34,8030$% 0.33
36,9908€% 0.48
44,5894£% 0.5
2.948,65%0,49
2.640,05%0,35
10.083,59%1,49
26 Ekim 2024 Cumartesi
Kar, kış, kıyamet: Abdülkadir Tamer'den bir öykü
Kaleminin gücüyle ayakta kalan babam: Burhan Arpad
... Ve Zonguldak
Yer altında Romanlar ve Gebenler
"Göğü kucaklayıp getirdim sana, kokla açılırsın"
İçimdeki cinayet (Altıncı Bölüm-FİNAL)
Medeniyetlerden bir medeniyet, beyliklerden bir beylik, yüzyıllardan bir yüzyılda günlerden bir gün, T3R5 mahalleye gezici bir Kıssalı Harikalar Kumpanyası geldi. T3R5 mahallede bulunan ve şimdiki zamanda kimsenin umursamadığı arsa, o devirde çadırları ile konaklayan Türk boyuna yaylak olmuş çayırlık çimenlik bir alandı. Kıssalı Harikalar Kumpanyası devasa gösteri çadırı ile aşçılar Halil ve İbrahim’in gözü gibi bakıp koruduğu sofra ve erzak çadırlarının yanında kurulmuş onlarca çadır ile otağını hep bu alana kurardı.
Kumpanyayı her göçtüğü yerde takip eden muharrirler Yusuf, Mahmut ve Ömer HayAllam ve hikâyeci Dedem Korkut birbirlerini yüz yılda bir gördükleri için bir araya gelince hasbihâl ederlerdi. Yolu oralardan geçen gezgin bir Tersiya Çelebi’yi aralarına aldıklarında ise sorularını sabırla cevaplarlardı:
Tersiya Çelebi: Sen kimsin?
Yusuf: Yusuf diye çağırırlar adımı.
Tersiya Çelebi: Soyadın da Has Hacip değil mi? Allah’ım Kutadgu Bilig diye bir kitap yazacan di mi? Abi yazma. Gözünü seveyim yazma.
Mahmut: Ben de kitap yazıyorum. Sen bunca gezersin de gördüklerini yazmaz mısın ey gezgin?
Tersiya Çelebi: Sen kimsin, nerelisin gardaş?
Mahmut: Mahmut derler bana. Kaşgarlıyım.
Tersiya Çelebi: Yandı gülüm keten helva.
Mahmut: Yazığım kitabın adı Dîvânu Lugâti’t-Türk.
Tersiya Çelebi: Alp Er Tunga öldü mü sen hele bunu bir söyle bana. Öldü mü ölmedi mi? Bu ağıt kime yakıldı? Bir de şuna Büyük Türkçe Sözlük filan diye isim ver Allah aşkına.
Mahmut: Yapılacak bir şey yok. Dîvânu Lugâti’t-Türk hazırlandı. Papirüs Dağıtım Fezlekesi- PDF formatında ‘g-mail’ has Türkçesi ‘güvercin-posta’ olarak el yazması yazıcılarına yollandı oğul. Ciltlenince tüm Türk illerine ve diyarlarına yollanacak.
Tesiya Çelebi: Ulan Hababam Sınıfı’nda Mahmut Hoca’dan çektik, edebiyat sınıfında Kaşgarlı Mahmut’tan! Nedir lan eyy Türk gençliği olarak sizden çektiğimiz? ‘Seyahat yâ Resulallah’ deyip, doğuda, batıda, güneyde, kuzeyde, yedi iklim on sekiz padişahlık gezdim. Bu yazacağınız kitapları okumaya çalışırken çektiğim eziyeti hiçbir yerde çekmedim.
Dedem Korkut: Bamsı Beyrek’ten Kan Turalı’ya kadar ne hikâyeler anlattım, senin kadar mızmız bir gezgin görmedim. Adam yazmış sen de okuyacaksın elbet! Okuyacaksın ki tarif tekerrürden ibaret olmasın!
Tersiya Çelebi: Tekerrürden ibaret olan tarih değil miydi ey Dedem Korkut?
Dedem Korkut: Tarih zaten hep tekerrür edecek. İş, tarifleri tekrardan kurtarmak. Hadi kalk çadırımızı kur da bir işe yara ey tersinden kalmış Tersiya!
