin hasılatını saymayı bitirip silah seslerini duyunca korkudan tuvaletlere saklanan Tersettin Baba, neden sonra sesler kesilince sahne arkasından sürüne sürüne ön tarafa geldi. Kur Korumalı Veronika, Enflasyon Nejla ve Yatay A4 Aysel, saklandıkları yerlerden çıkıp sahnede can çekişmekte olan Fikri’nin yanına geldiler. Veronika adamın başını kucağına aldı. Tersettin sahneye sürünerek geldiğinde Fikri bilinmeyene doğru bakarak son sözlerini söylüyordu.
“Siz düzcinseller bizlerden daha seksistsiniz lan… Biz birine sadece insan olduğu için âşık oluyoruz, siz sadece erkek olduğu için âşık oluyorsunuz… Güçlü diye, sahipleniyor diye, maço diye, benimsin dedi diye… Onun değilsen kara toprağınsın buna ne diyorsun güzelim? George Michael ne der bilir misiniz Freedom şarkısında? I don’t belong to you and you don’t belong to me. Cyrano’nun Roxanne’ı, bütün o mektupları bir hemcinsinin yazdığını öğrenseydi ona da âşık olmaz mıydı? Elle tutamadığı gözle göremediği bir kalbe vuruldu o. Cyrano gururu ve burnu yüzünden aşkını sözlü olarak itiraf ederken öldü. Ben de Tersettin’e olan aşkımı itiraf edemeden ölüyorum. Trajikomik, değil mi?”
***
T3R5 mahalle, T3 otobanıyla R5 viyadüğünün kesiştiği yerdeydi. Mahalle sakinleri, üstlerinde saatte 120 kilometre hızla akan hayata rağmen dünyaya ters köşe yapmış insanlardı. Fakat Tersettin’in penaltı noktasından teptiği top ters tepti, gitti kendi kalesine girdi. Dayısından miras kalan pavyon yandı. Neyse ki henüz mirası resmen üzerine almadığı için kendi başı yanmadı. Fikri, Veronika’nın kucağında can verdi. Gece gündüz Fikri’nin peşinden koşan, elde edemeyince de “pis ibne” diye yaftalayan Ayı Yannis’in vücudunun sağ yanı ve taşaklarıyla beraber tüm bacak arası yandı, hadım kaldı. O günden sonra el içine çıkamadı.
***
Bu mahallede geleneklere ters düşen her kişi ya benimdi ya da kara toprağındı.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.