34,3122$% 0.21
37,2200€% -0.48
44,4322£% 0.46
3.017,79%-0,07
2.736,14%-0,26
8.885,00%0,24
05 Şubat 2024 Pazartesi
Kar, kış, kıyamet: Abdülkadir Tamer'den bir öykü
Kaleminin gücüyle ayakta kalan babam: Burhan Arpad
... Ve Zonguldak
Yer altında Romanlar ve Gebenler
"Göğü kucaklayıp getirdim sana, kokla açılırsın"
İçimdeki cinayet (Altıncı Bölüm-FİNAL)
3 Nisan 1949’da Burdur’da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Burdur’da tamamladı. Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisini bitirdi (1973). Aynı yıl ilk karikatürü de yayınlandı. 1975 yılında Eskişehir’e yerleşti. Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde “İletişim Sanatları” dalında yüksek lisans (1985), Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde “Grafik” dalında sanatta yeterlilik aldı (1986). Anadolu Üniversitesi’nde 1995 yılında doçent, 2001 yılında profesör oldu. Türkiye’de karikatür eğitimi, üniversite düzeyinde ilk kez 1984 yılında İletişim Bilimleri Fakültesi’nde Atila Özer tarafından ders programına alınmış ve bu ders kendisi tarafından yürütülmüştür.
Karikatür sanatı ile çizer ve araştırmacı olarak ilgilendi. Pek çok ulusal ve uluslararası yarışmaya katıldı, jüri üyeliği yaptı. 43 ulusal, 16 uluslararası yarışmada değişik derecelerde ödüller aldı. Karikatürleri çok sayıda dergi ve gazetede yayımlandı. 1978-2010 yılları arasında yurt içinde ve yurtdışında 14 kişisel sergi açtı. Çok sayıda uluslararası organizasyon ve müze tarafından eserleri alındı.
Anadolu Üniversitesi Karikatür Sanatını Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürlüğü’nü başarıyla yürüttü. Bu kurum bünyesinde açılan Eğitim Karikatürleri Müzesi’nin kuruculuğunu ve yöneticiliğini yaptı. 2009 yılında “Karikatür Müzeleri Yöneticileri Buluşması” başlığıyla dünyada ilk kez böyle bir toplantıyı Anadolu Üniversitesi’nde gerçekleştirmiş, bu organizasyon her yıl devam ettirilmektedir.
Çeşitli sempozyum ve karikatür festivallerinde bildiriler sundu, çok sayıda gazete ve dergide karikatür ve mizah üzerine yazılar yayımladı.
23 Nisan 2011 tarihinde Eskişehir’de yaşamını yitirdi. Ölümünden sonra karikatürist Kâmil Masaracı’nın desteğiyle Eskişehir Tepebaşı Belediyesi tarafından karikatür sergi ve atölye çalışmalarının gerçekleştirildiği “Prof. Atila Özer Karikatürlü Ev” kuruldu.
Atila Özer’in karikatür albümleri ve karikatür üzerine araştırmalarını içeren kitapları şunlardır:
-Karikatüre Selam (Albüm), 1982
-Çizgiler (Albüm), 1985
-Karikatür Sanatı ve Reklamcılık (Araştırma), 1988
-İletişimin Çizgi Dili Karikatür (Araştırma), 1994
-Grafik Üretim Teknikleri (Ders Kitabı), 1995
-Çizgimizah (Albüm), 1995
-Yurt Dışında Ödül Kazanan Türk Karikatürleri (Araştırma), 1995
-Kuramsal ve Uygulamalı Karikatür (Araştırma), 1998
-Karikatür Müzeleri (Araştırma), 1999
-Ödüller (Biyografi), 2003
-Karikatür Yazıları (Makaleler), 2007
KARİKATÜRÜ KURUMSALLAŞTIRAN SANATÇI: ATİLA ÖZER
Yayımladığı dergilerle, çeşitli sergilerle, kazandığı ödüllerle karikatürümüzün ulusal ya da uluslararası alanda tanıtımına, yaygınlaştırılmasına katkısı olan çok sayıda karikatür sanatçısı ya da yayıncı vardır. Ama bir yandan kendisi karikatür sanatının en güzel örneklerini üretirken, bir yandan da bu sanatın kurumsallaştırılması konusunda çabalayan sanatçı sayısı pek azdır. Atila Özer, çizgi yaşamı boyunca bu sorumluluğu da üstlenmiş, karikatürün toplumsal/kültürel yaşamın her alanında örgütlenmesi adına yoğun çalışmalar yürütmüş değerli bir sanatçıdır.
Karikatür Sanatı ve Reklamcılık, İletişimin Çizgi Dili Karikatür, Grafik Üretim Teknikleri, Kuramsal ve Uygulamalı Karikatür başlığını taşıyan kitaplarıyla bu çizgi sanatının yaşamımızdaki yerini irdeleyen sanatçı, karikatürün yalnızca basın alanında kullanılan editoryal bir dolgu aracı değil, değişen ve gelişen çağa koşut olarak kendisini yenileyen çağdaş bir sanat dalı olduğunu gösterdi.
Görev yaptığı üniversitede kişisel olarak akademik en yüksek payeye ulaşırken, akademik titrinin gereğini de yerine getirerek karikatürün bir ders olarak işlenmesini sağladı; bu sanatın da diğer tüm sanatlar gibi “Allah vergisi” değil, öğretilebilir, öğrenimle geliştirilebilir bir alan olduğunu uygulamalı olarak kanıtladı.
Karikatür alanında ilk kez akademik düzeyde bir araştırma ve uygulama merkezi kurdu; yetinmedi, yine bu merkez bünyesinde kurduğu eğitim karikatürleri müzesi ile bu sanatın eşsiz örneklerinin sergilenmesine ve kalıcı olarak korunmasına önayak oldu. Ulusal ve uluslararası platformlarda düzenlediği bilimsel toplantılarla karikatür sanatının işlevinin ve öneminin tartışılmasına katkı sundu.
Tüm bunları yaparken de yirmi beş civarında kişisel sergi açtı, altmışa yakın karikatürüyle yurt içinde ve yurtdışında ödüller kazandı.
Atila Özer, tüm bu çabalarıyla karikatür sanatının altın sayfalarında çoktan yerini aldı.
HIFZI TOPUZ ANLATIYOR
Atila Özer, 1985’te Anadolu Üniversitesi’nde yüksek lisans dersleri verdiğim dönemde tanıdım. Atila 1982’de Japonya’da 4. Yomuiri Shimbun Yarışması’nda altın ödül, 1984’te de Abdi İpekçi Yarışması’nda birincilik ödülü almış bir gençti. Bir yandan araştırma görevlisi olarak animasyon çalışmaları yapıyor, bir yandan da yüksek lisans derslerine çalışıyordu. Ağırbaşlı, çalışkan, başarılı ve alçakgönüllü bir öğrenciydi. Sınıfta her zaman sessiz sessiz ders dinler, tartışmalar pek katılmazdı. Kendisini tanımam için ona yaklaşmam, güven uyandırmam ve duygularını paylaşmam gerektiğini anladım.
