33,9008$% 0.03
37,6352€% -0.04
44,6724£% -0.16
2.809,88%0,81
2.577,74%0,76
9.685,49%1,73
27 Kasım 2022 Pazar
Kar, kış, kıyamet: Abdülkadir Tamer'den bir öykü
Kaleminin gücüyle ayakta kalan babam: Burhan Arpad
... Ve Zonguldak
Yer altında Romanlar ve Gebenler
"Göğü kucaklayıp getirdim sana, kokla açılırsın"
İçimdeki cinayet (Altıncı Bölüm-FİNAL)
Çocukluğun sobalı bir evde geçtiyse, o sobanın odun kömür taşımaktan baca temizliğine kadar tüm cefasını annen baban yüklendiyse ve sen sadece sefasını sürdüysen, kış soğuğunda sıcak oluyor diye sobalı odada tavana vuran alevlerin dans eden ışığında uyuyup sabahları fokurdayan çaydanlık sesi, kızarmış ekmek kokusuyla uyandıysan, annenin dilimlediği portakalın kabuklarını sıcak saca dizip odaya salınan kokuyu içine çektiysen, hemen yanına atılan mindere kıvrılıp burnunu kitabına gömdüysen, anneanne evinin çilek reçeli kokulu küçücük odasındaki dev kuzineye özendiysen, şunu bil ki şanslı bir çocukmuşsun. Sobalarla hâlâ özlem dolu bir sevgi ilişkisi içinde olman işte tam da bu yüzdendir.
İyi ki de öyledir. Yoksa şu aralar içinde gömüldüğün sonu belirsiz duruma tahammül etmek biraz daha zorlaşırdı.
Soba, dışında yanıyorken pek güzel. Burnunla dudaklarını morartıp kulaklarını kızartacak kadar soğuk havadan kaçıp yanına sığınmak daha da güzel. İçinden dışına taşan çıtırtıları dinleyip çayını kahveni yudumlamaya paha biçilmez. Hele yanında tatlı nehirler gibi akan bir sohbete koyulabileceğin dostun, sevgilin varsa ömrün uzar.
Hayatının bugüne kadarki kısmında sobanın yeri hep evler, odalar olmuş. Nereden bileceksin içinde sessizce uyuyan ve harlanıp alevleneceği günü sabırla bekleyen bir soba olduğunu? Sağdan soldan, annelerden, ablalardan hatta son yıllarda arkadaşlarından duyuyordun ama “he” deyip geçiyordun, oralı olmuyordun, kulak arkası ediyordun, az sonra unutuyordun.
Şimdi unutmak ne mümkün! Sıkıysa oralı olma bakalım.
Evlerdeki, odalardaki sobaların ne zaman yanacağı, yakılacağı bellidir. İçine yüklersin odunu, doldurursun kömürü, tutuşturursun kâğıdı, çırayı. Soba alevleri hadlerini bilirler. Önce usul usul yanmaya başlarlar, sonra coşarlar. Gidebilecekleri en uzak mesafe duvardaki deliğe doğru çıkan borulardır. En fazla ortalığı ise dumana bularlar, açarsın pencereyi oradan kaçıp rüzgâra karışırlar.
İçindeki soba öyle mi ya! O bir özgür ruh. Ne zaman yanacağı belli değil. Canı ne zaman isterse o zaman harlanıyor. Göğsün, cezvede kaynayıp köpüğü yükselmeye başlayan kahve gibi orta yerinden ısınmaya başlıyor. Isınınca yükselen sadece hava değilmiş meğer. İşte gövdeni ele geçirmiş o adsız ve hadsiz sıcaklık, yakalayamadığın bir hızla yukarı doğru çıkmaya başlıyor. Sırtına yayılıyor, boynunu ve suratını ele geçirip kulaklarından fışkırıyor. Saç diplerinde zirveye ulaşıyor. Hele bir de ortalık soba havasında değilse, mesela mevsim yazsa, kızarıyorsun, bozarıyorsun, terliyorsun. Öyle terliyorsun ki bedeninin susuz kalmış bir çiçek gibi kuruyup solacağını sanıyorsun. O endişeyle bir sürahi suyu başına dikiyorsun.
Sonra, ayıptır söylemesi, soyunmaya başlıyorsun. Ceketini, hırkanı, boynundaki atkını çıkarıyorsun, gömleğinden bir düğme daha çözüyorsun, çorapları fırlatıp atıyorsun. Kalabalık içindeysen bir yerde durman gerekiyor. Mecbur duruyorsun. Yalnızsan yelkenler fora. Azıcık ferahlıyorsun.
Ne zaman geleceği belli olmuyor dedik ama geceleri sanki daha çok coşuyor. Geceliğin, pijaman, çarşafın, yastığın silme tere kesiyor. Yorganı itiyorsun, kakıyorsun, atıyorsun. Sen içindeki sıcakla imtihan halindeysen yatağın yorganın da seninle imtihan ediliyor. Burada sınıfta kalma yok. Herkes elinden geleni yapıyor ve madalyalık iş çıkarıyor.
Bu sıcaklar rüyayla uyanıklık arasında üzerine çullanan karabasanlar gibi soluğunu kesiyor. Sıcakla birlikte içinde bulunduğun oda basıyor, ev basıyor, araba basıyor, her neredeysen orası basıyor, hatta yanındaki insanlar bile basıyor.