Böylece çadırlarını kurup kumpanyadakilerin marifetlerini sergilemelerini dört gözle beklerlerdi. Yazacakları kitapların ileride, lise bir edebiyat dersi müfredatı adı altında, bu Türk boyunun torunlarının torunlarının başına bela olacağını nereden bilebilirlerdi?
Kıssalı Harikalar Kumpanyası’nda, sırtında kopuzu ile diyar diyar gezen ozanlar, güce boyun eğmeyen halktan yana olup oyun bozanlar, borazanı olmayıp ağaların beylerin, hakkı yenen kimsesizlerin hakkını savunan derbederler vardı. Bu ozanlar soyladıkları maniler, türküler, ağıtlar, koşmalar, bozlaklar ve semailer sayesinde haksızlığa, her kime yapılırsa yapılsın, baş kaldırmaları ile meşhurdular. Türküleri besteleyen saz ustalarının sazlarından çıkan nağmeler sayesinde bu başkaldıran deyişler yöreden yöreye obadan obaya yayıldı. Bu nağmeler, onlara sesleriyle can veren hanendeler sayesinde de dilden dile belden bele yelden yele eserek halkın arasında duyuldu.
Kumpanyanın aşçıları Halil ve İbrahim, temaşa sanatı icracıları için önce kocaman bir ateş yakmış ve bu ateşin etrafına yer sofrası kurmuşlardı. Kumpanyadaki tüm sanatçılar ateşin etrafında toplanmışlar bir yandan Halil ve İbrahim’in sofrasında yemeklerini yerlerken bir yandan da terennüm ediyorlardı. Issızdan gelen yavru bir karaca birden ürkek ürkek yanlarına sokuldu. Ateşin başında oturan ozanlar “Yanımıza sokulan bu karacaya ne isim versek?” diye sorup soruşturmaya başladılar. İçlerinden biri, “Madem hepimiz burada cem olmuşuz, bu karacanın adı Cem olsun,” dedi. Diğerleri de bu pek âlâ fikri beğenip kabul ettiler.
Bir de baktılar ki bu sofraya sıra sıra insanlar gelip sofranın ucuna ilişmekteler. Ak kiraz ağacından sazını eline almış bir Sabahat, çiçekli yaylalardan sesi yankılanan bir Ali Ekber geldi. Ak kalesi olan diyarlardan bir Belkıs, taştan kemerli köprüsü olan ilden bir Mükerrem geldi. Sağ salim vardığına sevinen bir Arif, sulardan geçerek gelen bir Ruhi geldi. Haksız yere hak almayanlar diyarından bir Orhan, ak bayramlar kutlanan illerden bir Edip geldi. Bağlarına canı gibi bakan memleketten bir Selda, kaya gibi sert dağları olan coğrafyadan bir Ahmet geldi. Erlerinin oğullarıyla meşhur bir yerden bir Musa, âşıkların, yarların, senar’ların pek çok olduğu bir diyardan bir Müzeyyen geldi. Levent gibi güçlü kuvvetli delikanlıların arasından bir Haluk, derelerden, denizlerden, adrian’lardan çağlayarak bir Cem geldi. En sonunda Erzincan denen diyardan bir Erdal, Livane illerinden bir Zülfü ile Sivas ellerinde sesi kesilemeyen akarsulardan çağlayan bir Muhlis geldi ve ozanların divanında yerini aldı.
Ateşin başında oturan ozanlardan Dadaloğlu namlı ozan, sazı elinde olmasına rağmen az ötede oturup meclise yanaşamayan adama hitaben seslendi:
Dadaloğlu: Sen de gelip bizimle ateş başında otursana ey mahzun adam!
Mahzun Adam: Koyun oldum kuzum ile meleştim. Bir sürüye katamadım ben beni.
Kayalardan Ahmet: Bir sürüye katamadım ben beni. Ne güzel söyledin ey yolcu.
Karac’oğlan: İsmin nedir ey yolcu? Söyle derdini de deyiverelim nedir derdinin ilacı?
Mahzun Adam: Mahzuni Şerif’im dindir acını. Bazen acılardan al ilacını. Pîr Sultanlar gibi darağacını. Bilmem boylasam mı boylamasam mı?
Pîr Sultan Abdal: Sen kimsin bre izansız? Ne dilersin hakkımda izinsiz?
