34,8755$% 0.01
36,8432€% 0.54
44,6368£% 0.32
3.049,91%0,14
2.718,41%0,06
10.103,35%0,45
Yıllar sonra acıkmışım. Önüme çıkan ilk büfeye girdim ve bir artistli söyledim kendime. “Artist sensin” dedi büfedeki eleman.
Sinirlendim ve anladım ki her şey değişmiş. Gözlerim bağlı dolaşıyorum ara sokaklarda. Yüzümü sımsıkı saran siyah bez gün ışığını görmemi engellese de, burun çıkıntımdan dolayı görüş alanımın alt açısını görmemi engelleyemiyor. Sadece attığım adımları, bağcıkları çıkartılmış botlarımı, kaldırım taşlarını, yere atılan izmaritleri, çamur dolu çukurları görebiliyorum. Hayır benim alt metnim bu değil. Düşün, o zamanlar plastik kelepçe bile yok! Beni unuttular altı metrekarelik bir hücrede. Ben de onları unuttum. Neresi olduğunu sormayın. Ben de bilmiyorum. Bilmiyorum çünkü gözlerim bağlı.
Sonradan öğrendim tabii. Aradan ne kadar zaman geçtiğini kestiremiyorum. Bir bandonun çaldığı askeri marşla fırladım çelik ranzamdan. Bando marşını bitirdiğinde bu kez alkış kıyamet koptu. Belli ki dışarıdaki avluya kalabalık bir güruh doluşmuş. Daha ne olduğunu anlayamadan koridorun sonundaki demir parmaklıkların açılırken çıkardığı metalik sesinin taş duvarlarda yankılanmasıyla kendime geldim ve bir sigara yaktım.
O zamanlar neskafe de yok tabi. Vasati kırk çöplük kibritim ve bir paket Birincim vardı bir zamanlar ama ne zaman olduğunu da hatırlamıyorum. Birinci paketindeki son sigaramı vasati kırk çöplük kibritimin sondan dördüncü çöpüyle yaktım. Yılda bir dal Birinci sigarası içsem, 20 yıl eder. Günde bir dal içsem, 20 gün. Günde dört beş tane içsem, üç beş gün eder. Fakat hangi hesabın doğru olduğundan hiç emin değilim. Daha sigaramdan ilk dumanı çekmiştim ki hücremin önünde kalabalık bir insan topluluğu peydah oluverdi. Oysa hücremin bulunduğu yetmiş seksen metre uzunluğundaki koridorda şimdiye kadar çıt çıktığını hiç duymamıştım. Duymamıştım, çünkü bir tek benim hücrem benimle doluydu. En güzel elbiselerini giymiş hanımlar, beyler ve renârenk giysileri içinde bana şaşkın şaşkın bakan çoluk çocukla burun buruna geliverdik. İnsan bozuluyor tabii, hücre de olsa orası senin evin sayılır. Öyle habersiz, paldır küldür gelmelerine bozuldum açıkçası. İnsan bir haber salar en azından yani. Neyse bu kalabalık güruhun arasından resmi görevli olduğu anlaşılan bir zat ön plana çıkarak karşıma dikildi ve bana “Sen ne arıyorsun burada?” diye sordu.
“Kendimi” dedim filozofik bir sarsaklıkla.
Bu bir durdu. Sonra bana; “Sen çok yanlış gelmişsin kardeş. Burası askeri müze dedi. Tam ben “Fakat benim geldiğimde burası askeri müze değildi.” diyecekken aradan sıyrılan cırtlak sesli, hal ve tavırları itibarı ile gıcığın teki olduğu belli olan bir kadın, elimde tüttürdüğüm Birinci sigarasını işaret edip, “Müzelerde sigara içmek yasak değil mi memur bey? Lütfen sigarasını söndürmesini söyler misiniz beyefendiye?” diyerek cırlamaya başladı. O an sigortalar attı bende. Birinci sigarası benim kırmızı çizgimdi o zamanlar. Bu paketi de bana içerdeyken dayım getirmişti. Ki biz, değil dayımızın yanında sigara içmek, bacak bacak üstüne bile atamazdık. Fakat kendimden beklemediğim bir sakinlikle “Savaşta yaralanan askerler kanamalarını durdurmak için yaralarının üstüne tütün basarlar. Geriye kalanını da sarıp, o tarifsiz acılarını dindirmek için içerler küçük hanım” deyiverdim.
Ortam bir anda buz kesti. Herkes bir anda saygıyla başını öne eğdi. Sanırım beni müzelerde sergilenen, balmumundan yapılmış karakterler misali bir animatör zannettiler. Sessizliği, gözleri fıldır fıldır dönen küçük bir çocuk bozdu. Gözlerini bana dikerek, “Ama senin hiç kanayan yaran yok ki” dedi.