Neyse ki geldiği gibi gidiyor. Sanki kabarmış bir deniz yükseliyor, dalgalarıyla sahili dövüyor. Fırtına dinince sakinleyip uslu uslu hışırdamaya başlıyor. Ya da ayla hareketlenen gelgit benzeri, bir yükseliyor bir geri çekiliyor, bir yükseliyor, bir geri çekiliyor.
Yükseldiği zaman fena, çekildiği zamansa üşümeye başlıyorsun. Artık üzerindeki ter soğuduğundan mıdır nedir, önce ürperiyorsun, sonra üşüyorsun, daha sonra donuyorsun. Hadi bakalım, bu sefer o hırkayı tekrar üzerine geçiriyorsun, gömlek düğmelerini ilikliyorsun, boynunu atkıyla sarıyorsun, ayaklarını çorapların sıcaklığına bırakıyor, dertop olmuş yorganı sevgiyle üzerine çekiyorsun.
Aradan sağı solu belli olmayan bir süre geçiyor, her şey yeniden başlıyor ve aynı sırayı takip ediyor.
Yıllardır hakkında duyduğun, dinlediğin, okuduğun bütün bu sürecin sana olmayacağına dair mesnetsiz bir gaflet içerisindeydin. Alnından filan öpülmeden o uykudan uyanıverdin. Zamanıydı, hatta geç bile kalmıştın. Didişmeye hiç gerek yok. Geçmiş olsun. Artık içinde yanıp sönen alevlerle el sıkışıp barışmanın vaktidir.
Ateşin harlanmadığı ve aklının başında olduğu zamanlarda şöyle sakince durursan, milyarlarca hemcinsinin benzer şeyleri, belki daha azını ama bazen de daha çoğunu yaşadığını düşünüp kendini avutabilirsin. Yap bence! Bütün bunlar yaşamda bir hayli yol aldığının kanıtıdır. Ne yani, sıcak bile basmadan öte taraf geçseydin daha mı iyiydi!
Neyse ki önümüz kış. Çıkarması kolay olsun diye kat kat giyinip elinin altında bir sürahi suyla birkaç ay rahatsın. Bahar da kolay. Sonrasına bakarsın artık. Bir gün sona ereceğini biliyorsun nasıl olsa.
Madem bir takım erkek egemenler bas bas bağırıp kendi andropozlarını anlatıyor, hızlarını alamayıp güzellemeler yaparak diziye, filme çekiyorlar, sen de sözcüklerin gücüne yaslanıp işte böyle bu tarafı anlatırsın. Bunları yazarken geçirdiğin üç beş sıcak atağını da arada kaynatırsın.
“Belki izleyerek, okuyarak herkes birbirini bir parça daha iyi anlar, hayat hafifler!” tümcesini de hem buraya yazar hem de cebine koyarsın.
Hikâye bir sahil kasabasında geçiyor. Ortamın bir “sahil kasabası” olduğu dizinin çeşitli yerlerinde birkaç kez vurgulanıyor ama yılın neredeyse altı ayında nüfusu orta halli bir Avrupa şehrini geçen bir kasaba, bence büyük şehirlerin beyaz yakalı plaza çalışanlarının bir gün kaçarak yerleşmeyi hayal ettiği sahil kasabalarına pek benzemiyor. Burası bildiğin ya da bilmediğin Marmaris. Resmi nüfusu zaten yüz bin civarında, yaz kalabalığını varın siz düşünün.
Marmaris’te yaşayan Yusuf’un o saf ve düşünceli halleri, vurgulanmak istenen kasaba esnafı saflığıyla örtüşmüyor. Saflığı kasabalılıktan değil de kendiliğinden. Öyle bakınca karakter daha inandırıcı geliyor ama Engin Günaydın’ın canlandırdığı tipler genelde hep böyle. Bir farklılık arıyorsunuz, bulamıyorsunuz.
“Deniz kasabasında yaşıyoruz, denizi görmüyoruz. Adalet mi bu?” diyor Yusuf. “E deniz iki adım, bakarsanız görürsünüz.” demek geliyor insanın içinden. “Otuz yıl İstanbul’da yaşayıp deniz kenarına inemeyen, deniz havası soluyamayanlar ne yapsın?” isyanı yükseliyor zihinlerde. “Asıl adaletsizlik bu değil mi?” diye sormak istiyorsunuz da kime soracaksınız? Bu nedenle Yusuf’la Meryem’in boylarını çok aşan deniz kenarındaki ev hayali de hikâyeye tam oturmuyor.
İlk sahnede Yusuf saçlarını boyuyor. Ellili yaşlarına ulaşmış, değişmek istiyormuş, hayatı böyle mi geçecekmiş? Doktor buna “andropoz” denildiğini söylüyor. Yusuf nasılsa bu sözcüğü hayatında ilk kez duyuyor ve pek şaşırıyor. Tamam, sorular da çok tanıdık, orta yaşa ulaşmışlarımızın hep aklında döndürdüğü şeyler. Fakat Yusuf farklı hiçbir soru sormuyor ve aynı cevapları veriyor. Bu da olabilir de izleyici başka sorulara başka cevaplar arayışına giriyor. Artık dijital platformlarda daha cesur didiklemeler beklediğimden midir nedir, ben girdim.