Öğrencilerimle bu dostluk ilişkileri öğretim görevliliğinden ayrılmamdan sonra da devam etti. Bazıları İstanbul Üniversitesi’nde verdiğim doktora derslerine katıldılar, onlarla artık arkadaştık. Atila doktora derslerine katılmadı ama Eskişehir’de ve İstanbul’da çok sık bir araya geldik. Atila yıllar sonra Odunpazarı’ndaki Karikatür Müzesi’ni kurarak Türk karikatürüne eşsiz bir hizmette bulundu. Bütün karikatürcüler ona destek oldular, ben de karikatürle ilgili bütün kitaplarımı oraya bağışladım. Atila’yı çok erken yitirdik. Yeri doldurulmayacak bir arkadaştı. Onu sevmek, kurduğu müzeyi yaşatmak demektir. Müze yaşadıkça Atila da yaşayacak demektir.
BAYRAM HAJIZADEH ANLATIYOR
Atila Bey’in yokluğuyla barışmak çok zor. Eserleri, verimli ve semereli faaliyetiyle adını dünya karikatür tarihine altın harflerle yazan bu seçkin insan her birimizin kalbinde daima yaşayacaktır. Her zaman kibarlığı, zengin iç kültürü, geniş bilgisi, yüksek insancıl özellikleriyle seçilen bu büyük sanatkâr, aziz ve iyi kalpli Atila özer Bey’in aziz hatırası önünde baş eğerim. Yorulmadan çalışan, yüksel organizatörlük yeteneği ile her birimiz için örnek olan, görkemli alim Atilla Bey, Türk karikatürünü dünyada tanıtmış, Anadolu Karikatür Müzesini dünya karikatür müzesine çevirmiştir. Hatta 2002 yılında Azerbaycan Karikatürcü Ressamlar Birliği kurulduğu zaman bizi ilk olarak tanıyan, bizimle ilk işbirliği yapmak yönünde adımlar atan, bizim ilk sergilerimiz düzenleyen Atila Özer olmuştur.
TAN ORAL ANLATIYOR
Kaybından büyük üzüntü duyduğum çizer dostum Atila Özer, gerçek mizahçılarda o hep izlediğim gibi ciddi yaşamın gereklerini getirirken, olan bitene bıyık altından gülüp hafiften dalga geçmeyi hiç ihmal etmeyen muzip kişiliği ile çizgi dünyamızda çok değerli bir yere sahipti. Prof. Atila Özer çizgiciliğinin yanı sıra Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde öğretim üyesi ve Eskişehir Eğitim Karikatürleri Müzesi’nin kurucularındandı ve bu müzenin tutkulu bir yöneticisiydi.
ERAY ÖZBEK ANLATIYOR
Size her zaman destek vermeye hazır bir meslektaşı yitirmek, büyük maddi bir kayıp; ama bir dostun kelamından, selamından ve ortak anılarla süslü sohbetlerinden yoksun kalmanın yanında ne ki? Atila Özer dürüsttü, düzeyliydi, gerçekten çalışkan ve üretkendi. Çok çizdi, yurt içinde ve yurtdışında çok sergi açtı, bir dolu makaleler yazdı, yayımladı. Hiçbir zaman işinde, çizgisinde, hatta giyiminde ve tavrında ciddiyeti elden bırakmadı. Kahkaha ile güldüremediğim ender dostlarımdan biriydi. Her ne kadar uğraşsam, şöyle bir gülümserdi, o kadar…
SEMİH POROY ANLATIYOR
Eskişehir’in adı geçince hemen peşinden Atila akla gelir. Akşehir ile Nasrettin Hoca ilişkisi gibi bir şey. Eskişehir’in adı anıldığında başka birçok şey de anımsanır elbette ama birkaç bin kişi için Eskişehir Atila Özer demektir. Karikatür gibi alçakgönüllü bir “tür” için de birkaç bin kişi hiç de azımsanacak şey değildir! Şimdi Atila’nın yokluğunda, eşi, yerel yönetimler, sevenleri onu bir albümle kalıcı kılınacak portre sergisiyle anıyorlar. Arkadaşları, meslektaşları portre çizerliği hünerlerini bu kez Atila Özer için gösterecekler. Yerel yöneticilerinin, üniversite kadrolarının bitmez enerjisi son yıllarda Eskişehir’i seçkin bir kent yaptı. Atila Özer’in enerjisi ise onu aynı zamanda sıra dışı kentler arasına yerleştirdi. Dünyanın pek az kentinde karikatür müzesi vardır. Böylelikle Eskişehir seçkin bir kent olmanın yanı sıra, sıra dışı bir kent olmasını Atila Özer’e borçludur.
EROL BÜYÜKMERİÇ ANLATIYOR
Çizgi biçemiyle Saul Steinberg’in ülkemizdeki temsilcilerinin ardıllarından biri olan sevgili Atila Özer, düşündüren, farkındalık yaratan yapıtlarının yanında bizlere Türkiye’de ve dünyada eşi zor bulunur bir de müze bıraktı. Eskişehir Karikatür Müzesi onun aşiyanı, sevgilisi ve yaşam sevinciydi. Müzesi’nde yarattığı çizgi dünyası, sürekli karikatür sevdası ve karikatür dostluk zinciri yaratıyordu. Düzenlediği her karikatür sergisi heyecanla beklenen ve özlenen bir sanat şenliğiydi, karnavaldı. Müze tüm zamanını alsa da yaptıklarıyla yetinmeyen, sürekli projeler üreten, zaman yoksulu büyük bir sanatçıydı.
NEZİH DANYAL ANLATIYOR
Prof. Atila Özer yaklaşık yirmi beş yıllık arkadaşımdı. Usta bir karikatürcü, iyi bir grafiker, bilimsel yanıyla iyi bir araştırmacı, bir kültür adamıydı. Çizgilerini, yazılarını, kitaplarını yayımladı, büyük bir olgunlukla hiç abartmadı, sürekli üretti. Karikatüre gönül vermişti, karikatürün bilimsel yanını önemseyerek Anadolu Üniversitesi Karikatür Sanatını Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin kurulmasına önayak oldu. Bu merkez kanalıyla Anadolu Üniversitesi Eğitim Karikatürleri Müzesi’nin açılmasını sağladı. Öğretim üyeliği yanında bu kurumların müdürlüğünü de yapıyordu. Birçok ulusal, uluslararası etkinlikler onun öncülüğünde yapıldı.