Yunus Emre: Ne dilersen haktan dile. Kılavuzla gir bu yola. Bülbül âşık olmuş güle. Öter Allah deyu deyu.
Sulardan Ruhi: Yunus’um iznin olursa bu deyişi de sazımla ben deyivereyim.
Yunus Emre: Hakk’a âşık olan kişi. Akar gözlerinin yaşı. Pür nur olur içi dışı. Söyler Allah deyü deyü. Deyiş benden çıkmıştır gayrı. İzin Hak’tandır.
Karac’oğlan: Sakin ol Pîr Sultanım. Darağacı varsa kaderinde boynun kıldan ince. Mahzuni’nin bu sözünden güzel mâni olur. Adın bundan sonra Âşık Mahzuni Şerif olsun. Gel sen gel ateşin başına.
Âşık Mahzuni: Mâni olman yazayım da şu Ahmet’e vereyim. Sesi pek gürdür. Bir güzel bulur, ona okur türküleri.
Kayalardan gelen Ahmet: Dağlarımda zulüm var lo gidemem yar peşine.
Dadaloğlu: Dağlardaki zulüm bitmez m’ola?
Kayalardan Ahmet: Ol zamandan şol zamana hiçbir şey değişmeyecek. Poşu çıkacak, kravat gelecek. Cepken çıkacak, ceket gelecek. At gidecek, araba gelecek. Silah gidecek, para gelecek. Ama eşkıyalık aynı kalacak.
Dadaloğlu: Hakkımızda devlet etmiş fermanı. Ferman padişahın dağlar bizimdir!
Herkes büyük bir huşu içinde ozanları dinlerken Cem ismini verdikleri karaca genç bir delikanlıya dönüşerek dile geldi.
Cem namlı Karaca: Ey Dadaloğlu’m! Hakkımızda devlet etmiş fermanı, ferman padişahın dağlar bizimdir dediğin, bir gün kavga kurulur, öter tüfek davlumbazlar vurulur, nice koç yiğitler yere serilir, ölen ölür kalan sağlar bizimdir dediğin deyişini müsaadenle ben söylemek isterim.
On yedinci yüzyılda bir erkek yavru karacanın genç bir delikanlıya dönüşmesi sıradan olarak karşılanırdı. Hatta o günden bin yıl kadar önce, yedinci yüzyılda, kırklı yaşlarında bir erkek bir mağarada duyduklarını ona söyleyen kişi için melek gibiydi demişti ve mağarada duyduklarını kendisini dinleyenlerden okuma yazma bilenlere el yazması kitap olarak yazdırıp bu kitabı çeşitli dağıtım yollarıyla dağıttıktan sonra bir sürü mürit bile edinmişti.
Birkaç deyiş sonra ateşin etrafına toplanmış bu sazendelerin arasına kim bilir nereden göçmüş gelmiş bir güvercin kondu. O sırada ateşli ateşli atışmakta olan ozanlar sulh ederek sustular. “Kanatlarının renginden bellidir, Karamanlıdır bu güvercin. Karamanço derler bunlara,” dedi biri. “Geldiği Karaman illerini pek sever ama göçmek zorunda kalmıştır.” “Madem bizi sulhe davet etti, ismi Barış olsun,” dedi biri. “Ama kara demeyin buna, kara haber tez duyulur demesin, sadece Manço deyin,” dedi öteki. Mançolu Barış oldu güvercinin adı. Pîr Sultan Abdal ise hemen göçmen kuşlar üzerine deyiş söylemeye başladı:
Pîr Sultan Abdal: Şu karşı yaylada göç katar katar. Bir güzel sevdası serimde tüter.
Mançolu Barış: Bu ayrılık bana ölümden beter. Geçti dost kervanı eyleme beni. Elin eteğin öleyim Pîr Sultanım. Bu deyişi bana lütfediver.
Pîr Sultan Abdal: Mançolu Barış benim deyişimi söylerse, elbet yediden yetmiş yediye herkes dinler. Müsaade Hak’tandır, söylemek senden.
Derken gözleri âmâ amma gönül gözü gören bir ozan meclise yanaştı.
Âşık Daimî: Ben tanırım bu ozanı. Veysel’dir adı.
Kul Himmet: Ey Veysel sen nerden gelir nere gidersin?
Veysel: Uzun ince bir yoldayım. Gidiyorum gündüz gece.