İşe saçlarını boyayarak başlayan Yusuf sürekli çok değiştiğini söylüyor. Ama önceki hallerini bilmediğimiz için bu değişim de havada kalıyor. Parmak arası terlik giymeye başlaması Marmaris’te yaşayan bir tuhafiyeci için ne derece büyük bir değişim olabilir ki? Şort tişörtü de yeni giymeye başladıysa yok artık!
Yusuf’un kıçında kıl dönmesi var ama yakınları konuyu yanlış anlayıp onu kanser sanıyorlar. Bölümlerce bunu izliyoruz ama gerçek anlaşıldığında hikâye aniden bitiveriyor. Kıl dönmeli kıç fotoğraflarını gördüğümüzle kalıyoruz.
Ergen çocuklar fazla abartılmış, hatta karikatürize edilmiş. Özellikle mi öyle yapıldı yoksa senaryoyu yazan Engin Günaydın bütün ergenleri öyle mi sanıyor, bilemeyeceğim ama güzelim çocuklara yazık olmuş. Ergenler öyle değiller ya da o kadar değiller.
Karısı Meryem’de Derya Karadaş’ın oyunculuğu ya da karaktere can vermesi yine çok tanıdık. İzleyiciye “Ben bu kadını daha önce de gördüm yahu!” duygusu yaşatıyor. Bir sahnede kocasına “sensiz ben bir hiçim” diyor. Oysa becerikli, sakin, sevgi dolu bir kadın. Asıl kocası onsuz bir hiç. Neden aslında güçlü olan bir kadın karaktere zayıf diyaloglar yazılır ki?
Tamer Karadağlı yine hırt bir karakter olmuş. İçiyor, sıçıyor, kadın dövüyor. Çok tutan bir dizide canlandırdığı taş fırın erkeği imajıyla, bana göre bu topraklarda erkek algısının içini boşaltmış bir zat kendisi. Sağa sola bağıran, kendini öyle ifade eden erkekler “adam” sanılıyor. Bu dizide de gözlerini belerte belerte bağırıp duruyor. Yine çok tanıdık.
Karısı Fadime’ye çok kaba davranıyor. Daha önce de dövmüş ama kadının karnındaki bebeğin sevgilisinden olduğunu öğrenince hastanelik ediyor. Burada bende zurna zırt diyor. Dayağa hafiften bir meşruiyet kazandırma çabası kokusu geliyor burnuma. “Ne yani, aldatıyor diye dövülmeli mi?” diyerek hafiften dikleniyorum. Engin Günaydın belki de o niyetle yazmamıştır o sahneyi. Olabilir mi? Bilemeyeceğim.
Tamer, çok pişman oluyor. O kadar pişman oluyor ki inzivaya çekiliyor ve daha çok içiyor. Sonra bir aydınlanma yaşıyor ve arınmak için Hindistan’a gitmeye karar veriyor. Hindistan yollarında o şalvar pantolon, beyaz bol gömlek ve turuncu taşlı kolye inceden bir dalga geçmeyse eğer, yine olmamış. Yemiyoruz artık öyle kalın incelikleri.
Rus metres Svetlana karakteri de çok klişe yazılmış. Türk erkeklerinin Rus kadınlara gitmeye bayıldığı vurgulanıyor. Bu bir şehir efsanesi değil. Doğrudur. Bunu hepimiz biliyoruz ama böyle altı kalın kalın çizilince komik oluyor. Amaç komik olmaksa tamam ama insan bunun daha zekice anlatılmasını bekliyor. “Siz türkleğğ nası diyoğğ” diyor Svetlana, “rus kadınlarının muamelesi daha iyi!” Hep beraber gülüyoruz. Ya ne yapacaktık?
“Erkek dizisi gibi algılanabilir ama daha çok kadın dünyasını anlatan bir dizi. Kadın karakterler daha güçlü.” demiş senarist Engin Günaydın. Tam da bu. Kadının o gücü iyi verilemiyor, aldatılan kadın Şahinde’nin eline okla yay vererek seyirci ikna edilemiyor (ben edilemedim) ve dizi erkek dizisine evriliyor.
Netflix’te yayınlanan altı bölümlük dizinin yönetmenleri Durul ve Yağmur Taylan kardeşler.
Dizide kadın karakterler küfrediyorlar ve dibine kadar gidiyorlar. Durul Taylan: “Kadınlara küfür yakışmıyor gibi düşünceden nefret ediyoruz. Herkes küfredebilir. Belki dünyada en çok küfreden ama bunu en çok ayıplayan milletlerden biriyiz. Filmlerde, dizilerde bile bu iki yüzlü tepkiyi görebiliyoruz. İçinde küfür olan filmler çok iyi iş yapar ama bir yandan da ayıplanır.” demiş. Nihayet bir konuda aynı fikirdeyim. Kadınların da ayıplanmadan küfredebilmesi özgürlüğünü savunduğumdan mıdır nedir!
Yağmur Taylan: “Değişimin çok zor olduğunu, kafamızda yaptığımız planların çoğu zaman hayatla örtüşmediğini ama asıl olanın her zaman bu değişim ihtiyacı olduğunu anlatmaya çalıştık. Kendimizle ilgili meselelere kulak vermemiz gerektiğini anlatan, gelecekle ilgili umutsuz olmayan bir hikâye.” demiş.