CİHAN DEMİRCİ ANLATIYOR
Çocukluğumuzda çok sevdiğimiz bir oyun vardı. İsim-Şehir diye başlayan alfabetik bir oyun… Şimdi bu oyunu oynayıp Eskişehir dediğimiz zaman benim aklıma ilk gelen isim “Atila Özer” olacaktır. 2011 yılının 23 Nisan’ında erkenden, daha yapacağı çok şey varken bu dünyaya veda eden, karikatür sanatının bu ülkedeki yoğun emekçilerinden Atila Özer… Karikatür uğrunda belli ki o da pek çok dostumuz gibi sağlığını bile hiçe saydı. Eskişehir’de yıllarca karikatüre hayat veren, harika organizasyonlar ve disiplinler gerektiren sergiler düzenleyen, sistemli çalışan, üreten, müthiş çalışkan bir dosttu Atila Özer. Önce Anadolu Üniversitesi’nde karikatüre hayat verdi, ardından onun çabalarıyla Eskişehir’de kurulan Eğitim Karikatürleri Müzesi ülkemizin alanında yüz akı oldu.
1951 yılında Malatya’da doğdu. Beyazıt Maliye ve Muhasebe Yüksek Okulu’nu bitirdi. İlk kişisel sergisini 1975 yılında İstanbul’da açtı. Yurt içi ve yurt dışındaki bazı yayın organlarında karikatürleri yayınlandı. İki uluslararası, yedi ulusal yarışmada ödül kazandı. Karikatürcüler Derneği’nin birçok etkinliğine katıldı, uzun süre yönetim kurulunda görev aldı. Yaşamının son döneminde “Mrs. Moss-Mr. Mess” (Tosun ile Yosun) adını verdiği bir bant karikatür dizisi hazırladı. Ancak bunu yayınlayamadı. Serbest muhasebecilik yapan Öngü, muhasebe meslek kuruluşunun yayın organı olan “İktisadi Araştırma” dergisinde karikatürleri yayınlanmaktayken, 25 Kasım 2003’te yaşamını yitirdi. Sanatçının Kemikzadeler ve Delegem Sarı Bağlar adlı iki karikatür albümü bulunmaktadır.
Çizgisi de sesi gibi basbariton bir karikatürcü: Cem Kenan Öngü
Cem Kenan Öngü benim yaşamıma henüz on yedi yaşımdayken girdi. Gırgır’ın sayfa dibinde gördüğüm bir ilan beni ilk kez onunla tanıştırdı. “Kemikzadeler” adlı ilk albümünün ilanıydı bu. Edinmek için verilen adrese mektup yazdım, yanıt gecikmedi. Üstelik gelen yanıt yalnızca albüm konusunu değil, benim ondan sonraki karikatür yaşamımda çizgimi netleştirecek birçok konuyu da içeriyordu. Karikatürle ilgili öğrenmek istediğim her konuda bana yardımcı olabileceğini söylüyordu; sergilerden, yarışmalardan haberdar edebileceğini. Bafra gibi karikatür dünyasının çok uzağındaki bir gezegende yaşayan, henüz karikatür yaşamının ilk yıllarındaki bir lise öğrencisi için bunlar ne demek? Dediğini de yaptı; mektuplarla, kartpostallarla bu dostluk daha alevlendi.
Derken araya yıllar girdi. Yaklaşık yirmi yıl sonra bir Devrek akşamında ilk kez yüz yüze geldik. Ben o mektupları anımsatınca, “Valla mı, sen misin o şimdi?” diye hayretle sordu, sonra da “Vay anasını be” dedi, “nerdeeen nereye?”
Bu buluşmadan yaklaşık altı ay sonra, bu kez Zonguldak’ta “Sanat Günleri” adıyla düzenlediğimiz bir etkinliğin davetlisi çizerler arasındaydı. Üç gün bir aradaydık. Hep karikatürü konuştuk ve de karikatürcüleri (!). Bu son buluşmada bir gariplik vardı onda. Her fırsatta kendini uykuya veriyordu. Dostları bunu yaşlılığına (!) veriyor, o gülümsüyor, çaktırmadan yine dalıyordu.
Bu buluşmadan yaklaşık bir yıl sonra, bir akşamüstü sevgili Semih Poroy arayarak onu yitirdiğimizi söyledi. Üzüntü ve şaşkınlığı bir arada yaşadım.
Türk karikatürünün ikinci büyük Cem’iydi o. Birinci Cem’le aynı damardan gelen bir karikatür yüreği vardı. 12 Eylül’ün o dehşet günlerinde “Kemikzadeler”i yayımlamak için o damarı iyi bilmek gerekir. 90’lı yıllarda yayımladığı “Delegem Sarı Bağlar” albümüyle ise omurgasız, tutarsız sendikacıları ve bilcümle gözü kapalı el kaldıranları gözler önüne serdi. Yalın, gösterişsiz ama kendine özgü, kıvrak bir çizgisi vardı Cem’in. Yaşamı ile çizgisi arasında özdeşlik kurabilmiş ender sanatçılardandı.
METİN PEKER ANLATIYOR
Karikatür sanatının sıra neferi Cem Kenan bizleri bırakıp Ali Ulvi, Nehar Tüblek, Ferruh Doğan, Serdar Çakırer, Asaf Koçak, Necmi Rıza ve diğer dostlarımızın yanına gitti. Cem, karikatür sanatıyla tanıştıktan sonra yaşamı boyunca karikatürün hep içinde dürüstçe yer alırken, dedikodu, karalama onun kapsama alanı dışında kaldı. Uzun yıllar yönetimlerde birlikte olduğumuz sevgili dostum Cem’in dernek çalışmalarında gösterdiği özveriyi unutmak mümkün mü? Cem hastalığı boyunca bile bizleri yalnız bırakmadı, karikatür sanatından kendini hiçbir zaman soyutlamadı. Dernek çatısı altında uzun yıllar birlikte olduğumuz dönemlerde sevgili Cem Kenan ile karikatür sanatına yaptığımız katkının onurunu kıvançla taşıyacağım.
SEMİH POROY ANLATIYOR
Çok sevgili bir arkadaşımız yitirdik. Farkına daha çok vardığımız bir miras edindik. İnsan kırmadan da bir yaşam olabilirmiş. Cem Kenan Öngü’nün böyle bir miras bıraktığını söylersek fazladan bir şey söylemiş olmayız. Fethi Develioğlu Ortaköy’e yerleşip orayı mesken tuttu. Fethi’nin tezgahını ziyaret eden bir tür tiryakilik oldu. Baş tiryakiler Necmi Rıza ve Cem Kenan’dı. İkisiyle de unutulmaz anılarımız, öykülerimiz var. Fethi “tezgâh müdavimleri”nin çizimlerinden toplamı bir araya getirdi. Bu toplamda çizgileri eğip büzen ama insanı kırmayan bir şeyler var. Müdavimler azalsa da çizgiler kaldı. Çizgiler hep kalsın.