Çocuk haklıydı. Benim kanayan hiçbir yaram ve çektiğim o tarifsiz acılarım yoktu. Hiçlik duygusuyla sigaramı ansızın kolumun üstüne bastırıp söndürdüm. Ortalığı inceden sigaranın ateşi ile yanan kılların ve derinin yanık et kokusu kaplamıştı. O an çığlığı basan kadınlar ve kızlar panikle sağa sola kaçışırlarken, müze görevlisi ortamın daha da kaotik bir hal almasını engellemek gayretiyle hücremin kapısını açıp usulca beni dışarı çıkardı. Gözlerim yanıyordu haziran güneşinin altında. Gözlerimi açamıyordum. Bando konserine devam ediyordu. Tam bandonun önünde, resmi geçitteymişim gibi yürüyordum. Daha doğrusu sendeliyor, düşüyor, gözlerimi güneş ışınlarından koruyarak körlemesine bir o yana, bir bu yana savruluyordum. Ruhum özgürlüğe koşmak isterken, gözlerim karanlığı özlüyordu.
Olan bitene bir anlam veremeden, şaşkın gözlerle sahneyi izleyen kalabalığın arasından genç bir kız kopup yanıma geldi. Kolumdan tutup yürümeme destek verdi. Sonra çantasından çıkardığı Blues Brothers tarzı, kalın siyah çerçeveli, siyah camlı gözlüğünü bana verdi ve takmama yardım etti. O an kendimi daha iyi hissettim. Gözlerimin yanması biraz olsun geçmişti. Artık güneş ışınları ok gibi saplanmıyordu gözlerime. Genç kıza teşekkür ettim ve ismini sordum. Genç kız gülerek “Nihil” dedi. Ne kadar güzel ve bir o kadar da garip bir isim. Kafama çivi gibi çakılmıştı ismi.
“Her zaman gelir misin askeri müzedeki konserlere?”
“Hayır. Bugün sadece senin için geldim” dedi.
Ve o günden sonra Nihil’i bir daha hiç göremedim.
“Artist sensin” diyen büfedeki elemanın iki yakasına yapışıp tam kafayı gömecekken arka taraftan görmüş geçirmiş dükkan sahibi büfeci çıkageldi. Ortalığı sakinleştirip, elemanına yalandan sinirlenmiş gibi yaparak “Artistliyi bilmiyon mu lan sen? Sosislinin üstüne Amerikan salatası döşüyon, üzerine de hıyar turşusunu koyuyon, al sana artistli” diyerek inceden fırçaladı elemanını.
Ben tabii, her zamanki gibi kendimi tutamayıp “O salatanın ismi Amerikan salatası değil, Rus salatası” diye itiraz ettim. Büfeci bu kez öfkeli bakışlarını bana yönelterek “Gominist misin sen?” diye sordu.
Artistlimi aldım, parasını verdim, kaşınmaktan tüyleri dökülmüş, yağmurdan sırılsıklam ıslanmış bir halde kaldırım kenarında bekleyen köpek kardeşimin önüne koydum. Köpek kardeşim artistliyi tek hamlede hüplettikten sonra tekrar kaşınmaya devam etti. Yanımdan hiç ayırmadığım, Nihil’in bana verdiği siyah gözlüğümü takarak sorusunun cevabını bekleyen büfeciye döndüm ve “Hayır nihilistim ben” dedim.
Tam yoluma devam edecekken büfecinin arkamdan seslenmesiyle durdum ve geri döndüm. Büfeci elinde tuttuğu beş lirayı bana uzatıp, sahte bir müşteri memnuniyeti odaklı samimiyetiyle “Kardeş indiriminizi almayı unuttunuz. Biz büfemizde nihilistlere indirim yapıyoruz da” dedi. Ve aceleyle ekledi. “Yalnız size bir sorum olacak. Turgenyev’in “Babalar ve Oğullar” kitabını okudunuz mu?
Hiç sektirmeden cevabı yapıştırdım. “Hayır okumadım ve okumayı da düşünmüyorum” dedim. Biraz önceki sahte müşteri memnuniyeti odaklı samimiyet ifadesi yüzünden buharlaşan büfeci uzattığı kağıt beş lirayı hızla geri çekerek “O zaman sana indirim mindirim yok” dedi.
Sebepsiz bir mutlulukla, kurşun grisinden hücre karanlığına dönmeye başlayan gökyüzüne siyah gözlüklerimin arkasından bir süre baktıktan sonra büfeciye “İndirimine sallayayım, sana bir şey olmasın” dedim ve yoluma devam ettim.
Pisa Kulesi’nin dibinde
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.