Umutsuz bir hikâye olmadığı doğru ama o değişim tadı bana geçmedi. İki, hadi bilemedin üç bölümde bitirilebilecek, zorlanırsa bir buçuk saatlik sinema filmine çevrilebilecek bir hikâye lastik gibi uzatılarak altı bölüm yapılmış. Karakterler incelikten yoksun, sıradan, klişe ve yavan. Dramla mizahın hemhali bu değil, böyle kaba komik olmamalı. Seyirci daha ince işleri hak ediyor.
Bilmem siz ne düşünürsünüz?
Norveç’in En İyi Uluslararası Film ve En İyi Orijinal Senaryo Oscar adayıymış. Başrol oyuncusu Renate Reinsve, Cannes Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu ödülünü almış. Bunlar bir sinefil olma hayaliyle yaşayan bendenizi harekete geçiren unsurlar oldu. Bir de filmin adı The Worst Person In The World’ün nereden geldiğini merak ettim. Seyredeyim de dünyanın en kötü insanı kimmiş, bir göreyim dedim.
Lars von Trier, filmin yönetmeni Joachim Trier’in amcasıymış. Bilmiyordum. Seyrettikten sonra bunların arasında bir akrabalık var mıdır diye gugıllayıp öğrendim. Önceden bilseydim, filmi seyretme kararım daha da güçlenirdi. Lars von Trier yahu. Büyüyünce sinefil olmak istediğimi söylemiş miydim? Neyse, neticede filmi seyrettim.
Kızımızın adı Julie. Tıp okuyor. Sonra bir kafatasına bakarken asıl ilgilendiği şeyin insan bedeni değil de zihni olduğunu fark ediveriyor. Tıbbı bırakıp psikoloji okumaya karar veriyor. Annesi “tamam” diyor. Bakın, tıbbı bırakmasına karşı çıkmıyor. Girmek için bir tarafın yırtıldığı bu topraklarda tıbbın bırakılmasına karşı çıkmak bizim bünyeye ters tabii. Haliyle biraz şaşırıyoruz.
Psikoloji okurken ona amfide laf atan hocasıyla halvet oluyor. Bir süre sonra psikoloji biliminin de ona göre olmadığına karar verip fotoğrafçılık kursuna yazılıyor. İri burunlu makinesiyle çıt çıt fotoğraf çekmeye başlıyor. Annesi buna da “tamam” diyor. Burada hafiften yerimde kıpırdanmaya başladım.
Bu arada barda bir çizerle tanışıyor. Sevgilisini şıp diye bırakıp onunla takılmaya başlıyor. Hatta adamın evine taşınıyor. Aralarında on beş yaş fark var. Adam kızı çok seviyor. Kız da ona karşı boş değil ama güzel yüzünde hep bir memnuniyetsizlik hali. Terliğimi yavaş yavaş elime alıyorum.
Çizer sevgilisinin yeni çizgi romanının tanıtım kokteylinde sıkılıp Oslo sokaklarında dolaşmaya başlıyor. Yolda bir düğün partisi görüp içeri sızıyor. Kimseyi tanımıyor ama bir adamla tanışıyor. Adam da biriyle berabermiş. Bunlar “Biz kimseyi aldatmıyoruz, değil mi ama!” deyip çok değişik fantezilerin dibine vuruyorlar. Hayır, burada terliğim devreye girmiyor. Bana ne, herkesin fantezisi kendine. Ama kızım bir mutlu ol yahu! Hep bir sorgulama, bir yerlere varamama hali, hep bir dudak bükme.
Bir de bazı fanteziler gizli kalmalı sanki. Böyle uluorta burnumuza sokulunca insanda bir öflenme hali devreye giriyor.
Orta yaş krizinin göbeğindeki çizerimiz haliyle çocuk istiyor. Bize göre ohoo, geç bile kalmış. Kızımızın da yaşı 30’a ermiş bu arada ama çocuk konusu ona ters. Bu konuda da kararsız. Üstelik iyice tanımadan etmeden, düğünde tanıştığı adama meyletmiş. Dayanamayıp yatıyorlar. Ama Allah için dürüst kız, çizer sevgilisinden hemen ayrılıyor. Yeni sevgilinin evine taşınıyor. Zaten hep birilerinin yanına taşınıyor.
Tamam, artık bir mutlu ol, değil mi? Yine yok. Bu arada kaza eseri hamile kalıyor. Fosur fosur sigara içerek bu konuda ne yapacağını düşünüyor. Yeni sevgiliyi de “Sen hiç kitap okur muydun?” diyerek fena halde aşağılamaya başlıyor. İşte burada terlik değilse de elimin tersiyle kıza şöyle bir girişesim geliyor.
Hayır efendim, şiddet yanlısı zinhar değilim. Kadına şiddete iki kere karşıyım ama bu nedir kardeşim?
Ayrıldığı çizer sevgilisinin kanser olduğunu öğrendiğinde bunun kafa iyice karışıyor. Bir sağa koşuyor. Bir solda takılıyor. Çizer adam, hayatında kimseyi onu sevdiği kadar sevmediğini, onun dünyanın en iyi insanı olduğunu filan söylüyor. Adam daha ne yapsın da içimden bir “Hadi oradan!” çığlığı yükseliyor.