CİHAN DEMİRCİ ANLATIYOR
11 yıl uçtu gitti... Bir hakiki, bir yapmacıksız, bir harbi arkadaşı, dostu yitireli... O eski harbi ve insan sıcağı mahallelerin içinden fışkırmış insan sıcağı bir yürekti sevgili Cem Kenan Öngü... Muhasebecilik yapar gibi gözükürdü ama hep çizerdi, her fırsatta çizerdi, en ufak fırsatta çizerdi. Çizgiyle ve sesle yaşardı Cem Kenan... Çizmediği zamanlarda bas bariton sesiyle bize muhteşem türküler söylerdi. Richter ölçeğinde sallanırdık etkili sesiyle ve ona eşlik etmeye çabalardık. Zamanında Ruhi Su Dostlar Korosu’nun boşuna üyesi olmamıştı... Onun gidişi ardından gerçek arkadaşlığın, dostluğun kıymetini daha iyi anladık insan ilişkileri her geçen gün daha da dibe batan bu çakma dostluklar ve sahte arkadaşlıklar ülkesinde... Artık Cem Kenan gibi hakiki arkadaş, harbi dost bulmak hiç kolay değil... Onun gibilerden kalan anılarla idare etmek zorundayız... Sahi, zaten hayat dediğiniz nedir ki, tüm didinmelerin, tüm çabaların pamuk ipliğine bile değil sadece bir parça pamuğa bağlı olduğu insan ömründe... O zaman ne kalıyor geriye?.. Sadece insan... Uzun yaşamak da değil işin sırrı... Sadece insan olabilmek de... Doğmak yetmiyor zira insan olmak için... Bunu başaranlar belki de o yüzden daha erken gidiyorlar... Şüphesiz upuzun yaşayarak insan olmayı inatla sürdürenler de var... Hayat zaten bu iki insan tipinin sayesinde döndürmüyor mu dünyayı?.. Neyse, lafı çok uzattım... 11. ölüm yıldönümünde sevgili can arkadaşım Cem Kenan Öngü'ye bir kez daha yürekten selam olsun istedim... Bıraktığı ışığın bizde hala yandığını söylemek isterken oluştu tüm bu satırlar... Anısına ve arkadaşlığına, sevgiyle...
FETHİ DEVELİOĞLU ANLATIYOR
Yaklaşık otuz yıldır tanıdığım gerçek bir dostumu kaybetmenin üzüntüsü içindeyim. Bu sürede arkadaşlığın nasıl olduğunu, nasıl yaşandığını gördüm. Devamlı üreten bir insan, dedikodudan uzak bir yaşam portresi çizmiştir. Her akşam Ortaköy’deki standa gelirdi. Çaylarımız yudumlarken kâğıdı, kalemi alır, herkesin portresini çizerdi. Onun aramızdan zamansız ayrılması beni ve tüm dostlarımızı çok üzdü. Ortaköy’de nereye baksam onu görüyorum. Şişko Dürümcü’nün önünden geçerken, camın kenarında Semih, Ferit ve Cem’i -onun çok sevdiği- tavuk kanadını yerlerken görüyorum. Neşe Restaurant’da tavuk suyu çorba içerken görüyorum. Her yerde onunla beraber soluduğumuz havayı özlüyorum. Uzun süren bu dostluğumuz süresince ne beni ne dostlarını kırdığını, üzdüğünü hiç görmedim. Cem baba… Dipfrizde yeni tuttuğum çinekoplar… Tüm Ortaköylü dostların, eşim ve ben seni çok özlüyoruz.
FERİT AVCI ANLATIYOR
1978 yılında, Akşehir’deki Nasreddin Hoca Şenliği sırasında tanıdım. Çay bahçesinde otururken İtalya’nın Bordighera kentinde yapılacak karikatür yarışmasına katılmak istedik. Kırtasiyeciden aldığımız kağıtlara anında karikatürlerimizi çizip postaladık. Çizgilerini ve imzasını ilk kez orada gördüm. Büyük elli ve ayaklı insanlar çiziyordu. Kurşunkalem ve silgi hiç kullanmıyordu. Kendine özgü bir çizgisi ve sesi vardı. “Bir Roman kızı gördüm Tuna boyunda” türküsünü ilk kez ondan dinledim. Esas işini değil, karikatürü çok sevdi. Her gün çizdi. Yaşamının en önemli nedeni çizmekti. Halı sahada yapılan bir futbol maçında ayağımı kırmış evde oturuyordum. Bir akşam üstü kapı çalındı. Zıplaya zıplaya kapıya gidip açtım. Kapıda bir televizyonla Cem duruyordu. “Evde otururken canın sıkılmasın diye getirdim” dedi. Dostları onun için çok özeldi. Çizgisi gibi her şeyi netti. Nasıl çizdiyse öyle yaşadı. Sevgisini üzerimizden hiç eksik etmedi.
CANOL KOCAGÖZ ANLATIYOR
Ben bu satırları yazarken ve bizler yine eski günlerdeki gibi karikatürleri sergilerken, sen de çevremizdekilerin portresini çizerek yaptığımız işi güçlendiriyorsun. Arada bir yeni bir espri ve kıvrak çizginle gelip karikatürünü asıyorsun. Ve sonra tekrar köşene çekilip Ruhi Su’dan bir iki parça mırıldanarak karikatür ve portreleri çizmeye devam ediyorsun. Sevgili dostum, yıllar önce, zannedersem 1975 yılında derneğe getirdiğin değişik tarzdaki karikatürlerin sayesinde tanışmıştık seninle. O günden sonra da 25 Kasım 2003 gününe kadar her yolda beraber güldük, ağladık, mücadele ettik ve karikatür çizdik. Gericiliğe, haksızlığa, her türlü ayrımcılığa ve kapitalizme karşı verdiğimiz bu mücadelede hiçbir zaman seninle ters düşmedik ve ayrı durmadık. Sevgili dostum, dinsel gericiliğin, kabalığın arttığı, küreselleşmenin yeni yeni karikatürler dayattığı, liberalizme karşı safların daha net ayrıştığı bu günlerde senin gibi kararlı dostların önemi daha bir öne çıkıyor. Yıllar önce Türkiye İşçi Partisi üyesi kimliğinle faşizme karşı birleşik cephe toplantılarında, 1 Mayıs yürüyüşlerinde, DGM direnişlerinde, barış savaşımları başta olmak üzere sendikal gazete ve dergilerde, Politika gazetesinin mizah sayfasında ve son olarak Homur mizah dergisi saflarında çizgilerinle sermayeye ve onun her türlü karanlık güçlerine karşı omuz omuza verdiğimiz mücadele daima beraber olduk ve olmaya devam edeceğiz. Ve her türlü haksızlığa ve yolsuzluğa karşı tüm çizer dostlarınla beraber güneşi zaptedeceğiz.