Yunus Emre: Eyice misin ne haldasın?
Veysel: Bilmiyorum ne haldayım. Gidiyorum gündüz gece.
Nesimi: Güzel dersin de kaç zamandır dersin? Kaç yaşındasın?
Veysel: Kırk dokuz yıl bu yollarda. Ovada dağda çöllerde. Düşmüşem gurbet ellerde. Gidiyorum gündüz gece.
Nesimi: Veysel yetmez, Âşık Veysel densin bundan gayrı.
Veysel: Dünyaya geldiğim anda. Yürüdüm aynı zamanda. İki kapılı bir handa. Gidiyorum gündüz gece.
Adrianlardan Cem: Müsaade varsa ey Âşık’ım bu deyiş beni gönlümden yaraladı. Bu deyişi de ben okumak isterim.
Âşık Veysel: Şaşar Veysel iş bu hale. Kâh ağlayı kâhı güle. Yetişmek için menzile. Gidiyorum gündüz gece.
Uzak bir çadırın önünde kopuzunu yavaş yavaş tıngırdatmakta olan ozanı ateşin başına davet ettiler.
Dadaloğlu: Nasıl geldin buralara ey ozan?
İsimsiz ozan: Bahça duvarından aştım. Sarmaşık güllere dolaştım.
Kul Himmet: De bakalım derdin nedir?
İsimsiz ozan: Sinamda gizli yaramı kimse bilmiyor. Heçbir tabip yarama merhem olmuyor.
Daimî: Demek aşk acısı çekersin. Kimdir acep uğruna türküler yaktığın yârin?
İsimsiz ozan: İnce belinden yârim. Datlı dilinden yârim. Bir hatıra ver bana. Zülfün telinden yârim.
Karac’oğlan: Cismi eyvallah da ismi yok mudur bu yârin?
İsimsiz ozan: Kaşların kara kara da amanın Leyla, Leyla.
Erzurumlu Emrah: Meğer bu ozan da kavuşamazmış ya sevdiceğine!
İsimsiz ozan: Gönül dağı yağmur yağmur boran olunca. Akar can özümde sel gizli gizli. Bir tenhada can cananı bulunca. Sinamı yaralar yar oy dil gizli gizli.
Dadaloğlu: Sen nasıl güzel kopuz çalıyorsun böyle behey ozan!
Pîr Sultan Abdal: Çalarken de etrafına neşe saçıyorsun.
Yunus Emre: Senin adın Neşe olsun.
İsimsiz ozan: Biraz hatun adı gibi oldu emme n’eylerim emir böyle böyük yerden gelincesi boynum kıldan incedir.
Dadaloğlu: O zaman isminin sonuna sert bir ünsüz gelsin. Sen de ünsüz gibi yaşa ama ünün dağlara taşlara, yedi iklim dört bucağa yayılsın. İsmin Neşet olsun!
Neşet: Ulu arıyorsan analar ulu. Sevmişiz gönülden olmuşuz kulu. Analar insandır biz insanoğlu.
İsimsiz ozan da ismini bulunca diğer ozanlar başladılar birbiri peşi sıra maniler düzmeye. Temaşa başladı. Ateş büyüdü. Kumpanya, sazıyla sözüyle seyredenlere muazzam bir gösteri sunmaya başladı. Bunun üzerine muharrirler Yusuf, Mahmut, Yusuf ve Ömer HeyAllam, hikâyeci Dedem Korkut ve gezgin Tersiya Çelebi ellerine kamıştan kalemlerini alıp gördüklerini parşömenlere döşemeye başladılar. Elinde sazı olan sazendeler bu manilere nağme düzmeye başlayınca artık gören gözle gönül gözü bir oldu, gözyaşları testilerden dökülen şarap damlaları gibi aktı da aktı.
Pîr Sultan Abdal: Gurbet elde bir hal geldi başıma. Ağlama gözlerim Mevla’m kerimdir.
Hakalmazlardan Orhan: Derman ararken derde düş oldum. Ağlama gözlerim Mevla’m kerimdir.
Daimî: Daimîyem her can ermez bu sırra. Eyüp sabır ile çıktı Mısır’a.
Akkirazlardan Sabahat: Koyun oldum ağladım ardın sıra. Bu da gelir bu da geçer ağlama.