Sonlara doğru terliğimi kızın kıçına kıçına vurma isteğim fena halde artıyor. Babasıyla derdi var, olabilir. Ama ot içip hayallerinde kanlı tamponunu adamın yüzüne fırlatmak nedir arkadaş? Bu öfkenin altında ne yatıyor da senin derdin bizi geriyor?
Film, roman gibi. Şöyle; bir prolog, on iki bölüm ve bir epilogdan oluşuyor. İyi bir romandaki önsöz, bölümler ve sonsöz gibi tasarlanmış. Julie rolünde Renate Reinsve harikalar yaratıyor. Cannes ödül jürisinde olsaydım ona oy verirdim. Üstelik gençlik hallerini bildiğim ve çok sevdiğim bir arkadaşıma benziyor olması da kanımın ısınmasına bir başka sebeptir.
Fonda en panoramik halleriyle şahane Oslo var. Kurgu ve bölümler arasındaki geçişler çok iyi. Keza oyuncular da öyle. Hiç lafı uzatmayayım, sinematografik olarak çok iyi bir film ve ben hiç sevmedim. Sinefillik de bir yere kadar. Mış gibi yapamayacağım.
Türüne romantik komedi ve dram denmiş. Dram tamam da romantik komediyi pek bulamadım. Bu Nordiklilerin dertleri de tasaları da amma farklı yahu! Otuzlarına gelip hâlâ ne istediğini bilemeyen, ne aradığını bulamayan ve sağa sola bu kadar savrulan birini küt diye kıçının üzerine oturturlar bu topraklarda. Bunu hem aile hem de el âlem denilen gizli örgüt yapar. Anaya babaya öyle höt zöt diyemezsin. Ne arıyorsan iyi kötü bulacak ve bir baltaya sap olacaksındır. Yoksa başlarlar senin varoluş sancılarına.
Hepsini geçtim, buralar öncelikle hayatta ve ayakta kalma savaşının verildiği bir coğrafyadır. Memnuniyetsizlik lüks ve şımarıklıktır.
Buraların havasını solumuş, suyunu içmiş, ekmeğini yemiş bir izleyici olarak o mıyıl mıyıl kızcağıza anne terliğiyle girişme arzum umuyorum ki çok yadırganmamıştır.
Film iyi bir film ama “Seyredelim mi?” diye sorarsanız, “Vallahi ne bileyim!” derim.
Hemen söyleyeyim, daha fazla içimde tutamayacağım. Daniel Craig de yaşlanmış. Yaşıtım bir beyefendi hakkında böyle konuşmak çok da işime gelmiyor ama gerçeklerden kaçmamalı. Lakin şunu da hemen ekleyeyim; o nasıl şahane bir yaş almadır. Göz kapaklarının düştüğünü ve saçlarının azaldığını saymazsak mihrap hâlâ yerinde. Yine çok hızlı koşuyor, yüzüyor, uçuyor, motosiklet kullanıyor, yelken yapıyor, arabalarla takla atıyor ve tabii kadınları cezbediyor.
Arabalar Aston Martin, tekneler swan, uçaklarla motosikletleri bilemeyeceğim, kadınlar çok güzel. Smokin hâlâ çok ama çok yakışıyor.
No Time to Die/Ölmek İçin Zaman Yok, Daniel’in beşinci, Bond serisinin de yirmi beşinci filmi. 250 milyon dolarlık tahmini bütçesiyle tüm zamanların en pahalı filmlerinden. Çalışmalara 2016’da başlanmış ve çekimler Güney İtalya, Jamaika, Norveç, Londra ve Havana Küba’da yapılmış.
Karla buzla kaplı sıkı bir giriş sahnesi var. Norveç burası olsa gerek. Karları gıcırdata gıcırdata yürüyen maskeli adamla konuya bir giriyorsunuz, Pasifik okyanusundaki bir adadan çıkıyorsunuz. Arada İtalya, Londra, Jamaika ve Havana’da dolaşıyorsunuz. Faroe Adaları demiş miydim?
Sanırım en duygusal Bond filmlerinden biri. James çok âşık. Hatta bir kızı bile oluyor. Ama işte iyi amaçlar güdülerek geliştirilmiş ve hep olduğu gibi kötülerin eline geçmiş biyolojik bir silahın peşine düşmesi, hatta âşık olduğu kadınla kızını o silahı eline geçirmiş kötü adamdan kurtarması gerekiyor.
“Eskiden düşmanla aynı odaya girebilirdik. Şimdi havadan süzülen toz gibiler!” deniyor bir sahnede. Şimdi alın bu cümleyi bugüne ama tam bugüne uyarlayın. Oluyor mu? Hem de nasıl!