AKDAĞ SAYDUT ANLATIYOR
Esmer, delikanlı bir Anadolu çocuğu idi. Tok sesi ve kendinden emin ama aynı zamanda sevecen ve saygılı bir duruş. Ben onu gençlik yıllarında tanımıştım. Karikatür sevdalısı idi. Bu sevdasını hiç yitirmedi. Yıllar sonra ilk kez karşılaştığımda eski Cem yerli yerindeydi. Aynı tok ses ve delikanlı duruş. Sohbet ederken bir yandan da portremi çizmişti. Nereden bileyim? Son çizdiği portre olacak… Hiç konduramadım. Hasta olduğunu anlamadım. Belki de değildi. Sonra Dernek’te sevgili Metin Peker’in düzenlediği bir kaynaşma toplantısında yine karşılaştık. Cem çökmüş, yitmiş, fiziksel görüntüsü yürekleri burkacak denli değişmişti. Ama yaşama olan inanç ve umudunu yitirmemişti. Toprağın bol olsun sevgili kardeşim, erenler yüreğinde yücelsin ruhun.
1899 yılında Üsküdar’da doğdu. Babası, ünlü tiyatroculardan Ahmet Fehim Efendi’dir. Üsküdar Sultânîsi’ni ve Güzel Sanatlar Akademisi’ni bitirdi. Çok küçük yaştan itibaren babasının yanında, sanat dünyasıyla iç içe büyüdü. Tiyatro sahnelerinin dekor resimlerini ve afişlerini hazırladı.
1. Dünya Savaşı sırasında askere alındı. Görevlendirildiği askeri sinemada filmlerin yazı ve resim bölümlerini yaptı. 1916’dan itibaren mizahi ve dekoratif desenlerle yayın dünyasında kendini tanıttı. Afiş ve reklam işleri yaptı. İlk desenleri bir edebiyat-felsefe dergisi olan Fağfur’da yayınlandı. Daha sonra Ümit adlı bir dergide çizgileri görüldü. Namık İsmail’in gazeteden ayrılmasıyla birlikte İleri gazetesinde basın hayatına atıldı (1921).
Karikatürcülüğü kısa bir süre bırakarak, ressam ve illüstratör olarak çalıştı. İkdam, Vakit, Son Posta, Ayine, Aydede, Akbaba, Yedigün, Yirminci Asır, Mizah gibi dergi ve gazetelerde çalıştı. İbnülrefik Ahmet Nuri, Reşat Nuri, Yesarizade Mahmud Esad ile birlikte Kelebek dergisini yayımladı ve bu derginin başçizerliğini yaptı. Özellikle Aydede’de yayınlanan divan şiirlerini yorumlarken çizdiği kompozisyonları sayesinde tüm Bâbıâli’de tanındı. Askerliğinin ardından Mâlûl Gâziler Film Stüdyosu’nda çalıştı.
İlk sergisini Ramiz Gökçe ve Cemal Nadir’le birlikte Taksim’de Kristal Gazinosu’nda açtı (25 Ağustos 1936). Aynı yıl Londra’da İngiltere kralının taç giymesi münasebetiyle bir sergi daha açtı. Mizah çizerliği de yapmış olmasına karşın ressamlık yanını daha fazla önemsiyordu.
1914 kuşağının belli başlı isimlerinden sayılmıştır. 1940’da Elli Türk Büyüğü ve Dünden Hatıralar adlı kitapları resimledi. 1945 yılında Çocuk Gözü dergisine çok sayıda illüstrasyon kazandırdı. 1950’li yıllarda Resimli Tarih Mecmuası’nın çizerliğini yaptı. M. Faruk Gürtunca’nın Çocuk Sesi dergisinde hem Abdullah Ziya Kozanoğlu başta olmak üzere çeşitli yazarların tefrikalarını resimlemiş hem de derginin pek çok kapağını çizmiştir. Cumhuriyetin ilanından sonra pek çok kitap kapağı, iç resimleri hazırlamıştır. Fehim’in 1945 yılında Çocuk Gözü dergisinde Rıza Çavdarlı’nın senaryosundan çizmeye başladığı Topuz Hakan başlıklı tarihi çizgiroman, diyaloglarında alt yazılarla desteklenmiş bir tarzda sunulmuştur. Bu dergiye çok sayıda illüstrasyon da hazırlamıştır.
1950’lerin ortasında Yaşar Kemal’in kaleminden çıkan Karacaoğlan başlıklı çizgi romanı Cumhuriyet Gazetesi için çizmiştir. 1958’da Renk ve ardından da Hafta, 7 Gün, Yirminci Asır ve benzeri dergiler için çoğu tarihi atmosferli sayısız illüstrasyon hazırlamış, ilk nüshası 24 Nisan 1961’de yayınlanan Zaman Gazetesine çeşitli resimlemeler ve M. Faruk Gürtunca’nın kaleme aldığı ‘Bu Aslana Dokunmayın’ adlı şiir kitabını resimlemiştir. Münif Fehim’in gerçekleştirdiği bir diğer çizgi roman çalışması ise, 1947 yılında yeniden yayınlanmaya başlayan Çocuk Sesi dergisine yapılmıştır. Bir Abdullah Ziya Kozanoğlu senaryosu olan Altınbağ Kahramanı tarihi atmosferiyle dikkat çekmiştir.
Uzun çizim hayatı boyunca sayısız resim yapmış olmasına rağmen çok aralıklı olarak çizgiroman çalışması yapan Münif Fehim’in bir sonraki çalışması ise 1970’de Günaydın Gazetesinde yayınlanmış olan Hazreti Muhammed’in Hayatı olmuştur.
Fotoğraf çalışmalarına Fatih Halkevi’nde başladı. 1940 yılında Eminönü Halkevi’nde açtıkları sergiyle Türkiye’de fotoğraf sergiciliğinin ilk örneğini verdi; fotoğrafın güzel sanatlar içindeki yerine dikkati çekerek gelişmesine katkı sağladı. Halide Edip Adıvar’ın İzmir’in işgali nedeniyle ünlü Sultanahmet mitinginde yaptığı konuşmayı filme aldı. Gazeteciler Cemiyeti üyesiydi. Kültür çevrelerinde ‘Bâbıâli’nin usta sanatçısı’ olarak nitelenmiştir. Reşat Ekrem Koçu’nun ifadesiyle ‘On parmağında on marifet olan’ bir şahıstı. Sanatkâr kişiliğinin yanı sıra yakın çevresinde gülcülüğe merakıyla da tanınırdı.