Karac’oğlan: Üryan geldim gene üryan giderim. Ölmemeğe elde hey dost dermanım mı var?
Livane illerinden Zülfü: Azrail gelmiş de can talep eyler. Benim can vermeye hey dost dermanım mı var?
Erzurumlu Emrah: Tutam yar elinden çıkam dağlara dağlara.
Kemertaşlardan Mükerrem: Ola’m bir yareli bülbül. İne’m bağlara bağlara.
Nesimi: Nesimi’ye sordular ki yârin ile hoş musun?
Senarlardan Müzeyyen: Hoş olayım olmayayım o yâr benim kime ne. Ah Haydar Haydar o yâr benim kime ne.
Âşık Mahzuni Şerif: Sen anandan ben babamdan ağa doğmadık dostum.
Akbayramlardan Edip: Gel beraber yaşayalım sanma ki sana küstüm. Yandım yandım ayrı gezme etme gardaş n’olur n’olur n’olur n’olur.
Kul Himmet: Kul Himmet üstadım gelse otursa hey can otursa. Hakkın kelamını yârin dile getirse.
Çiçeklerden Ali Ekber: Dünya benim deyi zapta geçirse. Karun kadar malın olsa ne fayda. Olsa ne fayda.
Pîr Sultan Abdal: Ötme bülbül ötme. Şen değil bağım. Dost senin derdinden ben yana yana.
Leventlerden Haluk: Tükendi fitilim eridi yağım. Dost senin derdinden ben yana yana. Haydar, Haydar, Haydar ben yana yana.
Karac’oğlan: Be felek senin elinden hem yanarım hem ağlarım. Gece gündüz ağlar gözüm başımı döğer ağlarım.
Erzincanlardan Erdal: Çağırırım gani deyi. Gel ağlatma beni deyi. Kimi görsem seni deyi. Yüzüne bakar ağlarım.
Âşık Veysel: Güzelliğin on par’etmez. Bu bendeki aşk olmasa.
Akkalelerden Belkıs: Eylenecek yer bulamam. Gönlümdeki köşk olmasa.
Hepsi gözleri kapalı ama gönül gözleri açık, çalıp söylemekte iken erzak çadırından bir gürültüdür koptu.
Halil ve İbrahim birlikte ünlediler: Erzak çadırını talan etmişler ey erenler!
Âşık Mahzuni Şerif: Yuh yuh soyanlara! Soyup kaçıp doyanlara! İnsana kıyanlara! Yuh nefsine uyanlara!
Bağcanların Selda: Bu kadar milletin hakkın alanlar. Onları kandırıp zevke dalanlar. Diplomayla olmaz hâkim olanlar. Suçsuzun başına çöktüm ise yuh!
Pîr Sultan Abdal: Sivas ellerinde sazım çalınır. Çamlı beller bölük bölük bölünür. Yardan ayrılmışım bağrım delinir. Kâtip arzu halim yaz yâre böyle.
Sesi kesilemeyen akarsulardan Muhlis: Sivas ellerinde ömrüm çalınır. Kor yürekler bölük bölük bölünür. Dosttan ayrılmışam bağrım delinir. Kâtip arzuhalim yaz şaha böyle.
Derken ozanlar divanına bir turna kuşu geldi kondu. Ürkek hayvan etrafına şöyle bir bakındı. Sonra tam havalanacağı anda Daimî turnaya seslendi:
Daimî: Gitme turnam gitme. Nerden gelirsin? Sen nazlı canana benzersin turnam.
Sağlardan Arif: Her bakışta beni mecnun edersin. Gönülde mihmana dost, benzersin turnam.
Turna kuşu ateşin etrafında yedi kere döndü, döndü ve sonunda bir hatun kişiye dönüştü.
Hatun kişi: Gidemem Ey Daimî gidemem. Öte dünyalara gittim ki gelemem. Ben nazlı canana benzerdim Ey Ozan! Her bakışta seni mecnun ederdim Ey Ozan! Gönülde mihmana benzerdim Ey Ozan!
Fakat bu hatun kişinin ne bir yüzü ne bir ağzı ne de dişleri vardı.
Yüzsüz hatun: Yüzüm yoktur. Çünkü yüzsüzler tarafından öldürüldüm. Yaşım yoktur. Çünkü her yaşta öldürüldüm. Ağzım yoktur çünkü konuşsam dinlemezler, bağırsam duymazlar, feryat etsem tınlamazlar. Dişim yoktur çünkü dişli birileri yok arkamda. İbrahim’in İsmail’ine inen koç hiçbir zaman inmedi bana.