Kötü adam da bizim Freddie. Mercury olan. Rami Malek. Bende o kadar Freddie olarak kalmış ki Safin karakterine hemen geçiş yapamadım. Bizim James emekli olunca yerine seçilen yeni 007 şahane bir kadın, Lashana Lynch. Sevdiği kadın Madeleine Swan rolünde Fransız aktrist Lea Seydoux var. Bu iki kadın, diğer Bond filmlerinden farklı olarak gayet makul giyiniyorlar. Ama Küba’da birlikte bunga bunga partisine gitti Paloma’da Ana de Armas’ın giydiği iç gıcıklayıcı siyah elbise, o kadar koşturmaya, adam öldürmeye rağmen hep mum gibi duruyor ve nasıl yakışıyor. Ayrıca Havana’da geçen bazı sahnelerde duvar resimleriyle Che Guevara’ya selam çakılması ve Viva La Revolucion göndermesi yapılması şık olmuş.
Son Bond filmleri, sırasıyla Casino Royale, Quantum of Solace, Skyfall ve Spectre’nin tamamını izlemediğim için bazı bağlantılı kişi ve sahnelerde ilgi kurmakta zorlandım. James bu son filmde, Casino Royale’de Eva Green’in canlandırdığı ilk gerçek aşkı Vesper Leynd’in mezarını ziyaret ediyor. Başka bazı karakterlerle de hesaplarını kapatıyor.
Bu film Daniel Craig’le vedalaşma filmi olmuş ve bence çok iyi iş çıkarılmış. Yeni Bond için Tom Hardy’nin, İdris Elba’nın filan isimleri geçiyormuş ama bu filmdeki Lashana da şahane bence. DabılOSevın niye bir kadın olarak devam etmesin ki?
Müzikler yine yeni yeniden çok iyi. En hareketli sahneden o bildik tınıları duymak sizde tanıdığınız yerlerde dolaşıyormuş hissi yaratıyor. Tema şarkısı Billie Eilish’den ve daha yeni Oscar ödülüyle taçlandırıldı.
Bu arada Spotify’da 1962’den 2020’ye kadar tüm Bond film müziklerinin çalma listesi hazırlanmış. Benden söylemesi. Nancy Sinatra’dan Louis Armstrong’a, Madonna’dan Sam Smith’e kimler kimler var. Dinlemeye doyamıyorsunuz. İnsan tüm şarkılarda yakalanan o ortak tınının hangi nota kombinasyonlarıyla oluşturulduğunu merak ediyor. Ben ettim.
2 saat 43 dakika süren ve görsel bir şölen olan bu filmi izlemenizi tavsiye ederim ve James’in bizim bugünlerimize çok uyan bir cümlesiyle bitiririm:
“Tarih, Tanrı’yı oynayanlara hiçbir zaman iyi davranmadı!”
Uğruna ne güneşler batmıyor. Ama ilişkiler başlıyor, büyüyor, yön değiştiriyor, şekilden şekle giriyor, küçülüyor, soluyor, bitiyor Sonra yenisi doğuyor. Tıpkı canlı bir organizma gibi.
2009’dan beri hayatımızda. Özgürlük ülkesi iddiasındaki Amerika’dan dünyaya geometrik artış hızıyla ve kulağa İngilizce What’s up? (Ne haber?) şeklinde gelen bir sözcük oyunbazlığıyla yayılıverdi.
İstesen de kayıtsız kalamıyorsun, zaten istemiyorsun. Günümüz sosyal ilişkilerinin bir kısmı orada şekillenmeye başlıyor. Dışında kalırsan, haberdar olmama, öğrenmeme, yalnız kalma tehlikeleriyle karşı karşıyasın. Bunu kim ister?
İletişimi kolaylaştıran bir tarafı var. Başka nasıl bir mesaj yazıp aynı anda yüzlerce kişiye interaktif ve çok hızlı bir şekilde ulaşabilirsin ki? Numaraları kaydedip telefonun hafızasını daraltmana da gerek yok. Grup bilgilerine girip konuşmak istediğin kişinin telefonunu buldun mu tamamdır. Yıllardır görüşmediğin çocukluk arkadaşların, okul arkadaşların, iş arkadaşların, hobi arkadaşların, apartman komşuların, akrabaların, okuma grupların, yazma grupların, cinsiyetine göre kız ya da erkek grupların, aile grupların, kuzenlerin, menopozlular, bisikletliler, motorcular, tekneciler, köpekseverlerle kediseverler, kanarya besleyenler, lepistesçiler, milföy hamurcular, glüten hassasiyeti olanlar, vejetaryenlerle veganlar, vosvosçular, ulusal kanalcılarla dijital kanalcılar, ıvırlar zıvırlar…
Bu gruplardakiler mitoz bölünmeyle irili ufaklı diğer gruplara ayrılıp sessiz ve derinden kulis de yapabiliyorlar. Günün neredeyse yirmi beş, hadi bilemedin yirmi altı saatinde illaki birinde muhabbet dönüyor. Muhabbet yine iyi, geyik dönüyor. Hadi o da lazım da bazen laf olsun torba dolsun diye yazışmalar dönüyor.
İki kişi yazışıyorsa önce inceden bir muhabbet tadı veriyor. Sonra iki taraf da birbirine laf yetiştireyim derken senkron tutmaz olabiliyor. Verdiğin cevap iki mesaj öncekineyse konu karışıyor, devran dönüyor, muhabbet kopuyor. Ne diyeceksen aç bir telefon, tatlı tatlı konuş, derdini anlat, dermanını bul. Hem karşılıklı birbirinizin sesini duyun hem de iletişimin kralına girin. Ama o zaman fatura kabarıyor, iş cebine dokunuyor. Öbürü bedava. Gerçi bazen konuşmak hatta sesini bile duymak istemediğin ama bir şekilde görüşmek mecburiyetinde olduğun kişilerde mesaj yazmak işi kolaylaştırıyor. Şimdi hak yemeyelim. Yiğidin hakkı yiğide gitsin!