“Ergenekon’dan Çıkış” “Sarayda Saz Âlemi”, “Çarşıya Giden Kadınlar”, “Zeyrek’te Eski Medrese” adlı yağlıboya çalışmalarının yanı sıra Elli Türk büyüğü, Tuna Gülü, Osmanlı Tarihinin Panoraması, Osmanlı Tarihi gibi çalışmaların resimlemesini yaptı. Eski İstanbul ve saray hayatından kesitler sunan yağlı boya tabloları da vardır. Tarihî kıyafetlere ve hayatlara uygun olarak sembolize ettiği duyarlı desen çalışmaları dekoratif alandaki çalışmalara kaynak teşkil etmektedir.
Elli yılı aşan gazete ve dergi çizerliği boyunca (ki haftalık ve aylık dergilerin dışında bazı dönemler aynı anda dört gazeteye çizdiği söylenir) bir sigortası ya da emekli aylığı olmadan yaşayan sanatçı, son günlerine kadar yaşamını sürdürebilmek için yağlı boya resimler yapmış, sergiler açmıştır. Münif Fehim Özarman, 6 Kasım 1983 tarihinde aramızdan ayrılmıştır.
Mehmet Cemil Cem, askeri bir doktor olan İbrahim Cemil Paşa’nın tek oğlu olarak 1882 yılında İstanbul’da doğdu. 1899’da Vefa İdadisi’nden mezun olduktan sonra, İstanbul’da hukuk eğitimi aldı. Hariciye Nezareti’nde göreve başladı. 1903’te Nice ve Toulon Başkonsolosluğu yardımcılığına atandı.
Ardından da o sırada Paris büyükelçisi olan sanat düşkünü Münir Paşa tarafından Paris elçilik katipliği görevine getirildi. Bu sırada Paris’te Siyasal Bilgiler Okulu’nun derslerini izledi. Çocukluğundan beri resme ilgi duyduğundan Paris’te birçok ressamla tanıştı. Bu dönemde yalnızca kendisi ve dostları için çizdiği karikatürler ilgi gördü. Cemil Cem daha sonra Viyana ve Roma büyükelçiliklerinde de görev yaptı.
II. Meşrutiyet’in ilanı sonrasında (1908), İstanbul’da yayımlanmaya başlayan Kalem dergisine karikatürler gönderdi. Sedat Nuri, A. Rigopoulos, L. Andreas, İon, A. Scarselli gibi dönemin en önemli çizerlerinin buluştuğu bu derginin, özellikle portre ve sert muhalif çizgileriyle yıldız çizerlerinden biri oldu.
Cemil Cem ataması Roma’ya çıktığında izinli olarak İstanbul’a geldi. 1910 yılında yaşamına karikatürcü olarak devam etmek istediği için diplomatik kariyerini bırakarak İstanbul’a yerleşti ve bir karikatürcü olarak basın-yayın dünyasına girdi. Aynı yıl kendi adını taşıyan Cem adlı mizah dergisini çıkarmaya başladı.
Cemil Cem, Kalem ve Cem dergilerinde yayınlanan karikatürlerinde II. Abdülhamid’i en sert çizgilerle eleştirdiği gibi, II. Meşrutiyet’ten sonra İttihat ve Terakki Partisi ileri gelenleri ve diğer siyasal figürleri de siyasal kimliklerine bakmaksızın yerden yere vurmaktan çekinmedi. Taassup ve köhnemiş kurumlara yönelik çizgileri yüzünden küfür dolu mektuplar aldı, ölümle tehdit edildi. Balkan Savaşı döneminde Makedonya’da yayımlanan ve ajitatif çizgisiyle bilinen Süngü gazetesinin hücumlarına maruz kaldı.
1912’de, Balkan Savaşları’ndaki yenilginin ardından dergiyi kapatarak önce İzmir’e taşındı; kısa bir süre sonra da Avrupa’ya gitti. Yaklaşık on yıl boyunca mizah dünyasında görünmedi. 1922’de, Aydede dergisinin ilk sayısının kapağında bir karikatürü yayınlandı. Sonra tekrar uzun bir sessizlik dönemi başlar.
Kurtuluş Savaşı sırasında İstanbul’a döndü ve 1921-1925 yılları arasında Sanayi-i Nefise Mektebi’nde (Güzel Sanatlar Akademisi) müdürlük yaptı. 1927’de Orhan Seyfi Orhon ile birlikte Cem’i yeniden yayımlamaya başladı. Ancak Orhon, ilk sayıdan sonra dergiden ve ortaklıktan ayrıldı. Bu dergide Cemil Cem’in yanı sıra Ratip Tahir, İhap Hulusi gibi çizerler de bulunuyordu.
Bu dönemde önce vergileri eleştiren, sonra da müstehcen görülen iki karikatürü nedeniyle ayrı ayrı yargılandı; ancak her iki davadan da aklandı. Cem dergisinin son sayısı 2 Mayıs 1929’da yayımlamıştır. Bazı kaynaklar 1928 yılında, Recep Peker’i konu alan bir karikatürü nedeniyle Atatürk’ün kendisini Ankara’ya davet ederek dergisini kapatmasını ve karikatürü bırakmasını istediğini öne sürmekteyken, bazıları da değişen dönemle birlikte Cemil Cem’in yayıncılığıyla ve sanatıyla zamanın gerisinde kaldığını, derginin, dönemin mizah dünyasında çekim merkezine dönüşemediğini ve kapanmak zorunda kaldığını ifade etmektedir.
Bir süre İstanbul Belediye Şehir Meclisi üyeliği yaptıktan sonra evine çekilen Cem, zamanını resim yaparak ve tarımla uğraşarak geçirdi. 9 Nisan 1950’de İstanbul Moda’da bugün adını taşıyan sokaktaki evinde kalp yetmezliği sonucu yaşamını yitirdi. Rumelihisar Mezarlığına gömüldü.
Cemil Cem’in II. Abdülhamit’in yirmi karikatüründen oluşan Cem (Kalem Yayınları, 1909) ve Turgut Çeviker’in hazırladığı Silah ve Meşale (Adam Yayınları, 1989) adlı albümleri bulunmaktadır.
Kaynaklar:
– “Türk Karikatürünün Babası Cemil Cem”, Taha Toros, Tarih ve Toplum, Mayıs 1990, Sayı 77, s.31-32.
– Cumhuriyet Döneminde Cemil Cem ve Cem Mizah Dergisi,Yasin Kayış, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, 2018-Bahar, sayı 36, s.89-105.
– Üstad Cem, (Feridun) Kandemir, Yedigün, 19 Şubat 1936, Sayı 154, s. 19-25.
– Cemil Cem, Silah ve Meşale, Haz. Turgut Çeviker, Adam Yayınları, İstanbul, Ocak 1989.