Akarsulardan Muhlis: Bir kötünün hasetinden ahından, tutuştu her yanım yandı ha yandı.
Yüzsüz hatun: Âşık oldum dedi mah cemalime, aşkından her yanım da yaktı ha yaktı! Ben hep kurban edildim. Recmedildim. Yakıldım. Yıkıldım. Kesildim. Bıçaklandım. Kurşunlandım. Dalgalandım da durulamadım. Yüksek binalardan atıldım. Çuvala kondum. İkiye bölündüm. Başım kesildi. Surlardan atıldım. Eğer ruhumda kanatlarım olmasaydı buraya kadar da uçamazdım. Benim yüzüm gibi adım da yoktur amma Münevver’dir, Güldünya’dır, Şule’dir, Özgecan’dır, Pınar’dır, Güleda’dır, Narin’dir, Rabianaz’dır, Sıla Bebek’tir, Ayşenur’dur, İkbal’dir benim adım.
Akarsulardan Muhlis: Ey gün yüzlüm ay yüzlüm güneş bakışlım seni koruyamadığımız için bizi affet
Ben göklere ve yerlere, gökler ve yerler Hasret’e hasret
Senin yüzünü senden saklayan yüzsüzlerin yüzüne tüküreceğine ahdet
Çünkü seni surlardan atanla beni ateşlere atan aynı zihniyet
Ömer HayAllam: Musa’ya haber salın onun yüzü suyu hürmeti sayesinde Kızıldeniz’den geçenler
Yüzüp yüzüp insanlığın kuyruğuna geldiler
Mazlumluktan zalimliğe erdiler
Seni yüzünden sesinden nefesinden edenler
Zalim sıfatını göynek gibi geydiler
Kenar-ı Dicle’den kurdun aşırdığı koyunun hesabını sordular
Meğer kuzu postuna sarılmış her türlü alavere-dalaverenin kurduydular
Ey muktedir çıkıp desen ya cennet anaların ayağının altındadır cehennem değil
Belki sözün dinler bir er kişi de dişisine edeceği şiddetinden döner
Çünkü seni surlardan atanla onu ateşlere atan zihniyet cahil mi zır cahil
***
O sırada 21. yüzyılın başlarında T3R5 mahallede bir Tersettin, besmele çekerek uyandı, titredi ve kendine geldi. Üç gündür kütüphanede görünce merak edip aldığı Dede Korkut hikâyeleriyle yatıp kalkıyordu. “O nasıl rüyaydı lan!” dedi kendi kendine.
“Destan gibi rüya gördüm yeminle! Hemen kahveye koşayım da gördüklerimi mahalleliye anlatayım! Bundan sonra kadınlarımız kızlarımıza eziyet etmek bitsin gayrı!”
Tersettin kahvede tüm mahalleliyi başına topladı:
“Rüyamda Tersiya Çelebi olarak ozanlar meclisine katıldım. Kimler deyiş söyledi de kimler bu deyişleri sazıyla çaldı size anlatsam koca bir destan olur. Ama Dedem Korkut’tu beni rüyamda! Bana dedi ki; bak siz siz olun ileriki yüzyıllarda bu Neşet denen çocuğun söylediklerini dikkate alın. Ulu arıyorsanız analar ulu. Sevmişiz gönülden olmuşuz kulu. Analar insandır biz insanoğlu. Bunu kulağına küpe et, ona göre davran. Hadi oğlum ayaklanın! Herkes sevdiceğine gidecek, onun önünde diz çökecek. Bundan önce yaptığımız hıyarlıklar için kadınlarımızdan özür dileyeceğiz. Onlara bağırdığımız, hor gördüğümüz, kötü davrandığımız, kontrolsüz güç kullandığımız için onlardan af dileyeceğiz!” dedi.
Kahvedekiler boyunlarını önlerine eğdiler. Tersettin uyanır uyanmaz koşarak kahveye gelse de geç kalmıştı. Çünkü Allah’ın belası herifin teki öldürüp kesip biçtiği iki tane genç kadınla beraber kendini şehirdeki tarihi surlardan atmıştı.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.