Eğer telefon ayarlarından kapatmamışsa, gönderdiğin mesajı karşı tarafın okuduğunu görüyorsun. İki mavi tik durumu ayan beyan ortaya koyuyor. İletişimin tabiatı gereği cevap vermesini beklemeye başlıyorsun. Bazen bekliyorsun, bekliyorsun sonra beklemeye devam ediyorsun. Bir yandan içinde ciddiye alınmadığın duygusu büyümeye başlıyor. Al sana iletişmek için girdiğin sosyal mecrada yeni bir tartışma hatta kavga sebebi. İş hızını alamayıp telefonla ya da yüz yüze hesap sormaya kadar gidebiliyor. Oysa sebep bazen muhatabının o an araba kullanıyor, cevap verebilmek için park etmeyi bekliyor ya da tuvalette hacet gideriyor olması kadar basit çıkıyor. İşte yine bir iletişim kazası!
Gruplar dersen başlı başına adrenalin kaynağı. En klasikler hayırlı kandilciler, hayırlı cumacılar ve geçmiş olsuncular. O gün kazayla kandilse ya da günlerden cumaysa, daha da fenası ikisi birdense günün ilk saatlerinde birbirinin aynısı mesajlar dönmeye başlıyor. Telefon ayarlarından biplemeleri kısmadıysan yandın. Mesaj yazmak yine iyi, bir emek var, parmaklar tuşlarda çalışıyor. Kopyala yapıştır emojilerde ise yanıp sönen camilerden, ne dediğini gönderenin de bilmediği Arapça yazılardan, dua eden ellerden için şişiyor.
Diyelim ki biri kazayla bugün burnun aktığını, ayağını burktuğunu ya da saçlarının ahenkle dans etmediğini söyledi; gelsin geçmiş olsunlar, çiçekler, böcekler, sonra yine geçmiş olsunlar, dua eden eller, üzgün suratlar. İp bazen öyle kopuyor ki kimin hasta olduğu, hastalığın ne olduğu hatta ortada bir hasta olup olmadığı bile unutuluyor. Biplemeleri kısmış mıydın? Aman diyeyim!
Eskiden, mesela 2009’dan önce, şöyle bir toplaşalım dendiğinde ne güzel toplanılırdı. Şimdi öyle mi ya! Gruba biri yazıyor, “hadi toplaşalım” diyor, neredeyse herkes bunun harika bir fikir olduğunu söylüyor. Buraya kadar her şey güzel, her şey yolunda. Ortaya bir gün atılıyor. Bu sefer az önce fikri alkışlayan çoğunluğun o gün nedense işi oluyor, programı oluyor, osu busu oluyor. Kimse taviz vermek istemiyor. Günde iyi kötü anlaşıldı diyelim. Bu sefer saat konusunda zurna zırt diye ötüyor. Biri sabah biri akşam diyor, öğlen diyenler çıkıyor. Peki sonuç? Toplaşma bir başka bahara kalıyor. Biri çıkıp “Gelen gelsin kardeşim, gelemeyenler bir dahakine gelsin!” deme cesaretini gösterirse, bu sefer gelemeyecek olanlar alınıyor, bozuluyor, hatta küsüyor yahu küsüyor. Bu çıkışı yapan da günah keçisi ilan ediliyor. Sonuç? Yine toplanılamıyor.
Alınmanın, küsmenin, trip atmanın, ceketini alıp gitmenin kralı yine bu gruplarda ağız tadıyla yaşanıyor. Biz eskiden nasıl küsüyormuşuz acaba? Diyelim biri bir fikir attı ortaya, bir fotoğraf paylaştı, ne bileyim işte, yemek tarifi verdi, saçını taradı, işe gitti, tik tok videosu koydu ve kimseden yorum, beğeni, onay gelmedi, ses çıkmadı ya da tam tersi, beğenilmediğine, onaylanmadığına dair sesler yükseldi. O ilk paylaşımı yapan sen bir bozul bir bozul. Fakir ama gururlu genç edasıyla bazen sessizce bazen de gaipten birilerine, çok affedersiniz, laf sokarak gruptan ayrılıyor. Sonra içten içe kendisinden özür dilenmesini, sırtının sıvazlanmasını, yanaklarının öpülmesini ve gruba tekrar kabul edilmeyi bekliyor. Bazen kabul ediliyor bazen de çok bekliyor.
Öte yandan bazı gruplar hakikaten kabak tadı veriyor. Sadece kandil mesajlarının döndüğü ya da çok paylaşım yapılmıyor diye çemkirmelerin havada uçuştuğu bir gruptan kendi rızanla ayrılıyorsun. Bak o da fena. Aman aman! Arkandan kim bilir neler konuşuluyor. Artık grupta olmadığın için bilmiyorsun ama gıybetin karanlık esintisi sağdan soldan ruhuna doluyor. Bu esintiyle beraber bir ferahlama da geliyor ve gruptan kaçarak ne kadar doğru yaptığını fark ediyorsun.