– Gelişim Sürecinde Türk karikatürü 2, Turgut Çeviker, Adam Yayınları, İstanbul, 1986.
– Cemil Cahit Cem, Ferda Keskin, Birgün, 28 Nisan 2007.
– İstanbul’un 100 Karikatüristi, Sedat Memiş – İbrahim Yarış, İBB Kültür A.Ş. Yayınları, İstanbul, 2010.
– Türkiye Karikatür Tarihi, Orhan Koloğlu, Bileşim Yayınları, İstanbul 2005.
Bu yazı arkadaşımız Kürşat Coşgun'un Karikatürcüler Derneği'nin Web sitesinde yayınlanan araştırmasından alınmıştır.
Türk karikatürünün büyük ustalarından Şadi Dinççağ bundan tam kırk önce aramızdan ayrılmıştı. İlk karikatürünü yayımladığı 1938 yılından, 1983 yılında gözlerini kapayıncaya kadar geçen sürede çizdiği binlerce karikatürle ardında eşsiz bir miras bıraktı.
Hekim, eczacı ve diş hekimi (üç diplomalı) bir babanın üç çocuğundan biri olan Şadi Dinççağ, 29 Temmuz 1919 tarihinde Bafra’da doğdu. Babasının serbest mesleği bırakıp memuriyete başlamasıyla birlikte Şadi Dinççağ’ın da şehir şehir dolaşma serüveni başlamış oldu. İlköğrenimine Bafra’da başlayıp, İstanbul’da sürdürdü ve sonra tekrar Bafra’da tamamladı. Ortaokula İstanbul Kabataş’ta başladı, Sivas’ta tamamladı. Liseyi ise İzmir ve İstanbul’da okudu. 1944 yılında Yüksek Mühendis Mektebi’nden (bugünkü İTÜ) yüksek mühendis olarak mezun oldu. Meslek yaşamına atılmasıyla birlikte aynı alışkanlığını sürdürdü ve Bakırköy (İstanbul), Tekirdağ, Alifuatpaşa (Geyve), Pamukluova (Sakarya), Mekece (Sakarya), Vezirhan (Bilecik) ve Karaköy’de (İstanbul) çalıştı. Kısa bir dönem “Petek” adlı bir mühendislik bürosu açmış, müteahhitlik işleri yapmışsa da daha sonra büroyu kapatıp yeniden memuriyete döndü. Karayolları 17. Bölge Müdürlüğü’nde görev yaptığı dönemde Boğaz Köprüsü’nün yapımında da görev aldı.
Şadi Dinççağ İstanbul’da üniversite yaşamına devam ederken, ilk karikatürünü Sedat Simavi’nin Karikatür dergisinde bir lira karşılığında yayımlayarak yaşamında yeni bir sayfayı da açmış oldu. Daha sonra bunu “Akbaba”, “Şaka”, “Sinema Magazin”, “Yıldız”, “Tef”, “Dolmuş” dergileri ve son olarak da Cumhuriyet gazetesinin Ciddiyet sayfası izledi. Yapıtları Tolentino, Üsküp ve Gabrovo karikatür müzelerine alınan Dinççağ, önemli uluslararası yarışmalarda ödüller kazandı. Sarajevo'da “jüri özel ödülü” (1973), Üsküp'te “altın plaket” birincilik ödülü (1974), “Yaban Ellerde Çalışanlar” konulu yarışmada “özel ödül” (1983), yurt içinde ise Çarşaf mizah dergisinin açtığı uluslararası karikatür yarışmasında “özel ödül” ve “Altın Boynuz Haliç” konulu yarışmada da “özel ödül” aldı (1983).
Şadi Dinççağ 11 Ocak 1983 tarihinde İstanbul’da yaşamını yitirdi.
1979 yılında grafik mizah türündeki karikatürlerinden oluşan “Karikatürler” adlı albümünü yayımlayan sanatçının ölümünden sonra Karikatürcüler Derneği de ustalara saygı dizisinden “Şadi Dinççağ” adlı karikatür albümünü yayımladı (2005).
SANATI SORGULAYARAK YÜCELTEN BİR SANATÇI: ŞADİ DİNÇÇAĞ
Şadi Dinççağ’ın karikatür serüvenine yakından bakıldığında birbirne pek benzemeyen iki dönemi olduğunu görürüz. Birinci dönemi Akbaba’da ilk karikatürünün yayınlandığı 1938’den 1972’ye kadar geçen süreçtir. Dinççağ’ın karikatürleri bu dönemde siyasal/toplumsal konulardan daha çok karı-koca, gelin-kaynana, patron-işçi, hanım-hizmetçi, vb. ilişkilerinin ve belediye-bürokrasi aksaklıklarının durum komiğine dayanan, tema olarak eğlencelik “light” çizgilerdi. Sanatçının bu dönem çizgilerinde de ağırlıklı olarak Cemal Nadir-Ramiz Gökçe izlerini görmek olasıdır.
Dinççağ’ın ikinci dönemi olarak adlandırılabilecek olan çizgi serüveni 1972 yılında, Üsküp’te uluslararası bir karikatür yarışmasına ait sergiyi dolaşırken başlar. Gazeteci Zeynep Oral ile yaptığı bir röportajda, “1972 yılında Üsküp’teki uluslararası karikatür yarışmasını dolaşırken, baktım ki dünya karikatürü bizi çok geçmiş, biz çok gerilerde kalmışız. İşte ben ilk orada ayıldım. Kendi kendime, karikatür nedir, anlamı nedir, nasıl olmalı diye sorular sormaya başladım. Yine bu sergide utancımdan kendi eserlerimi yabancı sanatçılara gösteremedim. Meğer ben yıllardır karikatürün süsü püsüyle uğraşmaktan, meselenin özünü, anlamını kaçırmışım, kaybetmişim.” der.
70’li yılların ilk yarısını çizgisi ve karikatür anlayışıyla sıkı bir hesaplaşma içinde geçirir. Mart 1974’te açtığı “Bu Yana” adlı ilk kişisel sergisiyle yeni dönemin kıvılcımlarını gösterir. Aynı röportajda, ilk karikatürlerini “kahvaltı edermiş gibi” çizdiğini, oysa yeni karikatürlerini “sonsuz bir coşkuyla” gerçekleştirdiğini belirtir.
Şadi Dinççağ’ı daha çok şeyler yapacağı, Türk karikatürüne farklı boyutlar kazandıracağı erken sayılabilecek bir dönemde kaybettik. Yaşasaydı, kuşkusuz, kendiyle hesaplaşmaya, kendini yenilemeye devam ederken, bizlere de yeni sorular sorduracak, yeni yanıtlar aratacaktı.
Bizde yıllar nasıl gelir, bilir misiniz? Sayı ile değil, kilo ile. Şadi de henüz göbeklenmedi ama palazlandı iyice.