Her grup kendi iç dinamiğine sahip. Çok konuşanlar, çok yazanlar, çok paylaşım yapanlarla grupta olduğu bile bilinmeyen sessizler aynı platformu paylaşıyorlar. Çok yazanlar bazen bir nevi mesleki deformasyon misali, kendilerini grubun yöneticisi hatta sahibi sanabiliyorlar. Kendilerinde ona buna ayar çekme, laf yetiştirme hatta bazılarını gruptan çıkarmayı önerme hakkını görüyorlar. Bu durum grubu kuranlarda güç zehirlenmesi evresine geçip ortalığı siyasi arenaya çevirebiliyor. Öyle ki anandan babandan işitmediğin azarları yiyorsun. Bakın abartmıyorum; iş bazen mini bir sosyal mecra faşizmi kıvamına geliyor. İnsanın içinden “Hey bebeğim, o taşı usulca yere bırak, biz hepimiz kardeşiz!” demek geçiyor. Dersen sen de muhalefet ittifakında oluyorsun. Demezsen yine için şişiyor. İki ucu boklu bir değnekte ip cambazı misali gidip geliyorsun.
Popüler her yerde popüler. Makamı yüksek, cebi şişkin, pahalı Alman arabalarına ve veya tekneye binen, arka fonda havuz görünen fotoğraf paylaşan, bir yerlerde CEO, genel müdür, en azından müdür olan ya da bunların hiçbiri olamayıp bu mevkilerde bir yakını olanlar, yine çok affedersiniz, gaz çıkarsalar alkışlanıyor, “sen çok yaşa” diye diye sırtları sıvazlanıyor, popülizmin gözü çıkarılıyor.
Diyelim herhangi bir konuda gruba fikir sordun, öneri istedin. Mutlaka ama mutlaka çok iyi bilen birileri çıkıyor. Doğrudur, biliyordur ama başka çok iyi bilenler de çıktı mı iş çetrefilleşebiliyor. Eğer ortak bir paydada buluşmuyorlarsa, bu iki çok bilen arenaya çıkmış gladyatörle aslan ya da Kırkpınar meydanında peşrevlenen iki yağlı güreşçi misali birbirlerinin etrafında döne döne tartışmaya başlıyorlar. Sen ve gruptaki herkes seyirci konumunda kalakalıyor. Tartışmayla kavga arasındaki çizgi çoğu zaman çok ince oluyor ve kendini Romalı senatör ya da Kırkpınar ağası sanan birileri duruma el koyana kadar iş büyüyor. Sonra yine gelsin bozuşmalar, küsmeler, gruptan çıkma hatta çıkarılmalar.
Grup katılımcı sayısı çoğaldıkça farklı fikirler, inançlar, siyasi görüşler, tercihler de doğru orantılı olarak artıyor. Grubu bir araya getiren ortak bir konu olmasına rağmen, bazen farklılıklarda uzlaşmada zorlanılıyor. Ortak konudan uzaklaşılıp değişik denizlerde yelken açılıyor. O zaman ne oluyor? Geldik mi yine yazının başlarında sözünü ettiğimiz mitoz bölünmeyle ortaya çıkmış yeni gruplarda dibine kadar kulis yapmalara, dedikodunun hazzına dalmalara!
Yan yollarda aşk meşk soslu yazışmalar da olabiliyor. Göz görmeyince gönül iki çift tatlı mesajı aşk sanıyor. Sonrası ota çiçeğe konmalar, gerekli gereksiz yükselmeler. O adamla, kadınla sıkıysa yüz yüze görüş de anla bakalım sevgi neydi, sevgi emekti!
Yazışmalardaki ifade bozuklukları ve imlâ hatalarını grupların çok değerli katılımcılarının fazla okumamalarına ya da bilgisizliğine değil de acele yazıyor olmalarına vereceğim. Öyle yapmalıyım. Yoksa bazı mesajları okurken çektiğim acılar merhemsiz kalır.
Whatsapp’ı kuran Jan Koum’un ve şimdiki sahibi Mark Zuckerberg’in, ticari hedeflerini bir kenarda tutup iyi niyetli olduklarını düşünelim. Grupları kuranlar da katılanlar da iyi niyetli, kendimden biliyorum. Ortada bu kadar iyi niyet varken bazen ortak bir dil tutturmakta niye böyle zorlanıyoruz acaba? On küsur hadi bilemedin en fazla yüz küsur kişilik gruplarda bile bu kadar çok ayrışma varsa milyonlar bir araya nasıl gelsin?
Kimse bana vur demedi, ben de öldürmeyeyim şimdi. Bu sosyal mecranın irili ufaklı faydaları da yok mu? Olmaz olur mu yahu! Mesela iletişim dilimize yeni giren “konum at, geliyorum!” şeklinde bir faydası var ki tadından yenmiyor. Adres ezberleme, yolu hatırlama, sokak adını akılda tutma gibi dertler kalmıyor. Her ne kadar zihnimizi daha az çalıştırmamıza sebep olsa da her türlü konuma artık daha rahat ulaşılıyor.
En iyisi bu derin mevzuyu bir grup kurup tartışalım ve hiçbir yere varamayalım. Bugünlerde işler böyle yürüyor.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.