Bileği son derece kuvvetlidir. Ölçü yanlışı, perspektif yanlışı bulamazsınız resimlerinde. Tipler “benim” der. Kâtip, kâtiptir. Müdür, müdürdür. İşçi, işçidir. Hanım, hanımdır. Hizmetçi de hizmetçi. İnsan karakterini, birkaç rahat çizgide konuşturur.
Bir süre görünmez. Hiç ummadığın bir günde postacı bir zarf getirir, bir mektup zarfı. Ama o küçücük zarfın içinde dört karikatür, baş karikatür çıkıverir karşıma: İncecik, kâğıtlara çizilmiş. Anlarım ki, bir dağ başında, bir şantiyede, işten bezdiği bir saatte gönlünü dinlendirmiştir Şadi!
Arasıra, “Şadiciğim, derim, şu mühendisliği ikinci meslek yapsan da karikatürü öne alsan, epeyce geçim sıkıntısı çekersin ama için ne kadar ferahlar.” Sevinçle güler, istekle güler, sahi imiş gibi güler. Sonra bu tatlı gülüş, yavaş yavaş acı bir çizgi olur dudaklarında.
Yaşı ilerledikçe sanatı da ilerledi. Kişiliğini karikatürlerine gittikçe yoğunlaşan sanat gücüyle yansıttı. Kişiliğini tümüyle gölgeye çekip çizgilerini bütün güleçliğiyle topluma sunan Şadi’nin alçakgönüllü yaşamı örnek bilgelik karakteri taşır.
Şadi Dinççağ'ın sanatı neydi, ne değildi?
Bu soru ayrıca vurgulanması gereken bir yanıtın aranışı içinde değerlendirilmelidir. Ama hiçbir "iddia" taşımadan kırk yıl karikatür sanatının emekçiliğini yapmış bir insanı yitirdik. Hep güleç yüzlü, hep iyilik dolu, hep kıskançlıktan uzak ve hep üretkendi Şadi... Öylesine doğal bir tutumu vardı ki doğa gibiydi. Var oluşunu öylesine duyurmadan sezdiriyordu ki ancak yitirdiğimiz gün yok oluşunun ne demek olduğunu anladım.
Türk karikatür sanatına Şadi'nin onda biri kadar katkısı olmamış nice kişinin gürültüsü arasında usta Dinççağ kaynayıp gitmesin diye yazdım bu yazıyı...
Keşke O'nu yitirmeden bu görevi yapabilseydim.
Asıl uğraşı mühendislikti ama o, “Benim asıl uğraşım karikatürdür” derdi. Tüm dünyası buydu Şadi’nin. Her karşılaştığımızda söz karikatürle açılır, karikatürle kapanırdı. Bu büyük tutku onun bu sanatı yakından izlemesini, yenilikleri önceden sezerek ödün vermeden uygulamasını sağlamıştır. Dinççağ’ın çizgileri bu nedenle hep yepyeni kaldı, “aranırlığını” yitirmedi.
Karikatürlerini baktığınızda sesli bir gülme duygusuna kapılırsınız. “Paat” diye bir çiçek açılır yüzünüzde, taç yapraklarını saçar. Güncel bir olguyu başarılı bir biçimde, mizahın hakkını vererek sere kâğıda. Anımsadığınız da olur zamanla bu karikatürü. Son yıllarda gazetelerin mizah sayfalarından eksik olmayan bu karikatür emekçisi, bu güldürü üstadı Şadi Dinççağ’dır.
1972’de bir uluslararası karikatür yarışmasında uyandığını belirtmişti bir söyleşisinde, Dinççağ. Bu uyanış sonrası bu tür karikatürlerinde bir Batılı çizer gibi davranır. Arınmış, süzülmüş bir çizgi ve bu çizgiyi ustaca kullanabilme... Gözü ile bilinci, ikisi ile bileği mizahı yakalayıp serilir ak kâğıda. Bütün duygularını, karşı olduğu olguları çağdaş bir aydın, çağını yaşayan, duyan bir sanatçı olarak yansıtır.
Her yıl yerli, yabancı, bir otobüs dolusu karikatürcü ile Akşehir’e Nasreddin Hoca Şenliklerine giderken yapımına emeğinin geçtiği karayollarını bir bir belirtip anımsatmaktan büyük tat alırdı. En son Boğaz Köprüsü yapımında çalışıyordu. Yine Nasreddin Hoca şenliği için dünyanın dört bir yanından gelen çizerleri, yapım halindeki köprüye çıkarmış, tam ortaya getirip sıraya dizmişti. Bir ayakları Asya’da, bir ayakları Avrupa’da bir dizi karikatürcü fotoğrafı yabancı basında böylece yer almıştı. Şadi Dinççağ’ın karikatürcülüğü de böyleydi sanırım. Bir ayağı Asya’da, bir ayağı Avrupa’da.
Hobi olarak başladığı karikatürde profesyonellere taş çıkartan deseniyle mizah dergilerince aranılan bir çizer oluveriyor Şadi Dinçççağ. Sağlam deseni ve sağlam kompozisyonu onu o dönemin öbür çizerlerinden ayırıveriyor. Teknik Üniversite’de okuduğu için perspektif bilgisi de çok güçlü. Buna bir de portre gücünü eklerseniz, al sana dörtbaşı mamur bir karikatürcü.
Ama öte yandan inşaat mühendisliği var. Karikatüre ayrılacak zaman nerede? Anadolu’nun orasından burasına dört bir yanını dolaşıyor Şadi abi. Kolay değil, evin nafakasını çıkarması gerek. Öyle de oluyor zaten. Öyle oluyor, İstanbul’a evine de aylarca uğrayamıyor. Aylarca evine uğrayamayan biri nasıl olur da karikatür çizebilecek zaman bulur?
Şadi Dinççağ’ın ölümü salt ülkemizde değil, yurt dışında da üzüntüyle karşılandı. Bulgaristan Karikatürcüler Derneği tarafından Sofya'da yapılan törende, Şadi Dinççağ'ın Türk karikatürü için büyük bir kayıp olduğu vurgulandı ve onun resmi derneğin duvarına asıldı. Ayrıca bir yarışmada kazandığı ödülü almak için ülkemize gelen Bulgarların ünlü karikatürcüsü Todor Kuzmov, Dinççağ’n eşine bir armağan sunarak Bulgar karikatürcüleri adına üzüntülerini dile getirdi.
Son yıllarda karikatür çizmeyi daha bir ön plana alan Şadi Dinççağ çizgide güldürü, güldürüde düşünce türünde karikatürler çizdi. Karikatürle haşır neşir oluşunun 45. yılında ardında binlerce yapıt, bir yığın ödül ve karikatür albümleri bırakarak göçtü.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.